- 299 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Müseyleme'ye "Helal olsun!" denilir mi?
Haklısın arkadaşım. Ebu’d-Derda radyallahu anhın ’kişinin kendisine değil günahına düşman olmak’la öğütlediği güzel bir ölçüdür. Ancak bu ölçü ’günahından pişmanlık duyana’ uygulanır. ’Şeraretinden lezzet alana’ değil. Mü’minler mabeyninde kötülüğü yayana karşı yapılması gerekense müdafaadır. Zararını engellemektir. Tamam. Hatasını anlayıp tevbe ederse yine kardeşimizdir. O ayrı. Ancak, mürşidimin tabiriyle, yılan gibi zehirlemekten haz duymaya başlamışsa artık def’ine bakılır. Yani ki arkadaşım: Örtülürse çoğalmayacak ayıplar kapatılır. Azalması/dönülmesi umut edilen yanlışlar idare edilir. Şefkat görür. Hoşgörü gösterilir. Yanlışını meslek tutansa soğuk bakılmasını hakeder. Fâşedilirse kimseye atarlanamaz. Neden? Arsızlık günah şekerini âdemiyet çayında eritir çünkü. Daha ayrılamaz olurlar. Ayrılamaz oldukları için de bütününe karşı temkin göstermek kaçınılmaz olur.
Hani, Allah yaşatmasın, duyduysan-gördüysen bilirsin: Bazı hastalıkların tedavisi lokal çözümlerle mümkünken bazıları bütün vücudu muhatap almakla ancak giderilir. Zira yayılmışlardır. Tekbir yerde avlanamazlar. Hatta yayıldıklarında bazen şehirler karantina altına alınır. Muhtemel hastalara bile tedbirler uygulanır. İşte kötülüğü amaca dönüştürmüş insan da böyledir. Yaydığı için tedavisi karantinayla mümkündür. Eğer karantina koşulları sağlanmazsa köstebek deliği gibi sürekli çoğalırlar. En nihayet o öyle bir sayıya ulaşırlar ki en büyük gemileri dahi batırırlar. Böylesi hastalıkların en dehşetlisi de itikaddadır.
’Mürtedin katli’ meselesini diline dolayanlara da mevzuu ancak burasından anlatabilirsin: İrtidat yayılmaya azmetmiş bir hastalıktır. İlan etmese zaten münafıklığını yaşar. Tevbe etmezse de öyle ölür. Fâşetmediği için birşey denilmez. Ancak ilan ettiğinde işin rengi değişir. İlanda iddia vardır. İsyan vardır. İlan eden bir dava sahibi de olur. Davalarsa mahkemelerde görülürler. Müddei iddiasını isbat etmekle yükümlüdür. Yani şunu söylemek istiyorum: İslam’a girmemiş birisi, küfürde kalmış birisi, bunu adem-i kabul (kabulün yokluğu) olarak yaşayabilir. Ancak irtidat eden kişi kendisini onlarla bir tutamaz. İslam hukukunda da bir tutulmaz. Burada bir kabul-i adem (yokluğun kabulü) vardır çünkü. İslam’a girilmiş-çıkılmıştır. Kenarından geçilmemiştir. Bu bir reddiyedir. Reddiyedeki iddiaların yargılanması gerekir.
Sözgelimi: Şu an herhangi birimiz Türkiye vatandaşlığına reddiye yapsak bunun hukuki karşılığını da görürüz. Vatandaşlıktan atılırız. Sınırdışı ediliriz. Peki, Bediüzzaman’ın tabiriyle, hayatın hayatı olan dinin reddiyesini yapan kişi nereye sınırdışı kovulur? Ki, hatırlayalım, İslam’a göre o kişi hayatın reddiyesini yapmaktadır. Hayatı hayat yapan şeyi reddetmektedir. İnce meseledir. Elbette birçok şartı, kaydı, ’yapılması-dikkat edilmesi’ gerekeni vardır. Zaten lazım levazımatıyla lazım olur. Âmenna. Ancak bir müslüman şundan da emin olmalıdır: İslam mevzua yaklaşımında tutarsız değildir. İslam’ı tanımladığı konum itibariyle verdiği karar doğrudur. Haktır. Fakat bu doğruluğu takdir etmek de ancak öncüllerine iman edenlere nasib olur. Zira her hukuk sistemi kendi değerleri, öncülleri, tanımları, kavramları, savunuları üzerine kurulur. Ve ancak onları kabul etmişlerin üzerinde durur.
Hakan Talha Alp mevzuuna bakarken de böyle bir zeminde duruyorum ben. Halini bilmiyorum. Öncesini-sonrasını çok takip etmiş değilim. Fakat, eğer irtidat etmişse, bir müslümanın bununla barışabilesi yoktur. Övebilesi yoktur. "Helal olsun!" diyebilesi yoktur. Ha, seküler düzende birşey yapabilesi de yoktur, o ayrı. Yani İslam hukukunun müeyyidelerini hiçbir müslüman kendi başına uygulamaya kalkamaz. Devletten rol/otorite çalamaz. Evet. Hidayetine dua ederiz. İyiliğini isteriz. Hatta, eğer o kapıyı kapatmamışsa, dönebilmesi mümkünse yani, halini örtmesini daha doğru buluruz. Yok, dönmemeye ahdetmişse, artık çayını şekerinden ayıramayız. Korkarız. Talebelerinin de dikkatli olmasını öneririm ben. Zira böylesi fikrî kırılmalar yeni edindikleri renk tayflarını yaymadan duramazlar. İlla boyalarından çalarlar.
Beni düşündüren bir başka mesele daha var ki, o da, ’irtidatın karizmatikleştirilmesi’ hâdisesidir. Bence şu temayül Hakan Talha Alp kaleminde bin kişinin irtidatından daha tehlikelidir. Bu propagandaya karşı dikkatli olunmalıdır. Çünkü, karizmatikleştirilen şeyin ’acabaları çok avam’da, özellikle gençlerde, yayılması daha hızlı olur. Hatta böyle bir kem özelliği olduğu için ’intihar’ temalı haberlerin/şarkıların dahi üzerine sansürle gidilir. Evet. Popüler olduğunda ateşe kapılan pervaneler gibi kötülüğe çekilen zayıf ruhlar vardır. Kütle çekim kanununun manevî alandaki yansıması gibidir şu durum: Hakkında en çok konuşulan, düşünülen, duygulanılan kesiflikler hassas ruhları kendilerine doğru çekerler. Aleyhissalatuvesselamca emredilen buğzun böylesi bir koruyuculuğu da vardır. Kötülüğe karşı buğz, en azından çekim kuvvetine bir karşı koyuştur, direniştir, dalgakırandır. İrtidatsa arkadaşım manevî intihardır. Kişinin kumarda-içkide-uyuşturucuda evini-işini-eşini yitirmesinden beter ocağını yıkmasıdır. Sarayını bir kibrit alevine feda etmesidir. Hatta, biliyorsun, kumarda ancak bu dünyadakiler kaybedilir. Ancak irtidatta yitirilen ahirettir.
Ebu’d-Derda radyallahu anhın nasihati elbette büyük dersler içeriyor arkadaşım. Lakin makamını karıştırmamak şartıyla. Mesela: Ben bu nasihate kulak kabarttığımda ’düşmanlığı adrese teslim yapmak’ üzerine ehemmiyetli bir görüş ediniyorum. Yani diyorum: ’Neye düşman olduğunu’ bilmelisin. Net hatlar çizmelisin. Çerçeve tayin etmelisin. Neden? İnsanlarda iyilik-kötülük karışık halde bulunuyor. Üstelik mü’minde iyilik kötülükten katbekat fazla yer tutuyor. Eğer kişiliğini günahından ayıramazsan iyiliğine de düşmanlık etmeye başlayabilirsin. Doğrusuna da yanlış deme gafletine düşebilirsin. Meleğine şeytan bakabilirsin. Yahut bir filmde görmüştüm: Alkolik babasından nefret eden evladın, nefretinin adressizliği içinde boğularak, en nihayet alkolik olması gibi şaşırabilirsin. Yani: En nihayet kızdığın şeye dönüşebilirsin.
Dönüşmemek içinse adresini olabildiğince kesin şekilde tayin etmelisin. Neyden kaçtığını tam bilmelisin. Kişilere düşmanlık başka sınırlarla olur. Sıfatlara düşmanlık başka. Herşeyin düşmanlığı zıttıyla olur. Eğer düşmanlığın ’yalancılara’ değil de ’yalancılığaysa’ ona husumetin yolu illa doğruluktur. Yalancıları yenmek için hile çarkının bir parçası olmak değildir. O cephede zafer böyle kazanılmaz. Sana zulmetmiş birisinden intikamını ancak ’zalim olmayarak’ alırsın. Zulümle aldığında aldığın intikam değildir. Ona dönüşmektir. O olmaktır. İşte efendim Ebu’d-Derda’nın nasihatinde böyle bir âb-ı hayat da görüyorum ben. Yine en doğrusunu Allah bilir arkadaşım. Biz de istikametimizi Ondan dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.