- 691 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
764 - İNATÇI MİNARECİ
Onur BİLGE
Işıl’ın ruh hali, Antalya havası gibi. Bir açılıyor bir kapanıyor. Ne zaman gök gürleyeceği, ne zaman yağmur boşanacağı belli olmuyor. Haziranda bile Antalya ovasını sel basabiliyor. Yaz ortasında yağmurdan göz gözü görmüyor, yolları sel götürüyor! Birkaç saat sonra bulutlar boşalıyor, yağmur diniyor, pırıl pırıl bir güneş çıkıyor, toprak suyu yutuyor, o afet unutuluyor! İşte Işıl da öyle! Ne zaman ne yapacağı, ne zaman ağlayacağı söyleyeceği, ne zaman güleceği belli değil.
Bir o kadar da kararsız. Bir bakıyoruz din beğenmemiş, din aramaya çıkmış. Bir bakıyoruz iş beğenmemiş iş aramaya çıkmış. Bazen reenkarnasyona inanıyor, bazen ihlaslı bir Mümine oluyor. “Benim dinle doğru dürüst alakam yok!” derken, hem namaz kılıyor, hem oruç tutuyor, hem de Kur’an okuyor. Define’yi bambaşka bir sevgiyle seviyor, anında ona ters çıkıyor. Öyle ki artık ondan nefret ettiğini düşündürüyor. Bazen kendisini dinliyor. Kendisini kendince değerlendiriyor ve bir sonuca varıyor. “Evraka! Evraka!..” diye bir şeyler müjdeliyor. Bu defa da başka bir keşifle geldi ve sevinçle:
“Galiba, kendimi çözüyorum. Bugün bir kez daha fark ettim. Ben kalabalıktan korkuyorum. İnsan seslerinden... Peki neden?” diye başladı. Sonra Define’ye dilinin döndüğünce neden böyle düşündüğünü ve neler hissettiğini anlattı.
“Yalnız bir şey var. Ben belki de kimsenin fark edemediği şeyleri fark edebiliyorum. Sana delilik gibi gelecek ama... Bugün çarşıya indiğimde tarihi bir ev dikkatimi çekti. O kadar kalabalığın içinde öyle dik duruyordu ki! Sanki yalnızdı. Evet yalnızdı. Bir an onunla bakıştım. Sonra teselli etmek için: “Merak etme, ben de senin gibiyim.” dedim ona.
Kalabalıktan korkuyorum. İnsanların arasında kendimi yalnız hissediyorum. Halbuki bir arkadaşla birlikteydik. Onun aklında dondurma yemek varken benim aklımda bunlar vardı.
Artık benden sana “Anla beni dede!” gibi sözler olmayacak. Benim anlatmak istediklerimi anladın ve bana gereken dersleri verdin. almam gereken cevapları aldım senden.
Unutmadan, ben bugün oruçluyum. Üç aylar başladı. Bu gece Regaip Kandili... Allah günahlarımızı affetsin, dualarımızı kabul etsin!”
“Üç ay boyunca oruç mu tutacaksın, yoksa kandil için mi niyet ettin?”
“Tutabildiğim kadar tutmak istiyorum dede. Oruç, başkalarını asabileştirirken beni sakinleştiriyor. Ancak sigaraya dayanamıyorum! Sabırla onun da üstesinden geleceğim İnşallah! İman, alışkanlıktan sağlam olmalı! Değil mi? Üç Aylar ve Kandilimiz kutlu olsun! Allah, ibadetlerimiz ve dualarımızı kabul etsin! Cümle âlem mutlu olsun!”
“Âmin! Senin de Işıl! Allah seni de beni de cümlemizi de ıslah etsin! Bedenlerimize ve ruhlarımıza şifa bahşetsin! Geçenlerde sana kızdım ama sen de beni bunalttın. “Minare yapma!” dedim, yine dinlemedin, peş peşe sorular sordun. Öyle olunca hangisine cevap vereceğimi bilemiyorum. Zaten kıt akıllı ve kalın kafalıyımdır ben. Sen de inadına minare yaptın sorulardan. Beni kızdırdın. Ben de tavır koymak zorunda kaldım. Şimdi de sitem ediyorsun.”
“Dedeciğim, elimde olmayan nedenlerle seni bunalttığım için hakkını helal et ve beni affet! Beni kovsan da dövsen de ben sensiz olamam! Yine gelirim! Yunus’un Taptuk’un kapısına yattığı gibi kapına yatarım! Gerçek dost böyle olmalı değil mi?”
“Ben de seni yine affederim. Fakat bir huyum var, bilirsin, herkese iki hata hakkı tanırım. Üçüncüden sonra başka hak tanımam! Ona göre ayağını denk al! Şimdi benim Kapalıçarşı’ya gitmem lazım. Siparişleri teslim edip İnşallah karşılığını almış olarak döneceğim. Gelirken yiyecek bir şeyler getireceğim. Pişirip hazırlarsınız. Mükellef bir sofra kurarsınız. Akşam yemeğinde hepiniz burada olun! Hep beraber yiyelim içelim, ibadet ve dua etmek suretiyle gecemizi ihya edelim!”
“Sorularımın cevabını vermeden gitme dede! Madem ki “Allah!” diyorsun. Sana karşı ne hatam oldu? Hatamı bileyim. Bir insan bir insandan kolay kolay vazgeçmez. Elbette bir kırgınlığı olmuştur ya da gerçek sanılan bir şeyler yalandır. Hangisi?”
“Arkadaştık. Sen çok hor kullandım arkadaşlığımı. Çok sert çıkışların oldu. Cadısın!”
“Ben hangi taraftayım, biliyor musun? Ne sağ ne de soldayım. Doğrudan, güzelden, iyiden yanayım. Aklımın erdiğine ve yüreğimin hissettiğine bakarım. Ayrıca vatan sevgisini yüreğimde tutku derecesinde hissederim. Önce Allah, sonra vatan, daha sonra da insanlar... En son da kendim gelirim. Yeterli mi? Bugün bizimkiler eve dönüyor. Tatilleri bitti. Artık sık sık buralarda olamayacağım.”
“Sana kaç kere: “Minare yapma! Bu beni yoruyor. Dinle dinle, sonu gelmiyor! Minare yaparsan cevap vermeyeceğim!” dedim inadına yaptın! Bundan sonra asla minare yaptığın suallerine cevap vermeyeceğim! Soru sormanın da bir usulü, bir adabı vardır. Teker teker sorarsın, birer birer cevaplanır. O aceleciliğin var ya o aceleciliğin...”
“Bir insanı ne zaman silerim biliyor musun? Yalan söylediğinde... Ne çocukluğumda, ne ilk gençliğimde yalanı hayatıma almadım. Ailevi durumumun etkisiyle de daha bir sahip çıktım doğrulara. Bir de ayrımcılığı hiç sevmedim. Düşünen insanları sevdim. Önyargısız olanları... Empati kurmaya çalıştım hep. Karşımdaki insanın yerine kendimi koymaya... “Onun yerinde ben olsaydım ne yapardım, ne hissederdim.” diye düşündüm. Biliyor musun, her insanın doğruları olmalı ve kendi doğrularına sahip çıkmalı! Çünkü kimse kimsenin doğrusuyla bir yere varamaz.
Madem ki içimi döküyorum, kızdığım bir nokta daha var. Ne kadar zor seviyoruz ve ne kadar çabuk düşman oluyoruz! Düşünmeden konuştuğumuz ve bir düşman belirleme yargımız olduğu sürece... Neyse dede... Daha diyecek sözüm yok...”
“Dostluğumuzun geçmişine şöyle bir bakalım! Bana kaç kere kafa tuttun? Bir düşün ve say! Beni kaç kere hiçe saydın ve minare yapmaya devam ettin? Sana çok fazla sabır gösterdim. Eleştirmemi istedin, eleştirdim. Eleştiri seni uyarmak, iyiye güzele taşımak içindi. Neler dedin? Hatırlamaya çalış minarelerini! Bir kere sana tavır koydum mu! Bir kere küstüm mü! Bir kere kalbini kırdım mı! Bir şey bekledim mi! Sormadan söyledim mi! Aramızda oluşan güzelliklere ihanet ettim mi! Ben şikayetçi olacağıma sen şikayetçisin. Neden? Haydi, şimdi benim yerinme kendini koy düşün, ben gelinceye kadar!”
“Sen her zaman arka taşım ol istiyorum dede... Benim nazım sana geçer bilirsin.”
“Belki tökezleyen ata ne olduğunu biliyorsundur.”
“Hayır, bilmiyorum dede. Ne olmuş o ata?”
“Eskiden gelin almaları atla yapılırmış. Birbirlerini önceden tanımayan iki genç evlenmiş. Damat gelini ata bindirmiş, evin yolunu tutmuş. O zamanlar, kimse kimsenin huyunu suyunu bilmeden, görücü usulü, “Ne çıkarsa bahtına!” denilerek evlendirilirmiş.
Damat geline, nasıl biri olduğunu bildirmek ve gözdağı vermek istemiş. Yolda ayağı taşa takılan at tökezleyince damat, sert ve kararlı bir sesle: “Varan bir!” demiş.
Çok geçmeden at yine tökezlemiş. Ses tonunu yükselterek öfkeyle: “Varan iki!” demiş.
Gelin: “Ben ne yaptım! Herhalde yanlış bir evlilik yaptım! Ata böyle davranan bana nasıl davranacak kim bilir!” diye geçirmiş içinden ve epeyce korkmuş.
Bu arada at üçüncü defa tökezleyince damat silahı çektiği gibi: “Varan üç!..” diye atı vurmuş!”
Atla beraber yere serilen gelin: “Ne yaptın! Sırf ayağı taşa takıldı diye at vurulur mu!” deyince damat sakin sakin: “Varan bir!” demiş.”
“Gelinin ilk hatası olmuş demek ki bu sitem! Yani sen de bana “Varan iki!” mi diyorsun dede? Daha önce de bir uzaklaştırma vermiştin.”
“Kıssadan hisse... Ne anlattıysa, ne anladıysan...”
“Bir anlık öfkeyle, o zamana kadar topladığımız bütün güzellikleri bir anda dağıtırız! Her neyse... Ne olursa olsun, her şeyi rahatça anlatabildiğim, varlığıyla mutlu olduğum biri olsun hayatımda. Unuttum aramızda yaşananları. Kaldığımız yerden devam edebiliyoruz ya önemli olan bu! Sen de unut gitsin dede! Sakın bana: “Varan üç!..” deme!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 764