BİR ANANIN BİN BALASI
BİR ANANIN BİN BALASI
Ülkü TAŞLIOVA
Şehitlerimiz gök kubbemizin sönmeyen yıldızları, cennetin kapılarıdır. Huzurlarına vardığımda bambaşka duygularla selamlıyorum onları. Bazen Sakarya’ dan bir mermi, bazen Çanakkale’ den bir şarapnel, bazen Allahuekber dağlarından tipi, bazen Yemen’ den veba, bazen de Dumlupınar’dan, Kocatepe’den coşkulu gümbür gümbür bir akış, “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’ dir İleri.”, bazen de hüzünlü bir şiir doluyor gönlüme. Ruhumun arka fonunda ise gurudan kabaran göğsüm var.
Hani, Mehmet Akif diyor ya!
…
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
…
Tam da öyle!
Ankara’ nın askeri cebeci şehitliğinden bahsediyorum. Bu vatanın sancağıdır, onurudur, şanı şerefidir orası. Tıpkı dünyanın birçok yerinde olan Türk şehitlikleri gibi… Sık sık ziyaret ettiğim bu müstesna yer, her defasında benim kalbime derin dokunur. Kimi zaman onur, kimi zaman minnet, kimi zaman sızı, kimi zaman keder yüklenirim. Her bir ismi gördüğümde bin bir duygu kuşatır benliğimi.
Bağrımı delip geçer kabir kitabeleri.
Vatan nedir? Al bayrak nedir? Toprak nedir orada, o muhteşem mekânda cevap buluyor. Bu soruyu sorana ve soruyu sormayana orayı göstermeli. Konuşmadan, anlatmadan, tanıtmadan göstermeli. Oradakilerle baş başa bırakarak çekip gitmeli.
Bu satırları yazarken gözlerimin önünden çocukluğumun resmi bayramları geçiyor. Kars’ ın ayazında omuzlarında silahlarıyla, beyaz tozluklu adımlarıyla, taş döşenmiş caddelerinde değil de o çocuk kalbimde yürürlerdi sanki. Önde ATATÜRK yanında Kazım Karabekir Elleri selamda, gözleri ufukta, başları dik geçerlerdi hayallerimden. Boğazım düğüm düğüm olur, gururdan ağlardım. Elimdeki küçük kâğıt bayrağı deli gibi sallardım onlara. Doyamazdım o vakur, mağrur, cesur hallerine. Bir gün bende asker olacağım derdim. Vatanım için çalışacağım, alın teri akıtacağım diye düşler kurardım.
Hani bizim bir türkümüz de der ya; (Kars türküsü)
Asker olup vatana hizmet eylerem men
Çağrılmadan asker olup giderem men
Giderem gurbet ele yar sene kurban olaram
Kurban olum vatana, vatanım hoştur mene
Onu candan sevirem
…
O zaman da böyle düşünürdüm, bu zaman da böyle düşünüyorum. “Vatana kurban olum men.” diyorum bütün vatan perverler, bütün analar gibi. Hele de vatanın bağrında yatan oğlu, eşi, kardeşi, babası varsa. Vatan artık oğul, kardeş, baba olmuştur onlara. Al bayrak, pak alın olmuş yücelmiştir göklere.
Ölüm mü, Yaşam mı bu? Yahut ölüm yaşamın neresinde gizli?
Bir ananın evladı kendisinden 130 yaş büyük olabilir mi? Ya da bir ananın yüzlerce oğlu olur mu dersiniz? Ben tereddüt, mübalağa etmeden olur diyorum. Üstelik andolsun gördüm onu. Orta boylu, kırklı yaşlarda olan bir ana evlatlarını ziyarete geldiğinde ben oradaydım.
O şefkatli sesi duyduğumda ona taraf döndüm. Göğsünü gererek iki yana açtığı kollarını gördüğümde, sustu bütün evren bir sessizlik çöktü kâinata. Bir ıslık yayıldı boşluğa gönül melodisi gibi. Hüzünlü akan bir damla gözyaşı gibi. Ben ise manzara karşısında bütün ağırlıklarımdan sıyrılarak rüzgârda savrulan toz zerresi oluverdim. Ne söyleyecek söz düşündüm ne de başımı çevirecek başka bir yön aradım.
O, durdurulmuş film karesi gibi öylece kalıverdi göz bebeklerimde. Kutlu kabirlere giden yolun başında kollarını olanca gücüyle iki yana açmış, uzun kahverengi pardesösü, rüzgârda uçuşan kenarı oyalı yazmasıyla “Ben geldim oğullarım. Ben geldim aslanlarım. Ben geldim yiğitlerim. Cumanız mübarek, kabriniz nurlu olsun.” diye feryat ediyordu. Yüreği göğsünün kafesinden fırlayacak gibiydi.
Sanki kabristan genişledi, bir anda ağaçlar terennümle geri çekildi, yol verdi ona.
Tam karşısında güller ve al bayrakla bezeli şanlı kabirlerden Kazım Karabekir, Eşref Bitlis, Hulusi Sayın, İsmail Selen, Fahir Işık, Bahtiyar Aydın ve onca üst subay, subay, ast subay, asker şehitlerimiz Resmi kıyafetleriyle dim dik durmuş, onu karşılıyordu. Dalgalanan bayrakların gölgesinde hüzünlü bir huzurla “Buyur ana.” Dermiş gibi.
Gökyüzünü delecek gibi duran yeşil yapraklı çeşitli çamlar altında o gözümde kocaman bir dev oldu. Sonra sonbaharın serin esintisi dokundu yüzüme. Daldan düşen birkaç sarı yaprak uçuştu ayakucumda. O ise birkaç kelimeyle bitirmişti bütün sözleri. Durdurmuştu zamanı. Ne koşacak yer vardı, ne de tutunacak dal. Eğri büğrü sözcükler, askıda kalan duygular değildi onun dudaklarından dökülen. O sessizliğin şahitliğinde, şehitlikte özel bir hayat yaşıyordu. Kiminin fark etmediği, göremediği o zaman aralığında kocaman bir dünya doğurmanın sancısını yaşıyordu.
Sözlerinde sadece duygu değil, tam gerçekler vardı. İçten, samimi, hakikat olan her şey vardı. Tarih vardı, acı sızı, umut vardı. Vatan vardı, toprak vardı, yurt vardı. Sadece söyledikleri değil, söyleyemedikleri de vardı dilinde. Hani söz küçüldükçe anlam büyür ya, işte tam öyleydi. Yoğun, ağır, güçlü hali o incecik bedeninde nasılda soylu duruyordu.
Anlamlar üstünde durmadan, kelimelerin kenarından sıyrılıp geçeriz çoğu zaman. Oysa ne derinlikler saklanır onlarda. Hele de hal dillinde nice hazineler yatıyor. Iskaladığımız zamanlarda kaçırdıklarımızı yaş kemale varınca daha iyi anlıyoruz. İşte o vakit hayıflanıyorum.
Hep şikâyet eder, ama çoğu zaman adım atmadığımız konulardan biridir kaybolan komşuluk ilişkileri. Ruhu, emeği, anlamı olan bu gül kokan güzel yerin birde komşuluklarını gördüm. Duasını bitiren bir hanım karşı kabirde dua eden hanıma soruyor, “Fatma Hanım geçen hafta göremedim sizi nasılsınız.” Diğeri elindeki Yasin kitabını kapattıktan sonra onu cevaplıyor. Anlıyorum ki onlar birbirinin duygularını en iyi bilen iki yaralı yürek. İki gururlu ana. Onları seyredince gözyaşım akmaya hicap ediyor. Sonra şehitlerinin kitabelerini okşayıp öpüyorlar. İstemeden şahit olduğum bu haller karşısında bir şey, bir nefes düğümleniyor boğazıma. Bağrımı yakan acı dilimi susturuyor, göz pınarımı kurutuyor. Boynumu büküp susuyorum. Onlar, oradakiler yanı şehitlikteki komşuluğun muhtaçlığı bambaşka.
Bin bir minnetle ziyaretimi bitirerek dönme vaktim geldiğinde içime ayrılık acısı çöker her defasında. Az daha kalabilmek için adımlarımı yavaşlatır, oyalanırım aralarında. Benliğim yüreğime esir olur. Gözyaşım gönlüme akar. Mahzun olurum. Kapıdan çıkmadan son kez dönüp arkama baktığımda büyük milletimi, kimsenin yok etmeye gücünün yetmeyeceği şanlı tarihimi, yüzyıllar sonraya ulaşacak vatanımı görürüm. Şahlanır kanım. Aklıma Sokrates’ in asırlar önce de aynı olan düzen için “Sorgulanmamış yaşam, yaşam değildir” dediği sözü geliyor, ne güzel bir söylem. Az da olsa yaşamak için soruyorum, sorguluyorum şu an, ben ne yaşadım? Ne kadar yaşadım? Sahi ben yaşadım mı?
Ya onlar…
21.11.2018
Bahçelievler/ANKARA