- 982 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
'beklenen cuma'
Yeni evde ilk ayımı doldurmak üzereydim. Buraya taşındığım ilk günü hatırlıyorum da, ‘alışamam, nasıl yaparım, tamam ev çok güzel, güzeli geçtim hayallerimde sahip olduğum tarz da ama yine de yıllar sonra mekân değiştirmek, yeni bir şehirde ve evde hayata devam etmek çok saçma’ diyerek günlerce kendi kafamı ütüleyip durmuştum. İş yerindeki Nuri Bey’in vasıtasıyla Hollanda’da yaşayan ev sahibine ulaşmıştık. Nuri Bey’in kız kardeşi bu evin bir üst sokağında ikamet etmekteydi. Geçen seneye kadar yaşlı bir kadın tek başına bu evde kalıyormuş. Nuri Bey ‘tonton bir kadındı. Çok güzel Türkçe konuşurdu. Tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Buraya geldiğimizde özellikle arabayla bu sokaktan geçerdim. Genelde bahçeye çıkar, salıncakta mum gibi otururdu. Arabadan inip, kendisiyle ayaküstü beş on dakika çok muhabbet etmişliğim oldu’ derken, kadının yüzü gözümün önüne gelmişti. Bu tonton yaşlı kadın artık Hollanda’da, kızı Aydan’ın yanında yaşıyordu. Aydan çocukluğunu geçirdiği bu evi kiralamak istiyordu. Fakat annesini bir türlü razı edememişti.
İlk günler bu şehirde otelde kalıyordum. İş yerinde Nuri Bey ile tanıştıktan sonra kendisine ev aradığımı, bana yardımcı olursa çok sevineceğimden bahsetmiştim. ‘Sana on numara bir ev kiralaman için aracı olacağım, müstakil, bahçeli çok güzel bir ev, ister misin orada oturmak’ diye bir söze girişi vardı ki, ben bile heyecanlanmıştım. Belki kendim evim olmayacaktı ama en azından bahçesi olan, müstakil bir evde yaşama şansına ölmeden sahip olacaktım. Ne üst ne de alt komşu derdi olmayacaktı! Büyük gün geldiğinde iş yerinde öğle molasındaydık. Mualla Hanım ve kızı Aydan bir karede, ben ve Nuri Bey karşılarında bir kare olarak görüntülü konuşacaktık. Aydan annesini evi kiralamak üzerine ikna etmişti ancak evi kiralayacakları adamı görmek istiyorlardı. İş mülakatına girecek gibiydim. Olmayan kravatımı düzeltir gibi ellerim yakamda, ceketimin düğmelerini tek tek sırasıyla kontrol ediyordum. Ağır aksak, yarı Türkçe yarı Felemenkçe konuşacak bir kadın beklerken, karşımda en az annesi kadar güzel konuşan Aydan’ı görünce şaşırtmıştım. Aydan diyorum fakat aramızda hayli yaş farkı vardı. Heyecanımı Mualla Hanım’ın övgü dolu sözleri dindirmiş, beni rahmetli babasının gençliğine benzettiği için evlerini kiralamam da herhangi bir mahsurun olmayacağını, aksine sevineceğini belirtmişti. Aydan açık açık paraya ihtiyaçlarının olmadığını, evlerinde ihtiyaç sahibi, evin değerini bilecek birinin oturmasının kendileri açısından olumlu olacağını anlatıyordu. ‘Yine de bir değeri olmalı, af edersiniz ama ben de bedava evinizde kalırsam bu uygun düşmez’ dediğimde, bacağımı sımsıkı bir el sıkıyordu. Nuri Bey sonra diziyle dizime vurup ‘sen bırak ben hallederim’ demek istediğini anlıyordum: ‘Aydan Hanım, Mualla Teyzem; siz ikna olduysanız o zaman en yakın zamanda arkadaşımız eve taşınsın.’ Bana dönmeden Nuri Bey bana anlatıyordu.’ Ev zaten möbleli, bavulunu, eşyalarını alır en yakın zamanda taşınırsın. Kira konusunda da Aydan Hanım, sizin muhitin kira değerleri yüksek çünkü nezih bir mahalle. Sizin ev gibi bir evin kirası en 1600, 1700 lira civarlarında.’ Nuri Bey yüreğime indirecek gibi konuşuyordu. Bin lira civarı ev ararken, 1600, 1700 liraları telaffuz etmek hoşuma gitmemişti. ‘Fakat’ dedi, devam ediyordu. ‘1000 lira olarak evin kirası olarak belirleyelim. Hem arkadaşımız da rahat eder, hem de sizin bahçe düzenleme, ev tadilatı için vs. bir yerde birikmiş Türk lirası paranız olmuş olur.’ Aydan’ın yüzü gülüyordu. Mualla Hanım görüşmeye başladığımız andan beri bana bakıp tebessüm ediyordu. Onun artık evle pek alakası yoktu. Yanında olsaydım eğer dizi dizime değer, buruşmuş, takatsiz elleri arasına ellerimi alıp babasını yâd edeceğinden adım kadar emindim.
İlk günler Nuri Bey’e şüpheyle yaklaşıyordum. Buraya kurum içi sınavla yükselerek gelmiştim ve çalıştığım şubede müdür muavinliği Nuri Bey’deydi. Bir insana hiçbir menfaat gütmeden yapılan iyiliklere pek alışık olmadığımdan Nuri Bey’in yanında hayalen hep soru işaretleri görüyordum. Hem kendisinin davranışları ve söylemi hem de diğer çalışma arkadaşlarından kendisi hakkında duyduklarım sonucu gerçek anlamda iyi biri olduğuna kanaat getirmiştim. İyi biri olmakla beraber dostane tavrını, kız kardeşinin yaptığı pasta çörekleri eve taşındığım günün akşamı getirerek de göstermişti. ‘Doğalgazı açtırdın değil mi? Hadi bir çay koy sen, ben de bahçedeki masaya getirdiklerimi koyayım. Sana eşlik edeyim.’ Şık bir davranıştı. Koca şehirde, hiç kimseyi tanımadığım bir mahallede, yeni evimdeki ilk akşam yemeğini beraber yapıyorduk. Sonradan öğrendiğim kadarıyla Nuri Bey şehrin en bilinir ve zengin soyadını taşımaktaydı. Kendisi üst düzey bir memurdu ancak memurluğu bugün bıraksa, ömrünün sonuna kadar da rahat yaşayabilecek kadar da zengindi. Bir aydır bu şehirde ve bu şirin evde yaşıyordum. Böyle bir yeni hayatı ummuyordum. Ummadığım kadar da güzel ve rahat bir şekilde ilk ayımı bu evde doldurmuştum. Otelde kaldığım birkaç günü çoktan unutmuştum. Sanki hayata yeniden başlıyordum. Sürprizler kaldığım ev, Nuri Bey ve çalışma ortamımla kalmayacak gibiydi. Buna Gül’den aldığım mesajla çoktan inanmıştım. ‘Merhaba, nasılsın? Uzun zaman oldu görüşemedik ama bu haberi senin de duymanı istedim. Çünkü atanmamı sen de çok istiyordun. On beş gün içerisinde işe başlamam gerekiyor.’ Bir süre cevap verip vermeme konusunda düşündüm. Başlarda da kendisiyle tartışıp, kısa süreliğine birbirimizi sinirlendirdiğimiz oluyordu ama son tartışmamız ikimiz içinde aramıza geri dönülmez bir mesafe koymuştu. Mualla Hanımın bahçedeki salıncağında oturuyordum. Bahçe gerçekten de muazzamdı. Mayıs gülleri açmış, çevreyi mis gibi kokular sarmıştı. Bahçe kapısına doğru sağ tarafa kendi ektiğim kır çiçekleri, mor akşamsefaları ve yarım metre boydaki melisa yakışmıştı. Kendi bahçem gibi buraya bakıp, ilgileneceğime dair Aydan’a sözler vermiştim. Evi kiralamadan önceki ilk görüntülü görüşmemizden sonra haftada en az iki kez görüntülü görüşmeye devam ediyorduk. Aydan, annesi Mualla Hanım’ın beni gördüğü zaman mutlu olduğunu ve eğer bende kırmazsam kendilerini, arada görüntülü görüşebilirsek çok iyi olacağını söylemişti. Onlara bahçenin fotoğraflarını da atıyordum. Bu benim gibi yalnız bir adam için eşsiz bir zevkti. O iki kadın çok uzaklarda kiracısı olduğum evin sahipleri değil de, çok yakın arkadaşım gibiydiler. Mideme doğru inen acı suyun tadının sebebi belliydi. Akşam iki bardak meyve suyu içmiştim. Kıvranıyordum ama bu kıvranışımın tek sebebi meyve suyu değildi.
‘Sevindim. Umarım yeni hayatında çok mutlu olursun’ diyerek kaba ve kısa bir cümle kurup Gül’e göndermiştim. Gereksiz monologlarımdan fazlasıyla yorulmuştu. Bu yüzden kendisini haksızlık yaptığımda olmuştu. Yeniden, aynı gereksizliği sarf edip, onu rahatsız etmek istemiyordum. Beni nasıl tanıdığının ya da kendimi ona nasıl tanıttığımın artık pek bir önemi de yoktu! Zaten son görüşmemizde en kısa ve net şekilde ona içimde kalanları söylemiştim: ‘Artık bu söyleyeceklerimin de pek önemi olmasa gerek! Eski sevgilinle yeniden iletişim kurmuşsunuz. Bana karşı ne düşündüğünün de önemi kalmamış olsa gerek! Ben nasılsam sana hep öyle davrandım; en doğal halimle! Tek bir yalan söylemedim. İçinde bulunduğun durumdan ötürü anlayışsızlık göstermiş olabilir miyim? Belki, belki seni kendime daha yakın görmek istediğim için mızmızlanıp duruyordum. Tabi senin önünde çok önemli bir sınav varken benim gereksiz ruh halimle haftalarca uğraşıp durdun. Eski sevgilinin sana yazdığını söyledin. Bu durum fazlasıyla aklını karıştırdı. Bir taraftan sınav, bir taraftan o çocuğun ilgisi ve bir de benim sana bunalımlı söylencelerim. Ben gidiyorum Gül. Bu ne bir veda ne de elveda! Gerçekten ikimiz içinde en mantıklı karar bir daha görüşmememiz. Hayatında her daim mutluluklar diliyorum. Kasa son z raporunu verdi; sevinebilirsin!’
‘Beni bir daha ne aradın ne de yazdın! Kendince haklı sebeplerin olabilirdi ancak sana sadece eski sevgilimin bana tekrardan yazdığından bahsetmiştim. Ben ona koşarak gidiyorum demedim. Evet, sınav stresi bir yandan, çevremdekilerin laf dokundururcasına bakışları diğer yandan çok bunalıyordum. Ben sana o zamanda da söylüyordum, yine söylüyorum; ben senin arkadaşlığını seviyordum. Sadece bazı konularda rahatsızlığım vardı ve bunları açık yüreklilikle dile getirmiştim. Bana bu kadar kırılıp, bir anda gideceğini senden beklemezdim. Neyse, bunların bir önemi yok! Eğer müsait olursak, bunları artık yüz yüze konuşuruz. Çünkü aynı şehirde yaşayacağız!’ Gül’ün mesajının son cümlesine defalarca baktım. Şaka mı yapıyordu? Hayır, hayır şaka yapmazdı. Gül ciddi konularda şaka yapmazdı. Muzipliği üzerinde olduğundan insanı gıcıklığıyla çileden çıkarabilirdi ama bu türden ciddi konularda şaka yapmazdı. ‘Çünkü aynı şehirde yaşayacağız’ yazmıştı. Kafamdaki tüm hayal ve hikâye odaları bu konu üzerine yoğunlaşmış, tüm çalışmalarını bırakarak yalnızca Gül ile aynı şehirde yaşama üzerine bilinç akışı içerisindeydiler. Gül artık bir telefon kadar değil, bir ilçe, bir mahalle kadar bana yakın olacaktı! Fakat birden duraksadım. Sakin kafayla düşünmem gerekiyordu. Bu meselenin herhangi bir arabesk ya da romantik bir yönü yoktu. Gül sadece arkadaşımdı. Tekrardan aynı şeyleri yaşama ihtimalimiz yüksekti. Telefonla birbirimizi gerdiğimiz gibi bir de yüz yüze mi gerecektik? İkimiz de kendi iç dünyasında çok farklı insanlardık. Şiir seven dünyada bir o kalmamıştı ya? Öykülerimi yerden yere vurup, ‘şu cümle böyle mi kurulur, böyle kursan paragraf akışı için daha mantıklı olmaz mı’ diyecek bir Gül mü vardı? Gözleriyle beni sakinleştirip, gülüşüyle Mualla Hanım’ın bahçesi gibi içime 23 Nisan sevinci dolduran başka kadın yok muydu? Gül’e bu kadar anlam yüklemiş olmam ona da haksızlık olacaktı. Hayır, beni iyi tanıyan bir arkadaş görse, yüzüme baksa ‘oğlum sen âşık mı oldun’ dese nasıl da üzülürdüm! Değer verdiğimi, sevdiğimi, onunla vaktin güzelleştiğini söyleyebilirdim fakat iş, aşk mevzusuna geldiğinde aşka inanmayan biri olarak çok ses etmeden o yakın arkadaşa güler geçerdim.
Bir kitaplık almam gerekiyordu. Haftalarca çuvaldan çıkardığım kitaplar tahta parkenin üzerinde raflara dizilecekleri günü bekliyorlardı. Güzel, güneşli bir cumartesi günüydü. Cumartesi günlerini ve iyi arkadaşların kendi aralarında yapıp, başkalarınca komik gelmese de kesintisiz gülebildikleri esprileri hep sevmişimdir. Cumartesi günü işportaya çıkan biri için kese günüdür. Kese içinde bolca parası olan adamlar ve kadınlar tezgâhlar önünden sadece bakarak değil, durup alma düşüncesiyle de geçerler. Eski günlerden kalma işporta hatıraları bir yana, cumartesi günü artık yaşı belli bir deme erişmiş insanlar içinde elzem bir dinlenme günü değil de nedir? Sadece ruhen değil, bedenen de yaşlandığımı düşündüğüm dönemlere çoktan girmiştim. Yaşadığım bu yeni şehirde yine de beni dışarıda fazlasıyla tutacak meşgale bulmuştum. Şehrin kütüphanesini mavi yeşil arasında vals eden nehrin kıyısında kurmuşlardı. Kütüphanenin kitap okuma salonunun pencereleri bu nehre bakıyordu. Sabah kahvaltısını yapıp şehir merkezine yürümüştüm. Elimde küçük bir çanta sallanıyordu. İçinde yarım kalan iki kitap vardı. Birini kütüphaneden almıştım, diğeri benim kitaplığıma aitti. Birkaç saat kitap okuduktan sonra eve dönüp, arabayla kitaplık almaya gidecektim. Aylarca yasaklı Cumartesiler bitmiş, yerini insanların akın akın rahatça dışarı attıkları bir döneme girmiştik. Bir cumartesisever olarak bu duruma benim kadar ancak bir cumartesisever sevinebilirdi! Kitaplık için ayırdığım bütçe beni heyecanlandırıyordu. Ya gerçekten büyük bir kitaplık alacaktım ya da iki tane daha küçük ama daha fazla kitabın sığacağı kitaplık alıp eve dönecektim. Öncesinde yarım kalan kitaplarıma biraz zaman ayırmam gerekiyordu. Bu sefer hiç not almadan okumayı planlıyordum. Çünkü not aldıkça kitap okuma hızım ilkokul üçüncü sınıf seviyesine düşüyordu.
Gereksiz düşünüyordum. Karşımda duran kitaplıktan iki tane alıp, arabaya koyup götürmeliydim. Daha büyük bir kitaplığın demonte halini arabaya sığdırmam mümkün değildi! Alışveriş yaptığım firmanın ne zaman kitaplığı getirecekleri de meçhuldü! Riske girmeye değer bir durum yoktu. Tek başına kitaplıkları kurmak zor olacaktı ama önceden deneyimlerim olduğu için de sıkıntı olmazdı. Kahvem sol yanımda, hoparlörde Erik Satie, önümde alyan ve şarjlı tornavida duruyordu. Kartonun içinden kitaplığın bölmelerini çıkarıyordum. İçimden ‘umarım eksik parça çıkmaz’ geçiyordu. Karmanın bir şakası sonunda olacak mıydı, bunu kitaplık dikleşmeye başlandığında anlayacaktım. Kahvemi bitirip işe koyulmuştum. İlk kitaplık sorunsuz bir şekilde ayakta ve karşımda durduğu an yorulduğumu fark ettim. Bahçeye çıkıp sigara içip, yeni bir kahveye eşlik edebilirdim. Öyle yapmaktan bir saniye geri durmadım ve ilk fırsatta hoparlördeki sesi duyabileceğim şekilde kapıyı aralık bırakıp, sıcak suya döktüğüm ikisi bir aradaki kahvemle bahçeye yürüdüm. Çay makinelerinin en güzel tarafları da bu! Evet, elektrik faturası için üzücü olsalar da, sıcak su daima emrinize amade oluyor. Böylesi zenginlik insanı fazlasıyla şımartıyor. Narin ve kızları akşamsefalarının yanı başına yaptığım küçük kedi kulübesi içinde uzanıyorlardı. Narin, ayrıldığım şehirdeki kedilerin üzüntüsünü bir nebze olsa dindirmemi başarmıştı. Yine de benim eski arkadaşları çok özlüyordum. Bir akşam ciddi ciddi oturup ağlamıştım. Bir adam kedi için ağlar mı? Siz bir adamın rüzgârın ılık nefesiyle bile ağladığını görmemiş şansız kalabalık olabilirsiniz ama ben şahidim. Yalnız bir adam için her ayrılık gözlerinin önüne son model bulutlar çekiverir. Parlak, iri, hacimli ve son sürat ilerleyen bulutlar…
Narin ismini kediye koymama sebep Gül’den başkası değildi. Narin’e isim ararken, Gül’ün kayıp kedisini anımsamıştım. Gül’ün kedisinin fotoğrafını gördüğümde aklıma ilk gelen Teramisin olmuştu. Yavru kedinin göz ve yüz çevresine o kremden birkaç gün sürülmesi gerekliydi. Neyse ki benim Narin için böyle bir tedaviye şu ana kadar ihtiyaç hâsıl olmamıştı! Narin’in ayaklarını görebiliyordum. Yüzü aydınlıkla karanlık arasında kaybolmuş bir siluet halindeydi. Bir taraftan kahvemi yudumluyordum. Sigaramı söndürmek üzere bahçedeki masanın üzerindeki tablaya doğru yaklaşırken, Gül’ü anımsadım. Sahi, o günden sonra hiç yazışmamıştık! On beş gün içerisinde işe başlaması gerektiğinden bahsetmişti. Kaç gün geçmişti ki? Merak etmektense yazmam en iyi çözüm olacaktı. Elim telefona gittiğinde adının üzerinde bir süre duraksadım. Ya benimle görüşmek istemiyorsa? Bunu öğrenmenin tek yöntemi kendisine yazmaktan geçiyordu. ‘Hoş geldin Gül. Merhaba!’ Ah, hayır saçmalıktı bu! Ya hâlâ taşınmamışsa? Belki de ben bu şehirde yaşıyorum diye vazgeçmiştir buraya gelmekten? Aman Tanrım, cidden saçmalıyordum! Kendimi dev aynasında elbette görmüyordum ama kanaatlerimin her biri ayrı saçmalıktı! Adını yazmama gerek var mıydı? Zaten ona, Gül’e yazmıyor muydum? İkinci kitaplığı hava kararmadan bitirsem iyi olacaktı! ‘Nasılsın’ yazıp gönderdiğimde, içimde büyük bir kaya çoktan sonsuzluğa doğru yuvarlanmaya başlamıştı.
Ah benim kalıntım, şirk kapım, değeri bilinmeyen lafazanlığımla dolu umut yanışlarım, kendi kendime bir şeyler oluşum, dünyalığım ve yabancılığım; Sisifos Söylencem! Hiç dert etmesin bana bedduaların en azılısını gönderen! Söylemedikleriyle zaten ben en ağır cezamı yaşıyorum. Yüreğim çığlık çığlığa diyorum, aklım kayıp, yokları oynuyor diyorum; duyanım yok. İçimdeki kurt benimle büyüdü ve ben onun esiri olmak üzereyim. Açım, açıktayım ve doğuracağım bir canavar değil o! O benim sınıfımın hasedini barındırdığı, tüm azgın köpekleri öldüren bir kurt! Güneş her sabah doğduğunda, akşama değin aynı çaresizlikle yaşama peşinde olanların izindeyim! Ölmek istemediğim tek bir gün yok ama yine de intiharın zevkiyle ayakta duruyorum. Bu felsefe sorunuyla gençliğin baharında tanışığım söylenebilir. Fakat daha küçükken, sıcacık soba yanında yok olacağımız uykuyu beklerken de kovanın içinde kendi yanışımı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Azılı, uslanmaz bir melankoliğin peşinde Edirne sınırına kadar dayandım! Kelle kulesinden bu yana kellemi de çok soktuğum söylenemez meselelere. Şaşkınım dersem de buna inancımı düşüncelerimi inandırıcı bir şekilde soyutlama peşine düşer. Mantık, analitiği sever. Bu deneyimlerin sonucudur. Kolay olandır. Mantıksızlık çözümsüzlüğü ve sorunları var etmez; onların arasına saf bir cesaretle atılmayı arzulatır. Ben arzularını bile bir söylenti peşinde sırtıma dayadığım taşla yüklenmişim. Terden ve zahmetten başka tek yoldaşım şu kitap, kitaplar… Albert Camus’un Sisifos Söyleni kitabı ilk elime gelen ve rafa dizilen ilk kitap o! Kutlu olunmayacak kadar bedbaht bir tesadüf, sanatsız dünya kadar açık, aleni ve ilahi! Beklenen cevabın telefona geliş sesiyle, kitaplıklardaki vidaların gözükmesini engelleyen küçük, yuvarlak tapaların olmadığını görme anım tam anlamıyla eş ve Gül’ün sesiyle dinliyorum yazdığı mesajı:’ İyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın?’ Kötüyüm.
Hızlı ancak kısa mesajlar evin ılgınıyla beraber esiyor. Sakinim. O da sakin ama yorgun.
‘Sağ olasın, ben de iyiyim. Ne zaman taşınacaksın?’
‘Dün taşındım. Ailem yanımda. Onlar da yarın dönecekler memlekete.’
‘Hım, iyiymiş! Hayırlı uğurlu olsun. Güle güle otur inşallah. İşin de yeniden hayırlı olsun.’
‘Teşekkür ederim. Sen neler yapıyorsun?’
‘İyiyim ne olsun, ev hali. Ufak tefek işler vardı hallettim bugün.’
‘Anladım.’
‘Kaç hafta geçti, yine de insan eksik bir şeyler buluyor işte!’
‘Anladım.’
‘Yarın kaçta gidecek sizinkiler?’
‘Neden sordun?’
‘Yarın alışveriş merkezine uğramam gerekiyor. Eğer müsaitsen otururuz bir yerde. Bir şeyler içeriz.’
‘Bilmiyorum, kendimi çok yorgun hissediyorum. Pazartesi günü işe başlıyorum malum. Yarın ailem gidecek. Onlar gidince evde dinlenmeyi düşünüyordum.’
‘Sen bilirsin. Eğer fikrini değiştirirsen bana haber edersin. İyi akşamlar şimdiden.’
‘Teşekkür ederim. Büyük ihtimalle evden çıkmam ama teşekkür ederim teklifin için. İyi akşamlar!’
‘Niye yazdın şimdi, ne gerek vardı? Bak işte, gelmem diyor. Belli ki istemiyor seninle görüşmek. Amma da aptalsın ha! Hem görüşseniz ne konuşacaksınız? Sen değil miydin ona ‘bizim frekanslarımız çok farklı, sen Doğu isen ben Batı. Ben Kuzey isem sen Güney’sin’ diyen. Şimdi ne değişti? O aynı, sen de aynısın! Ne bulup konuşacaksınız ha?’ İç sesim susmak bilmiyordu! Kitaplar bir gece daha parke üzerinde misafir kalacakları. Tapaları takmadan kitapları raflara dizmek istemiyordum. Sisifos Söyleni tek başına bir rafta duruyordu. Onun yeri diğerlerinden ayrı filan değildi! Elime gelen ilk kitaptı, bir tesadüf idi; başka türlü de düşünmek bana haksızlık olurdu! Narin’e suyla karıştırdığım sütü ve mamasını verdikten sonra Mualla Hanım’ın salıncağına oturdum. Telefonu elimden bıraktım. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Olgun bir dut gibi dalından düşüp, sıcak asfalta yapışacak kadar bezgindim. Sonra insanların adımları, araba tekerleri zevkle üzerimden geçip beni ezebilirlerdi. Suyumla beraber içim mai asfaltın bağrına işlerdi. Ta ki sokakta bir halı yıkanana, yağmur yağana ya da bir köpek üzerime işeyene kadar!
Tapaları alıp, alışveriş merkezinden çıkmak üzereyken mesaj sesine irkildim. Adını görünce güldüğüm insan nereye gitmişti. Garip bir sıkıntıyla mesajı okuyordum:’ Aslında hava alsam iyi olacak! Evde durmakta istemiyorum şimdi. ‘ Arabaya oturduğumda cevap atıyordum:’ Konum at, geleyim.’ Araba gaza geçmeden mesajı gelmişti:’ Hayır, evde değilim. Terminaldeyim. Neredeysen söyle ben geleyim!’ Keçi gibi inatçı olduğunu biliyordum ama yine de kendi dediğini yapamayacaktı. Saçma bir oyun oynuyormuş gibi hissediyordum. ‘Bekle beni orada. Yakınım oraya geliyorum.’ Terminalde on beş dakika park ücretsizdi. Telefonumda Gül’den gelen okunmamış mesaj duruyordu:’ Neredesin, lütfen söyler misin? Beklemek istemiyorum burada.’ Çıkış peronlarına doğru yürürken, ufkum alabildiğince daralmış, metal bankın üzerinde oturan bir siluet gözüme çarpmıştı. Yakınlaştıkça kırılıyordum. Her adımın binlerce bana ait parçayı geride bırakmam için emrediyordu. Tek parça oraya, bir hayalin yanına varıp varamayacağımı tahmin edemez haldeydim. Beyaz, uzun kollu bir bluz üzerindeydi. Yüzünü yakınlaştıkça daha net görebiliyordum. Dağınık saçları kendisi kadar yorgundu. Telefona bakıyor, sonra telefonu eline alıp dizine hafifçe vurup, tekrar telefonu kendine yaklaştırıp ekrana bakıyordu. Sesimin duyulabileceği yere kadar ona yakınlaşmıştım ki ‘Gül’ dedim birden ve durdum, sustum. Yüzünü bana, sesin geldiği yöne doğru çevirip bakmasıyla bakmaması arasında ne de uzun bir aralık vardı! Ayağa kalkıp bana doğru yürürken yüzündeki gergin okyanus içinde boğulabilirdim. Kaynak iki nehrin başlangıç noktası gözleri de tıpkı saçları gibi yorgundu. ‘Neden cevap yazmadın. Ben yanına geleceğim demiştim.’ Bir gram keçi inadı eksilmemişti. ‘Hoş geldin’ dedim, gülümsüyordum istemsizce. ‘Hem bu şehre, hem de yeni hayatına, bir de…’ Diyemedim. Karantinalı günlerden kalma yumruk selamını yapacak kadar sakin değildi. Zaten böyle bir saçmalığa gerek olamazdı. Cevap vermiyordu. ‘Arabadaydım’ dedim, ‘terminale çok yakındı gittiğim alışveriş merkezi. O yüzden hemen yanına geldim.’ ‘Ben yürümek istiyorum, arabayla dolaşmak istemiyorum’ dedi. Gerginken bile insanı güldürüyordu ya, ne desem şimdi kör itin öldüğü yer kadar aradaki mesafemizi dindirmeyecekti! ‘Arabayla merkeze gidelim de, orada bir yere park eder, büyük parkta yürürüz’ dedim. İtiraz etmiyordu. Bu onun sessiz onaylayış tarzıydı.
Kaçamak bir gülüş, birazcık uzaklığı tüketecek, beni cesaretlendirecek bir ifade arıyordum yüzünde. Kelimelerim kadar sarhoş, cümlelerim kadar devriktim yanı başında. Sadece önüne bakıyor, arada başını sağa çevirip pek tanımadığı şehre aşina olmaya çalışıyordu. Benim de bu şehri çok bildiğim söylenemezdi ama yine de birkaç haftalık ondan fazla şehir tecrübem vardı. Arabayı park edecek, park ücreti kesilmeyen ara bir cadde biliyordum. Oraya vardığımızda biraz daha fazla yürüyebilmemiz için arabayı şehir merkezine biraz daha uzak bir yere park etmeyi akıl ettim. O benim yanımda nasıl hissediyor, bunu tam sezemesem de, ben onun yanımda olmasından dolayı aşırı mutluydum. Biri ona ‘kendini nasıl hissediyorsun’ diye sorsa, vereceği cevap belliydi:’ Dağınık ve yorgun!’ Yüzünde makyaja dair en ufak iz yoktu. Kendini yorgun hissettiği, parmağını dahi kaldıramayacağı günlerde, bunlar tabi ki onun tabiri; makyaj yapmıyordu. Ev taşıma telaşının ne kadar yorucu olduğunu iyi bildiğim için yorgunluğu yanımda anlamlı ve tazeydi. Ne diyeceğimi, söze nereden ve nasıl gireceğimi bilemez haldeydim! O beni bu durumdan da kurtaracak kadar becerikliydi: ‘Ne oldu, böyle susacak mıyız hep?’ Kısa bir kahkahaydı benimki ama bakışları, tıpkı cümlesi kadar beni yeniden güldürmeyi başarıyordu: ‘Ne, ne oldu? Niye gülüyorsun ya pişmiş kelle gibi?’ Hâlâ kızgın olduğunun farkındaydım ama neden kızgın olduğunu anlayamıyordum. ‘Hiç, sadece çok hoşsun!’ Biliyordum buna da sinirlenecekti. Çok geçmeden ‘çok gıcıksın, sinir bozuyorsun. İnsan bir sorar değil mi ne yaptın ne ettin’ diye. Gül’le didişmeyi bile özlemiştim. ‘Heyecanlı mısın’ diye sordum. Heyecanlı filan değildi, bu her halinden belliydi. ‘Ne heyecanı ya, gerginim ve yorgunum. Eve gidip sabaha kadar uyumak istiyorum.’ İkimizin de hiç sevmediği bir şey yapacaktım. Aslında benim yaptığım şey o ortak sevmediğimiz ‘sinsiliğe’ girmiyordu ama yine de denemek istiyordum:’ Eğer gidip uyusaydın şimdi, bana yazmamış olsaydın seni göremeyecektim. Seni görmeseydim eğer hep düşünüp duracaktım. Acaba ne yaptı, nasıl, iyi mi diye diye seni sorup duracaktım boşluğa.’ Hayır, bu yapmaya çalıştığım şey sinsilik filan değildi! Gerçekten onu görmeyi, onunla didişmeyi, onunla o didişmelerimiz sonrası onu konuşturmayı, onun dinlemeyi özlemiştim. İlk görüşmemizde nasıl da şaşırmıştı:’ O adam gerçekten sen misin? Ağzını bıçak açmıyor. Ben de tıpkı o yazan adam gibi geveze birisini karşımda bekliyordum. Çok gıcıksın, insanın sinirini bozuyorsun!’ Gerçekte konuşmaktan ziyade dinlemeyi, bir insanın gözlerine bakmayı, onun varlığına ait boşluktaki konumu takip etmeyi ne kadar çok sevdiğimi benimle karşılaşmadan elbette bilemezdi! Yine de dağ fare doğurmak üzereydi. Ben yine bir şey söylemeyecek, onu bekleyecektim. ‘Sana hâlâ çok kızgınım!’
‘Bir ağaç, bir kuşa ‘nerelisin’ diye sormaz, yalnızca şarkısına eşlik eder. Güzel sözmüş’ dedim. Kahvesinden bir yudum daha alıp, ince sigarasını tabladan dudağına doğru kaldırıyordu. Yeniden yüzünü zihnime kazıyordum. Yuvarlak yüzünün belirgin ve şekilli çenesi üzerinde iki canlı arasında sıkışan sigarayı gördüm. Sigarayı tekrar parmakları arasına aldığında, duman iki saniye yüzüyle gözlerim arasına giriyordu. İki canlı ince dudağıyla pek bir mesafesi olmayan tatlı burnu yine aynı yerde, aynı güzellikte karşımdaydı. Fakat ‘ten içre bir can vardır ki, kul onu bir kere bile’ sözü dilimi ıslatırken, tüm vücudunu saran enerjisini görebiliyordum. Kafesi açık bir kuş kadar hem özgür hem de kendi prangalarını gözlerindeki ağlama duvarına işleyecek kadar da duyguları keskin canın bakışları bir türlü perdeyi aralamıyordu. Sonunda o perde açılıp, bana baktığında ‘kimin o söz’ dediğini duyar gibi oldum. ‘Hangi söz’ dedim. ‘Az önce söyledin ya’ dedi, ‘bir ağaç, bir kuş filan geçiyordu.’ ‘Ha’ dedim, ‘arkanda duvarda asılı tabloda asılı o söz. Halil Cibran’ın sözü.’ Bir süre daha durduktan sonra ‘falıma bakacak mısın’ diye sordum. ‘Hiç halim yok, başka zaman olsa olur mu’ dedi. Yumuşamıştı. Zaten onun etrafını saran bariyerleri sisten ve de korkudan ibaretti. Geçmişe ait yaşamında iz bırakan her kırılma onda yeni bir korku payı bırakmıştı. İlkokulda kurduğu arkadaşlıkları daha dün gibi yaşamış gibi anlatan birinden bahsediyorum, tabi ki kalbinin kırılışına ait hangi detay varsa unutmayacak, unutamazdı! ‘Sen’ dedi, duraksadı. Soğuyan kahvesinden bir yudum daha alıp ‘sen, sen beni çok kırdın!’ Onun bedeni ne kadar yorgunsa, benim de ruhum bu türden bir mevzu için yorgundu. ‘Ne dememi bekliyorsun’ dedim. ‘Hiç’ dedi yeniden bir sigara yakarken. ‘Sadece nasıl olur da öyle düşündün, bana haksızlık ettiğini nasıl düşünmedin diye defalarca ben düşündüm. Beni nasıl olur da …’ Birden ‘sus’ dedim, parmağımın dudaklarımdan başlayıp, yüzüne; dudağına doğru gidişine engel olamadım. O an Kuşadası’nda bir balkonda, gecenin üçünde Poe okuyordum. Evin sahibinden bu hareketi öğrenmiş olabilirim. Sigaralar yine boğazımı acıtmış ve kederden yeni kederler beğeniyorum. Dün onun ismini bir gemi kıçında gördüğümden ötürü ayrı üzgünümdür. Unutmuşumdur en bilinen gavurcayı ve güle güle bile diyememişimdir uluslararası, anlaşılır Türkçe’mle! Şimdi Gül’ün karşısında tüm maziyi bir çöp poşetine doldurup, evin bir köşesinde saklayabilirim. Ben imtiyazı olan bir adamım! Bakışlarım işte bir kaplanın kırgın ve kırık soluk alışverişleri! Düşmez misin benimle?
‘Sus… Hâlâ nasıl olur da anlamıyorsun da demeyeceğim. Fakat ben, ben ne konuşacağını bilmeyen biriyim şimdi! Sus diyen dilim de kafesine girsin!’ ‘Ama’ dedi, ‘ben sana söylememiş miydim? Beni bir kere böyle yanlış tanımandan ötürü çok kırıldım. Ben sadece bana yazdı tekrardan dedim. Onun kollarına koşuyorum mu dedim? Bir anlık öfkedir gelir geçer ama sen tüm arkadaşlığımızı bir anda beni de hiç düşünmeden silip attın. Bunu ben hiç hak etmedim.’ Ne kadar gururlu olduğunu kendisine anlatırsam, işte o zaman benden budalası olmazdı! Tüm nazlarını, kaprislerini kalkan etmiş, bana bir daha yazmayan karşımdaki insanın en büyük dayanağı gururdu. Bu nazdan da öte bir şeydi! Kendisine haksızlık ettiğimi düşünüyordu. ‘Hep sana dedim’ dedi, ‘stresli bir dönemdeyim, birazcık anlayış bekledim, bekliyordum senden. Sen koca boş günlerinde geminin yelkenini sabahtan akşama silen miço oldun. Oysa kaptan olmanı bekledim.’ Garson masamızın yanından geçerken ses ettim ‘bize iki çay, iki de su’ diye. Kahvenin yanındaki küçük bardaktaki su, hacdan dönenlerin misafirlerine takdim ettiği zemzem suyu kadar az ve boğaz kuruluğuna yetersizdi. ‘Sen ne yaptın’ dedi. ‘Sen gurur yapmadın mı? Hemen çekip gittin. Belki senin arkadaşlığına, belki senin iki sesine, günde birkaç defa da olsa yazacağın kısa mesajlara ihtiyaç duyuyordum. Hiç sormadan, beni benden dinlemeden hemen çekip gittin. Kıskanç olduğunu seziyordum ama bu kadarı… Gerçekten pes!’
‘Zaten her şeyin suçlusu benim, sevmek benim neyime ki!’ dedim kısık bir sesle. ‘Ne dedin, anlamadım’ dedi. ‘Hiç’ dedim, ‘burnuma köz kokuları geliyor. Sanki birileri biber salçası yapıyor. Onun gibi bir şey, bir köz…’ Gözleri daha ne kadar güzel olabilirdi ki? ‘Yine başladın alakasız konuşmaya. Ben ne anlatıyorum, sen ne diyorsun. Hiç değişmeyeceksin değil mi?’ Çaylarımızı içtikten sonra ‘kalkalım mı’ dedim. İkimizin suyu da benim elimdeydi. ‘Bunu al’ dedim, ‘içersin.’ Çantasına suyu koymadan önce ‘bekle’ dedi. Küçük çantasından büyükçe kelebek tokasını çıkarıp, saçını arkadan toparladı. Su şişesi çantasına zar zor sığabilmişti. Heykel’e doğru yürürken bir anda istemsizce tutulmuşçasına serçe parmağımdan tutup ‘yürümek istemiyorum artık, beni evime bırakır mısın, çok yorgun hissediyorum uyumak istiyorum’ dedi. Arabayı uzak bir yere park ettiğim için içim cız etmişti. Yaptığım şey şu an ikimiz içinde ceza hükmündeydi. Nihayet tüm bu yorgunluk gösterisi sona erdiğinde, arabadan inmiş ve apartman kapısına doğru yürüyordu. Arabadan inmeden ‘üçüncü kat, beş numara’ demişti. O inerken pencereyi açmış, ona bakıyordum. Arkasını döndü ve tekrar arabaya doğru yürüdü. Bir eliyle arabanın tavanına tutunarak ‘seni tekrardan gördüğüme sevindim. Umarım daha iyi arkadaş olabiliriz. Yarın için bana şans dile, ilk günüm biliyorsun’ dedi ve gülümseyerek arkasını döndü, apartman kapısına doğru yürüyüşünü takip ettim. Anahtarı çıkarmak için elini çantasına attığında el frenini indirdim ve gaza bastım. Eve girdiğimde onun dile getirdiği yorgunluğu giyinmiş gibi hissediyordum. Sade maden suyunu dolaptan çıkarıp, üç dikişte şişeyi bitirdim. Boş maden suyu şişesine su doldurdum. Mamayı da alıp Narin’in ve kızlarının yanına vardı. Suluğuna şişeden su doldurup, mama kabına da mamasını koyduktan sonra Mualla Hanımın salıncağına geçtim. Arabayla eve dönerken aklıma geleni yapma vaktiydi. Yarın ilk iş günüydü. Güzel, rengârenk laleleri masasında görse mutlu olabilirdi! Bir an elimi salıncağın boş minderi üzerinde gezindirir halde buldum. Bu yaptığımdan dolayı sonradan utanç duyabilirdim ama varlığını tekrardan görmemle, yokluğunda onu arayışlarımın geri gelmemesi imkânsızdı. Daha yakınımda olmasını diliyordum. Sabah uyandığımda bunları düşündüğüm için utanacaktım.
‘Heyecanın ve sevincin bol, yeni işin hayırlı olsun çirkin :) ‘ mesajlı laleler kendisine ulaştıktan sonra müsait olur olmaz bana yazmıştı: ‘Gıcıksın, çok gıcık. Ayrıca teşekkür ederim.’ Gece Mualla Hanımın salıncağında düşüncelerimden dolayı utanç duymadığımı fark ettim. Yeni gün benim için de yeni umutlar doğurabilirdi ama acele edersem her şeyi mahvedeceğimi biliyordum. Nuri Bey yeni halimi anlamış olmalıydı ki, manalı bir şekilde ‘hayırdır, yüzünde bir gülümseme var ki sabahtandır geçmedi gitti’ dedi. ‘Odanızda biraz konuşabilir miyiz Nuri Bey’ dedim. ‘Hay hay’ dedi eliyle odasını işaret ederek. ‘Nuri Bey’ dedim, söze ilk ben başlamak istiyordum. Sözümü hemencecik kesmişti. ‘Çok fazla olmadı seni tanıyalı. İşinde gücünde bir adamsın. Yüzündeki şu gülümseme… Sebebi her kimse beni de çok sevindirdi bilmeni isterim. Fakat iyisin değil mi? Bir sıkıntı yok umarım.’ Biraz duraksayıp, gözlüğümü düzelttikten sonra ‘yok’ dedim, ‘Nuri Bey, yok bir sorunum şükür. Fakat sizden bir ricam olacaktı.’ Bir süre beni süzdükten sonra ‘hay hay, buyur’ dedi. ‘Aslında bu ara yazışmaların fazla olmaması da beni bu konuda cesaretlendirdi. Sizden hafta özelinde izin isteyecektim’ dedim. Anlamamış gibi başını geriye, döner sandalyesinin sırt kısmına yaklaştırdı. Sonra tekrar omuzlarını dikleştirip, başını yukarı kaldırarak ‘nasıl’ dedi, ‘izin istiyorsan tabi ki söyle, kaç gün lazımsa ayrıl izne ama bu başka türlü bir izin sanırım, öyle mi?’ ‘Evet’ dedim, ‘yıllık izinden bahsetmiyorum Nuri Bey, sadece akşamları iş çıkışı bu hafta yarım saat önce çıkabilir miyim diyecektim.’ Nuri Bey bir süre düşünüyormuş gibi yaptı. ‘Hay hay, sıkıntı yok ne benim ne de şubemiz için. Ancak bir şartla bunu kabul ederim. Eğer neden istediğini detaylı bir şekilde anlatırsan yalnızca bu hafta değil, gelecek haftada yarım saat erken çıkarsın, idare ederim ben seni’ dedi. Detay demeseydi iyi olacaktı!
‘Aslında detaylandıracak bir durum yok. Sizin de tahmin ettiğiniz üzere güzel bir hanımefendi var. Önceden tanıdığım birisi. Buraya atandı. Kendisiyle önceleri iyi arkadaştık, sonra bir takım tatsızlıklar oldu ve uzun süredir görüşmüyorduk. Buraya atandığını öğrenince bana yazdı. Ben ona söylememiştim ancak o benim nerede tekrar işe başladığımı öğrenmiş. Velhasıl kelam dün kendisiyle yüz yüze uzun bir süre sonra görüştük. Şimdi daha yeni buraya taşındı, burada da yalnız. Ona en azından akşamları ilk birkaç gün yoldaşlık etmek istiyorum. Sizin düşündüğünüz tarz da bir şey yok. Gerçekten, sadece arkadaşız.’ Cümleler boğazımda düğümleniyordu. Boğazım kurumuştu. Nuri Bey: ‘Sadece arkadaşsınız öyle mi? Hadi dilinle beni kandırıyorsun diyelim, sabahtandır seni takip ediyorum, yüzünü de inkâr mı edeceksin’ dedi. ‘En azından dilim buna hazır değil Nuri Bey’ dedim. ‘Sizin elbette takdiriniz, ne anlamışsanız saygı duyuyorum ama gerçekten sadece arkadaşız!’ Nuri Bey’in odasından çıkarken gömleğimin iki düğmesini açıyordum. Koşar adımlarla masamın yanına varıp, bilgisayarın yanında duran su şişemden nefes almak için kesilene kadar su içtim. Hayır, onun ima ettiği türden bir şey yoktu! Biz gerçekten sadece iyi birer eski arkadaştık. Şimdi de o eski arkadaşlığımızı tamir etmek için elimde fırsat vardı. Saat dört olduğunda boş gözlerle bilgisayara bakıyordum. Nuri Bey’in seslendiğini duyar gibi oldum. Başımı kaldırıp baktığımda ‘sizin dışarıda dediğim o işi takip etmeniz gerekmiyor muydu, geç kalacaksınız, hadi siz çıkın’ dediğini duydum. Gülümsüyordu. O an Nuri Bey’e koşup sarılabilirdim. ‘Tabi Nuri Bey, hemen çıkıyordum’ dedim. Ben de gülümsüyordum.
Mesajıma çok geçmeden cevap vermişti: ‘Birazdan ben de çıkacağım. Sanırım hafta sonunun yorgunluğu hâlâ üzerimde ama sevdim iş yerini.’ Saat beş olduğunda, çıkış kapısının sol tarafındaki duvarın hemen karşısında duran reklam panosunun arkasına saklanıverdim. Kalbim her geçen saniye hızla artıyor, onu beklemekten yorgun halde elimi cebime götürmemek için zor dayanıyordum. Karantinalı günlerin ardından şehrin işlek caddelerinde sigara içmek tamamen yasaklanmıştı. Yasağı delecek kadar sabırsızdım. Bir elinde poşetler, omzundan çantası ve diğer elinde göğsüne doğru yaslayıp sıkıca tuttuğu lalelerle Gül kapıdan çıkıyordu. Her zamankinden daha güzeldi! Koşup ona sarılsaydım ne derdi ki? En fazla poşetler ve laleler yere mi düşerdi? Yoksa bana sert bir tokat atıp ‘senden bunu beklemez miydim’ derdi. Sanırım bu sarılmayı gerçekleştirebilmem için arkadaşlıktan biraz daha fazla yakınlığa ihtiyaç duyuyorduk. Beni bir anda karşısında görünce afalladı: ‘Sen, ne işin var burada senin?’ Sahi ne işim vardı ki? ‘Seni görmek istedim. Hem evine kadar beraber yürürüz diye düşündüm. Elinde bugün kalabalık maşallah, çok hediye almışsın belli.’ Gülümseyerek poşetleri bana uzatırken ‘bu kalsın bende, çok gıcık birisi gönderdi bunu, sana veremem bunu’ dedi. ‘Keşke buraya atanmasaydı’ diyen iç sesim baskındı! ‘Çok güzelsin’ dedim bir anda. ‘Sahi mi’ dedi, gülümsüyordu, ‘teşekkür ederim.’ Yol boyunca nasıl bir iş yapacağından, iş ortamının nasıl olduğundan konuşup durdu. Söylediklerini dinliyordum ama onu gerçekten anlıyor muydum; işte orası bir muammaydı! Efsuna dönüşen iki ayaklı bir hikâye gibiydim, balmumumdan yüzüme yeni bir yüz yapmışlar ve hep gülümsüyordum. Bu şaşkın halimden rahatsız olsam da, maruz kalmaya, Gül’e karışmaya, onunla gülmeye karşı çıkamıyordum.
Perşembe günüydü sanırım. Evine kadar eşlik ettiğim o gün ‘Cuma günü çok methettiğin şu Mualla Hanım teyzenin evini görmeye geleyim mi’ dedi. ‘Nasıl’ dedim, gayet kibar bir şekilde anlamamıştım. ‘Sana diyorum, misafir kabul etmiyor musun yoksa? Cuma günü sana geleyim diyorum dedim de, ooo, sen uçmuşsun. Alo, komşu komşu orada mısın?’ ‘Pardon’ dedim bir anda, ‘tabi neden olmasın, akşam yemeğine gelirsin, ben işten erken çıkarım az hazırlık yaparım. Yarın mı yani geleceksin?’ ‘Yok’ dedi, ‘Cuma derken, haftaya Cuma diyorum. Bu hafta sonu benim üniversiteden iki kız arkadaş gelecek. Bu hafta sonu olmaz da haftaya Cuma diyelim, müsaitsin değil mi, bakalım övdüğün kadar var mı ev!’ Gül’ü evine bıraktıktan sonra direkt bir büfeden bir şişe su ve bir paket sigara aldım. Her gün Gül’ü bırakmak için ciddi yol yürüyordum. Sonra dönüyor iş yerinin otoparkından arabama binip eve dönüyordum. Dört gündür bu kaide şaşmıyordu. Fakat beni asıl şaşırtan Gül’ün kendini bana misafir ettirmesiydi. Aslında benim aptallığımdı, bir kez olsun kendisini davet etmemiştim. Belki de utancımı böyle yaşıyordum.
Cuma günü ve hafta sonu görüşememiştik. Bir sonraki pazartesi de görüştükten sonra hafta içi bir daha görüşecek vakti bulamamıştık. Ankara’dan müfettişlerin geleceği duyulmuştu. Kurum ayağa kalkmış, tüm evraklar baştan sonra yeniden inceleniyordu. Saat beş olduğunda artık ne yürüyecek ne de konuşacak takatim kalıyordu! Gül içinde işi öğrenme süreci yorucu geçiyordu. Telefonlaşıyorduk, mesaj atıyorduk ama yüz yüze gelemiyorduk. Beklenen Cuma nihayet gelip çattığında, iş yerinden yarım saat değil, öğleden sonra tamamını izin alacaktım. Markete gidip alışveriş yapmam gerekiyordu. Bahçede masayı bir güzel süsledikten sonra, çorbası, ev köftesi, salatası, tatlısı derken bir sürü uğraş vermem gereken şey vardı. Evi bile baştan sona süpürmeli, dağınıklığımı ortadan kaldırmalıydım. En azından bir odaya çamaşır kurutmalığını götürüp, o odanın da kapısını kilitlemeliydim. Çünkü kurutmalık, çamaşır kurutmalığından başka her şeye benziyordu.
Çorba hazırdı. Ev köftemi kızartmadan önce buzdolabında dinlenmesi için bırakmıştım. Salata ve tatlı da yarım saat içinde hazır olacaktı. İçimdeki ölümsüz gelen sevinçten dolayı utanacak değildim. Bugün yüzüme, kalbime ve zihnime işlemiş gerçekliği artık dile indirgeyecek, ona duygularımı utanmadan ifade edecek, Gül ile konuşacaktım. Köfteleri kızartmadan önce Gül’e mesaj yazdım: ‘Kaçta geleceksin?’ Çok geçmeden ‘altı, altı buçuk gibi orada olurum, sen konum atar mısın canım, bir şey alayım mı gelirken’ diye cevabını aldım. ‘Yok canım, sen gel kafi’ cevabı sonrası ‘tamam görüşürüz o zaman’ mesajını atmıştı. Köfteleri de dans ederek kızartıyordum. Hayatımda ilk defa klasik beyaz uzun mumlar harici mum almış ve Mualla Hanımın şamdanına koyup, bahçede hazırladığım masanın tam ortasına bırakmıştım. İnce bir sürahi içinde ise bahçeden topladığım, özenle makasla kestiğim çiçekler vardı. Mutluluğumu yemekleri ve masayı hazır ettikten sonra Narin ve kızlarıyla da paylaştım. Narin ve kızları da Gül için büyük sürpriz olacaktı. Eğer isterse kızlarından birini evine götürebilirdi. Her ne isterse kabulümdü. Saat altıya yaklaşırken gardolabının karşısına geçip, ütülü gömleklerime bir süre bakındım. Lacivert gömleğimi giyindim. O yakın olduğunda zaten haber ederdi. O zaman hoş bir iki koku sürünürdüm. Şimdi kokunun vakti değildi. Başka bir sürprizim daha olacaktı. Salıncakta ‘İçimizdeki Şeytan’ kitabı minderin üzerinde duruyordu. Tam anlamıyla okuyamadığım kitaplardan biriydi ancak onunla bir ara kritiğini yaparız diye önceki akşam oturup, kitabı baştan sona okumuş ve hatta notlar almıştım.
Saat altıyı on geçiyordu. Yirmi dakika sonra burada olacaktı. Başka türlüsünü düşünmek bile istemiyordum. Çakmağım bile masadaki mumları yakmak için heyecandan avucumda duramıyor, ikide bir çimlerin üzerine düşüyordu. Çok fazla sigara içmek istemesem de, her geçen dakika canımın daha fazla sıkılmasına sebep oluyordu. Gül neredeydi? Saat altıyı otuz beş geçiyordu. Hâlâ gelmemişti. Kesin bir aksilik yaşamıştı. Trafik! Evet, taksiyle gelmesini söylemiştim. Taksi kesin girmiştir dar bir sokağa, orada da eşya taşıma kamyonu vardır. Geriye gitmek istesen gidemezsin, bekle ki kamyon çıksın sokaktan! Ulan şu taksiciler yok mu, her şeyi mahvetmeye birebirler! Yoksa evde mi aksilik çıktı? Evin su borularından biri patlamışsa? Ah canım, kime diyecek, kimi çağıracak. Korkudan ne yapacağını bilemez ki!
Saat 18.55. Mesajım ulaşmadı. Telefonu mu bozuldu yoksa? Hay aksi, öyleyse konumu da zaten söyleyemez ki taksiciye!
Saat 19.25. Bu ikinci kez onu arayışım. Telefon kırk beş saniye çalıyor ama cevap veren yok. Ciddi anlamda korkmaya başladım. Üzerime baharlık ceketimi alıp, arabaya atlamama ramak kaldı.
Saat 19.50. Artık telefonuna ulaşılamıyor. Üçüncü arayışımda telefonu kapalıydı. Bayıldı bir yerde kaldı da şarjı mı bitti telefonunun? Yoksa, yoksa başına gerçekten kötü bir şey mi geldi?
Saat 20.30. Gömleğim kül içinde kaldı. İzmaritleri artık tablayla uğraşmadan salıncağın hemen ilerisine atıyorum. Bir süre yanıyor sigaranın son piyadesi ve kendi yandıktan sonra da eski halinden eser kalmıyor.
Saat 21.00. Telefonuna ulaşılıyor. Bu kaçıncı arayışım bilmiyorum. Fakat telefonu açıldı. Demek ki telefonu arızalı değil ama neden cevap vermiyor. Yine de korkuyorum ki başına bir şey gelmiş olabilir. Bir şey araba anahtarıyla benim arama giriyor. Bir türlü ayağa kalkıp yanına, evine gidemiyorum.
Saat 22.00. Gözlerim kapanacak gibiydi. Bir mesaj. Çok uzatmadan ve acıtmadan: ‘Özür dilerim. Gerçekten özür dilerim ama gelemem!’
Saat? Gecenin bir yarısı, iki paket sigara, izmaritleri ve paketleriyle beraber bahçe çimleri üzerinde yatıyor. Gözümü masaya bir an için çevirip baktım. Narin’in kızlarının kulübeden takırtıları geliyor. Büyüyorlar. Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu bir süre düşünmek zorunda kalıyorum. Yerdeyim. Çiğ düşmüş çimlerin tam üzerinde yatıyorum. Başım ağrıyor. Başımda ılık bir şey çimlere yapışmış gibi. Mualla Hanımın rahmetli eşi Remzi Beyin salıncaktan düşüp, beyin kanaması geçirdiği yer burası. Kafamı neye vurduğumu anlamış değilim. Yerde en ufak taş parçası yok, bahçeyi ben temizlemiştim, biliyorum. Ölüyor muyum, tam olarak ne halde olduğumu anlayamıyorum. Salıncağa doğru başımı kaldırıyorum. Minder yerinde değil. Başımı salıncağın kalın demirine vurmuş olabilir miyim? Minder bir tarafta, az ötede kitap duruyor:’ İçimizdeki Şeytan!’ Sanırım bir rüya, az önce olabilir. Bembeyaz, kabarık bir gelinliğin içinde yeşil su gözleriyle Gül’ü görüyorum. Bir okul sırasında oturmuş, benden yana bakmıyor. Nasıl da güzel, saçlarını kime saklamış acaba?
Ayağa kalkamıyorum. Başım her denemem de daha çok dönüyor. Ağrıyı zamanla hissetmiyorum. Gömleğimde kan lekesi ve çiğ damlaları, külün üzerini örtmüş. Yüzümü görmek istiyorum şu an: Gülüyorum. Gülmek hiç bu kadar yakışmamıştı bana! Uzaktan ezan seslerini duyuyorum. Öldüm sanırım. Şu gelen bir melek olmalı. Yaklaştıkça sabahtan tıraşlı yüzü seçiliyor. Yanında biri daha var. Benziyorlar, kardeşi olabilir. Belki de bu ikisi melekler, hiçbir şey bilmiyorum. Sadece başım dönüyor. Artık ayağa kalkmak da istemiyorum. Siren seslerini duyuyorum sadece. Cenaze arabalarının da sirenleri vardı değil mi? Gülüyorum ama yine de. Gülmeliyim. Yanımdaki iki meleğin gülmeme sevindiklerini duyar gibi oluyorum. Artık çok hafifim. Sesler kesiliyor. Ta ki soğuk bir odada uyanana kadar hiçbir şey ne duyuyor ne de görüyorum!
YORUMLAR
Merhaba,
Uzun bir aradan sonra geldim sayfaya. Müdavimlere göz atmaya başladım sırayla.
Yine bir serzenişte bulunacağım kusura bakmaksan sana. Yazın hadi diyelim oldukça uzun ama okunuyor yazan sen olduğun için. Ama şu paragraf başlarını uzun tutuyor olman gözleri fena halde yoruyor bea!
En azından beni...
Kalemine sağlık,
Kardeşim vaktiyle adamın teki 200 küsür sayfalık romanını eklemişti buraya. Bölüm bölüm değil ha, bir kerede. Senin yazıya şöyle bir baktım da az daha dişini sıksan onun rekorunu elinden alacaksın :) Sen bekle az şöyle. Kredi kartına iki taksit yaptırdım yazını. Şu ev ahalisini yedirip doyurayım, gelip keyifle okuyacağım inşallah. Napalım, biz, beyler gibi kahvemizi alıp bir kenara geçemiyoruz. Tam yazacağım "Aneaağğ tuvalet kağıdı bitmiş." "Anneağğ acıktım." "Anneaağ neden, neden böyle bu zalım hayat. Neden benim de bir sevgilim yok!" Adam da ayrı dert tabi. "Hatunn aşortmanım nerde." Dolabında körolmayasıca, yirmi beş yıldır aynı yerde. Bir de diyorlar ki, neden dünya klasikleri arasında kadın edebiyatçı sayısı bu kadar az.
Neyse, geleceğim ben.