- 508 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
748 - SIR VERMEK
Onur BİLGE
Define sır küpüdür. Ruh doktorudur. Virane’ye gelen ve derdini anlatmak isteyen herkesi Marko Paşa gibi dinler, elinden geldiği kadar yol göstermeye çalışır. Aktarılan konuda bilgisi yoksa, yardım için elinden bir şey gelmiyorsa bile sıkıntısı olanları sükunetle dinlediği için onu tanıyan, etrafından ayrılmak istemez.
Eskiler, annemle dertleşirlerken, çevrelerinde güvenilir insan olmadığından yakınıyorlar: “Kimseye güven kalmadı ahretlik! Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu vardır, söyler dostuna! En iyisi mi? Gideceksin uzak bir yere, kaldıracaksın koca bir taşı, anlatacaksın anlatacaksın, sonra kapatacaksın taşı oraya. Sırrını taşa söyleyeceksin! Ancak ondan sır çıkmaz! Ben öyle yapıyorum.” diyorlardı. Annem de:
“İki kişinin bildiği, sır olmaktan çıkar. Ser verip de sır vermeyen kimse kalmadı artık!” diyor, Midas’ın eşek kulaklarından bahsediyordu.
Midas’ın kocaman kulakları varmış. Onları kimse görmesin diye uzun ve sivri bir külahın içinde saklarmış. Fakat saçları artık o kadar uzamış ve onu o kadar bunaltmaya başlamış ki sarayın berberini çağırmış ve ona kulaklarından kimseye bahsetmemesi için söz alarak külahını çıkarmış ve saçını kestirmiş.
Berber, öğrendiği bu sırrı belli bir süre saklayabilmiş. İçine sığdıramayınca kimsenin olmadığı bir göl kenarına giderek bir taşı kaldırmış ve altına: “Midas’ın eşek kulakları var!” diye fısıldamış. Sonra da taşı yerine kapatmış ama o esnada esen hafif bir rüzgâr o sözü oradaki bir kamışa iletmiş. O kamış rüzgârla sallandıkça göldeki diğer kamışlara “Midas’ın eşek kulakları var!” diye fısıldamış. Giderek bütün kamışlar bu sırrı işitmiş ve uğultu halinde her yere yaymışlar.
“Sır, ağızdan çıktı mı bitti! Sırlığı mırlığı kalmaz. Ben bunu bilirim bunu söylerim!” derlerdi ama yine anneme sırlarını anlatmadan edemezlerdi. Bir de bunun için: “Hafifçe çıtlattım!” derlerdi. Ucu çıkınca tamamı çıkardı zaten.
Bazı acılar içe sığacak kadar küçük olamıyordu. Şişenin ağzı kapatıldığında, sirke yapımındaki gibi asitlenip içten basınç yapmaya başlıyordu. Ya ağız açılacak ya da kap çatlayacaktı. İnsan da çatlama raddesine gelince sırrı muhafaza edemiyor, mecburen ağzını açmak zorunda kalıyordu.
“Rüyamı bile suya anlatıyorum. Sabah kalktığım gibi açıyorum musluğu, anlatıyorum anlatıyorum, kapatıyorum. O kimseye demez. Güzel rüyam su gibi akar, gerçek olur. Birine anlatsam, fesatlanır, hayra yormaz. En iyisi anlatmayacaksın!” diyordu yaşlı kadınlar. O birbirlerine “Ahretlik!” diye hitap edenler.
“Bir tane daha anlatmak istiyorum dede! Lütfen dine!” diye kıvranıyordu Işıl. Define tebessümle karşılıyordu. Kızın saklısı gizlisi yoktu. Yalnız aklını oynatan o tecavüz olayını Define’yle bana anlatmıştı. Viraneciler falan kimse bilmiyordu.
Dede: “Haydi bakalım anlat! Ne varsa anlat da içinde bir şey kalmasın! Belki o zaman tam anlamıyla rahatlarsın!” deyince gözleri parladı, Define’nin karşısındaki sandalyeye geçti, koca çantasını masanın üstüne koyarak iyice yerleşti ve anlatmaya başladı. Nasıl bir yorum bekliyordu bekliyordu bilmiyorum. Yine çok heyecanlıydı.
“Bir gün yine çok ağlamıştım. Geceydi. Beni evlatlık alan, anne bildiğim kadın ben beş yaşındayken ölmüştü. Kocası da, daha karısının kabirde saçı kurumadan ikinci evliliğini yapmıştı. Şimdi annem sandığınız kadın o kadın. Onun bana yaptığı eziyetler nedeniyle ölen anneme kızdım. “Sen beni bıraktın! Bunlarla başa çıkamıyorum!” diye ağlayarak yatağıma yattım. Arkamda birinin daha yattığını hissettim. Arkama dönüp baktığımda gerçekten orada bir adam uzanmış, bana gülümsüyordu. “Ben seni hiç bırakmayacağım!” dedi. Dikkatle bakınca görüntü kayboldu. Tabii ki korktum ama içimde bir huzur vardı.”
“Yine bana cinlerden ya da uzaylılardan bahsetmeyeceksin, değil mi Işıl? Bunlar hayal... Uyur uyanık görülen hayaller... Onları senin şuuraltın yapıyor. Bilinç altında yatan arzuların veya korkuların, uykuya dalarken çeşitli şekillerde dışarıya çıkıyor. Bunları büyütme! Üzerlerinde durma! Unut gitsin! Aksi halde seni korkutan olaylar pekişecek! Arzularını o şekilde de bir nebze tatmış oluyorsun ama korkularınla nasıl başedebileceksin? Defterine birisi hoşlanmadığın bir şeyler yazmış olsa, sen o yazılanların üstünden defalarca geçerek onu ferlendirmek mi istersin, silmek ya da silinemiyorsa o yaprağı yırtıp atmak mı istersin? Bunları beyninden, ruhundan silip atmalısın. Hafızandaki o seni rahatsız eden sayfaları yırtıp atmalı, hatta yakmalısın!”
“Yapamıyorum dede. Yapabilseydim bulup bulup çıkarır, rica mihnet sana okur muydum! O kadar çoklar ki! Hangisini sileyim, hangi birini yırtıp yakayım! Becerebilseydim senden yardım ister miydim!”
“Anlattıkça içinden çıkarıp atıyormuşsun gibi geliyor ama öyle olmuyor. Naklederken o zaman tekrar gidiyor, oolayları en ince teferruatlarına kadar hatırlamaya çalışıyor, sende yarattığı tesiri, olay anındaki gibi hissediyor, dolayısıyla her anlattığında onu bir lere daha yaşamak suretiyle iyice pekiştiriyor, yok edilemez hale getiriyorsun. Bilmem farkına mısın?”
“Belki öyle ama dinle bak! Ben evlatlık biriyim ya. Bunu on yedi yaşına girince öğrendim. Bu kadın bana o zamandan sonra her kızdığında: “Sığıntı!” diyordu. Sonra özür diliyor, yine diyordu. Ben de: “Geçmişimden utanmıyorum! Bu benim suçum değil! Herkes duysun, bilsin! Her kızdığında bunu yüzüme vurmaktan ne anlıyorsun? Benim bu durumu bilirken, senin bana daha çok sahip çıkman gerekmez mi?” diyordum.”
“İnanamıyorum!..”
“İnan dede! İnan! İnsanlar birinin bir eksik yanını öğrenmeye görsünler! Dillerine doluyorlar, her fırsatta yüzlerinden vurarak rahatlıyorlar! Ben bunun acısını çok çektim. Sonra alıştım. Şimdi ben ilan ediyorum herkese! Bilene bilmeyene... “Duyduk duymadık demeyin! Ben evlatlık biriyim!” diye ilan ediyorum. Ancak bazı şeyler oluyor ki onlar söylenmiyor. Gizlenmesi gerekiyor. Çünkü onlarda suçun kimde olduğu konuşunda çeşitli görüşler oluyor ve genelde bizim toplumumuzda erkekler beraat ettiriliyor.”
Kastettiği, bize anlatılan tecavüz olayıydı. Bu tür olaylarda öncelikle kızlar suçlanıyordu. Giyimleri, davranışları, yaklaşımları... Akla gelen her konuda zemin hazırlayan oluyorlardı. Kızlar, başlarından geçen böyle olayların duyulmaması için ne yapacaklarını bilemezken erkekler her önlerine gelene anlatarak övünç vesilesi yapıyorlardı.
Bu tür olayların ardı arkası gelir miydi? Hangi kanun, hangi anlaşma sözleşme buna mani olabilirdi? Toplumumuza hiç yakışmayan bir özellik haline gelmemesi için neler yapılabilirdi. Bunları konuşabilirdik, tartışabilirdik ama onun sırrıydı. O konuya değinilmesi uygun değildi.
“İyi ki yalnız tecavüzle kalmış, cinayetle de neticelenebilirdi Maazallah!” diye düşündüm. Öyle ya... Kızı ortadan kaldırmak isteyebilirlerdi. Bu aklımdan geçenden Işıl’ın haberi olsaydı anında: “Keşke öldürselerdi de bu duruma gelmeseydim!..” diyeceğinden eminim.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 748