- 492 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mecburi İstikamet Levhası
İnsanlığa hizmet eden düşünceler ve yaptırımlar, hiç bir zaman, şiddeti, hırsızlığı ve yalanı, bir iyi niyet aracı olarak savunmaz, kullanmaz, içinde barındırmaz. Yaptığınız işin iyi olduğunu iddia eder ve iyi olmasına rağmen içine kötü olanları dahil ederseniz, bu sizin yaptığınızın iyi olmasından çok, kötülerden belki biraz daha az kötülük içermesinden başka bir şey olmaz. Yani kötünün iyisinizdir ama bu iyisiniz demek değildir. Nihayetinde insansın ve yürüyorsun, kanatlanamıyorsun. Bir kere dağılmaya görsün insan, bir daha toplayamıyorsun parçalarını. Bütün zamanları birleştirsen birleşemiyorsun. Hangi acı, hangi günde, hatırlasan ne geçecek eline? Toplayamıyorsun o bütünü yeniden kendinde. Kanatlanamıyorsun geçmişe. Kendimizle baş başa kaldığımız zamanlarda, istediğimiz şeylerden bir tanesi de eskiye geri dönebilmektir. O geçmiş zamanlara bugünkü aklımızla ve hayat birikimlerimizle gidebilmek, hepimizin aklından zaman zaman geçmiştir. Acaba neleri nasıl yapardım? Sorusuna cevap almayı isterdik doğrusu. Hayat bize böyle bir seçenek sunmuyor. Belki de böyle olması daha hayırlı, kim bilir aynı hataları kaç kere daha tekrarlar ve buna rağmen yeniden yeniden deyip dururduk. Bill Murray´ın başrolünde oynadığı “Dağ Sıçanı Her Gün Yeniden Selamlar” isimli filmde olduğu gibi, yarın aynı şeyi yaşayınca farklı davranacağım deyip ve öyle yaptığınızda, hiç hesaba katmadığınız başka başka durumlara maruz kalmak gibi. Kısacası elimizde bir tek hayat var ve doğumdan ölüme kadar bir tek yöne doğru ilerliyoruz. Ölüme doğru. Hayatımız, mecburi istikamet levhası gibi. U dönüşü yapmak veya geri dönmek gibi bir tercihimiz yok. Ben bu bir kerelik hayatımın bilincinde olsam, bu bana yetecek ve daha fazlasını istemeyeceğim, buna inanabilirsiniz. İnsanın kim olduğunu ve nerede olduğunu bilmemesi kadar acı verici başka ne olabilir bilmiyorum. Benim istikametim karanlık, levhalarım yok, yolum yok. Ne yöne gittiğimi bile bilmiyorum, ileri mi gidiyorum yoksa geriye mi, belki sağ tarafa döndüm ve belki de sola. Belki de durduğum yerde duruyorum ve ben yürüdüğümü sanıyorum. Bilmiyorum.
Hırsızların çok şey çaldığını biliyorum. Belki de benim hayatımı da onlar çaldılar. Buna kesin inanıyorum, belkisi yok. Benim sorunum hırsızı tanımamam ve şimdi nerede olduğunu ve benim hayatımı ne yaptığını bilmemem.Hırsız kim? Doktorum olabilir mi yoksa her gün odama avuçlarında bir sürü ilaçlarla giren o sevimsiz hemşire olabilir, kliniğin bahçesindeki yaprakları toplayan hasır şapkalı ihtiyar adam, her gün tabağıma istemediğim yemekleri koyan şişko kantin aşçısı, sanki özellikle düşmem için kapımın önünü ıslak bırakan temizlikçi kadın, kitaplarımın arasından harfleri çalan hayal perisi, gece yastığımın altından rüyalarımı çalan o cüce olabilir. Hayatımı çalan kim? Seni yakalayacağımdan emin olabilirsin, benim bir tek hayatım var ve onu da sana vermeye hiç niyetim yok, bunu böyle bil hırsız. O günü sabırla beklemekteyim ve hiç boş durmuyorum, burada her gün bu eziyetleri neden çekiyorum, işte tam da bu yüzden. Seni yakalayıp, yeniden kendi hayatımın sahibi olmak, kim olduğumu ve nerede olduğumu öğrenmek için. Sana, dur levhasını göstereceğim, hayatımı eline almış ve kendinden emin bir şekilde, ana yolda son gaz giderken, karşına aniden yanan bir kırmızı ışık gibi çıkacağım ve sen fren yapmasan da ben seni durduracağım. Sana söz veriyorum. Penceremin önüne oturmuş dışarıyı seyrediyordum. Bahçenin etrafını çevreleyen tel örgülere takılıp kalmış bir iki sarı çınar yaprağının, kapana kısılmış fareler gibi titreyişleri gözüme takıldı, ben de kendimi onlar kadar çaresiz hissediyordum, rüzgarın esmesi yetmiyordu, seni çıkamayacağın bir yere sürükleyen bu rüzgarın ne faydası vardı ki? Esmese de olurdu. Dalında yeşeriyor ve koskoca bir mevsim sonrası nihayet kopup düşüyorsun ve işte şimdi hiç tanımadığım yerlere gideceğim ve görmediğim yerler göreceğim derken, seni yerinden oynatan rüzgar şaka yapar gibi, alıp beş adım ötedeki tellere asıp bırakıyor. Oldu mu şimdi! Ben bu telleri aşacağım, buna kesin kararlıyım. Geri dönemiyor ve u dönüşü yapamıyor olabilirim ama yine de bu mecburi istikameti yine mecburi bir şekilde değiştirebilirim ve değiştireceğim. Dümeni kilitli bir gemi gibi, kendimi dalgaların keyfine bırakmaya hiç niyetim yok. Bunları düşünürken ağlamaya başlıyorum, neden ağladığımı bilmiyorum. Ben burada olmayı hak etmiyorum, ne bir deliyim, ne de bir şizofren, ben sadece kendini arayan bir adamım. Kendine insanlığın en temel sorularından birisi olan “Ben kimim?” sorusunu sormaya ve cevaplamaya çalışan bir insanım. Gördüklerimi görüyor musunuz? Dünyayı, yaşamı ve insanları kendi bakış açımdan görmenin bir gereklilik olduğunu ben biliyorum ama siz biliyor musunuz? Savaşıyorum. Her şey savaşıyor, algılar bile hafızanız tarafından algılanmak için savaşıyor. Sonunda bütün metafizikçilerin ve bütün psikologların nasıl yanıldığını göreceğiz. Kendilerine ait içgüdülerinin diğer insanların içgüdüleri olmadığını ve bütün bu varsayımların, operasyonların ve benzerliklerin kendilerine ait olduğunu gördükleri zaman anlayacaklar yanılgılarını. Beynin haritasını çizmek neden bu kadar zor? Konuşmak bölümlerini gösteren, susmak bölümlerini, soru sorma, kendini tanıma gibi bölümleri ülkeler gibi gösteren bir harita çizmek neden bu kadar zor? Çünkü böyle bir şey yok! Biz bir şey hissettiğimiz zaman, beynimizin bütününü içine alan bir fırtına yaşadığımız için. Bu büyük fırtınanın dokunmadığı yer yok. The Language Instinct te Steven Pinker bu durumu şöyle açıklıyor:
“Beyinde, çapı sadece bir veya iki milimetre olan bir alanda yapılan bir simülasyonda, örnek olarak bir cümleyi tekrarlamak veya bir cümleyi tamamlamak, bir cismin adını söylemek veya bir cümleyi okumak gibi durumlarda bu linguistik sorumluluk taşıyan bir iki milimlik bölümün bu eylemlerde bile bütün beyine dağıldığını görürürüz ve bu dağılım noktaları başka insanlarda, bambaşka noktalarda ortaya çıkar.”
Bunu yaptığımız zaman, beynimiz bunu yapıyor veya böyle bir yol gidiyor diyemiyoruz. Söyledim ya, bu büyük fırtınanın dokunmadığı yer yok. O zaman bana insanın kendisini aramasının salakça bir şey olduğunu söylemeye hakkınız yok ve beni burada tutmaya hakkınız yok. Beni bir yaprak gibi tellere asıp bırakmaya hiç hakkınız yok. Bilgelik rüzgarlarıyla kendi yelkeninizi üfleyin ve kendinize doğru ilerleyin, beni bırakın.
Ben kendimin kim olduğunu bilmiyorsam, bilmeme hakkım var. Benim kendimi arama hakkım var. Benim doğuştan var olan ve kimsenin bana verme gereği duymasına ihtiyacım olmayan, zaten benim olan temel haklarım var. Beni anlıyor musunuz? Bir insan beyninin nasıl çalıştığını bile bilmeden, nasıl çalışması gerektiği hakkında bilgi sahibi olanlar, sizlere soruyorum. Beni anlıyor musunuz? Bana göre harflerin kokuları var, kokuların renkleri var. Bana göre çok şeyler farklı, değişik. Bana göre , size göre değil. Bu beyin benim, Allah kahretsin sizin bu ıslah uğraşlarınızı, ıslah olmayacağım. Bir yandan böyle lanet okuyup bağırırken, bir yandan da bal gibi ıslah olacağım diyordum kendi kendime, ıslah olmuş gibi olmam gerek diyordum, bir mağlubiyetten çok bir beraberliğe razı gelirmişcesine. Ne kadar çok galibiyeti dilesem de buradan bir beraberlikle ayrılmak bayağı iyi bir sonuç olarak görünüyordu bana. Teoriyle yeteri kadar zaman kaybettiğime karar vererek, artık bu gidişatı değiştirmek için eyleme geçme vaktinin geldiğine karar verdim. Gemiyi devirme pahasına da olsa rotayı değiştirmem ve dümene müdahale etmem gerekiyor. Tek yön buradan çıkış ve bu çıkışın ana kilidi sevgili doktorum, bekle beni geliyorum. İlk yapmam gereken, doktorumu onunla geçirdiğim seansların yerine bana bu süreyi dışarı çıkış süresi olarak vermeye ikna etmek. Daha sonra yavaş yavaş bu süreleri sıklaştırarak ve uzatarak en sonunda onun bizzat kendi elleriyle kapıyı bana açıp, güler bir yüzle bana; “Yolunuz açık olsun.” demesini sağlamak. Böyle bir beraberliğe kesin razıyım. Çok sıkı çalışmam ve daha ilk sunumda haklılığı, geçerliliği, akılcılığı olan bir plan çizmem gerekiyordu. Bu isteğimin asıl amacının, sosyalleşmemin önünü açacak bir deneme süresi olacağının altını çizmemin çok inandırıcı olacağına ve hedefime ulaşmamda ki ana konu olacağına karar verdim. Burada kaçınılmaz olarak maruz kaldığım izolasyonun bana bir getirisi olmadığını ve bilhassa geri düşüşlere sebep olduğunu söylemeliydim doktoruma ve her durumda benim başka insanlar için bir tehlike oluşturmadığımı kendisi de çok iyi biliyordu. Denememizin bize kaybettireceği fazla bir şey yoktu, sadece biraz zaman. Başarısız olursak akabinde ihtiyacımız olduğundan çok zamanımız olacaktı. Yine haftalık planımızı yapar ve yine eskisi gibi karşı karşıya oturarak, yıllardır tekrar tekrar üzerine konuştuğumuz tabletler üzerine konuşurduk. Öbür tarafta kazanacağımız şeylerin değerleri tahmin edemeyeceğimiz kadar yüksek olabilirdi, bu ikimiz içinde birer şahsi başarı olacaktı. Ne demişler, risk almayan kazanamaz. Haydi doktor beyciğim göster cesaretini. Ben hazırım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.