- 279 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÜSKÜN ÇINAR (1)
KÜSKÜN ÇINAR (1)
(Bir cümlesiyle bakış açıma yeni bir ufuk kazandıran yeğenim Belgin’e ithafen…)
Direksiyondaki arkadaşıma dönüp: “Yavaş sür Necla, sekseni aşma,” diyerek uyarıyorum. “Tali yollardan birinden her an bir traktör veya hayvan çıkabilir önümüze.”
Necla gaz keserek hızı azaltırken “Ehliyetin bile yok ama başımıza şoför kesildin maşallah!” diyor.
Rahat bir nefes alarak koltuğuma yaslanırken “Babam Mudanya’da garnizon komutanı,” diyorum. “Sözü geçer yani. Sürücü kursuna kaydımı yaptırmış bile. Ehliyet alıp da tatil dönüşünde gözüne sokmazsam ben de Zerrin değilim!”
“Yaparsın vallahi! Tuttuğunu koparırsın sen.”
Kısa bir sessizlikten sonra: “Ay ne bitmez yolmuş bu!” diye yakınıyor Necla. “Öve öve bitiremediğin köyünü görmek için sabırsızlanıyorum doğrusu.”
“En fazla üç dakikalık yolumuz kaldı. Tabelayı görünce sola dönersin.”
Arka koltukta oturan Süheyla’nın “Madem öyle, son bir defa hep beraber; bir, iki, üç…” komutuyla birlikte yol şarkımızın ilk kuplesini koro hâlinde söylemeye başlıyoruz:
“Bütün kızlar toplandık; toplandık, toplandık.
Sorduk neden yıprandık; yıprandık, yıprandık.”
Bir reklam filmindeki “Özgür Kız” lakabıyla hafızalarımıza kazınan Nil Karaibrahi mgil’in meşhur şarkısındaki bu iki dize yaklaşık üç saat süren yolculuğumuzun âdeta sloganı olmuştu. Öyle sanıyorum ki yol boyunca en az yirmi defa söylemiştik. Aslına bakarsanız yer yer rap müziğine kayan melodisi ve hem uzun hem de karışık güftesi sebebiyle şarkının tamamını hiçbirimiz bilmiyorduk. Hoşumuza giden ve bizi coşturan “Bütün kızlar toplandık” dizesi ve nakaratın ahengiydi.
Gerçekten de bütün kızlar –Süheyla, Necla ve ben Zerrin- son on ay içinde defalarca toplanmıştık. İlk toplanmamızı Millî Eğitim Bakanlığındaki öğretmen atamaları kura makinesi sağlamıştı. Yirmi bin öğretmen adayının atamasını yapan bu makine bizi Balıkesir’deki sağlık meslek lisesinde öğretmen olarak buluşturmuştu. İkinci buluşmamız müdire hanımın tavsiyesi ve gayretleriyle “kızlar lojmanı” dediğimiz üç oda bir salon kiralık dairede gerçekleşti.
Üçümüz de gençtik, dinçtik; uğruna yıllardır dirsek çürüttüğümüz öğretmenliğe başlamanın heyecanı ve para kazanmanın mutluluğu içindeydik. Hayatımızın en renkli, en verimli ve dolayısıyla en mutlu aylarını birlikte geçirmiştik. Mesleğimizi, okulumuzu ve en önemlisi öğrencilerimizi çok seviyorduk.
Eylül ortasından haziran sonuna kadar devam eden eğitim – öğretim yılımız bir rüya gibi şen şakrak geçmişti. Evde, okulda, yolda, sinemada, market alışverişlerinde ve çay bahçelerinde hep beraber göründüğümüz için okuldaki öğretmen arkadaşlar bize “yapışık üçüzler” diyorlardı. Okullar kapanıp da yaz tatiline girdiğimizde ailelerimize kavuşacağımız için ne kadar sevinçliysek, birbirimizden ayrılacağımız için de o kadar üzgündük. Babamın doğup büyüdüğü, çocukluğumun rüya beldesi şirin köyümüzde birkaç gün tatil yaptıktan sonra herkes memleketine dönecekti. Necla arabasıyla İstanbul’a, Süheyla ise otobüsle Eskişehir’e gidecekti. Ben kararsızdım, köydeki kısa tatilimi duruma göre birkaç gün daha uzatabilir veya Mudanya’da ikamet eden ailemin yanına dönebilirdim.
“Nihayet geldik; tabela göründü,” diyor Necla.
En üsttekinde “Keramet Köyü”, ortadakinde “Köyümüze hoş geldiniz,” en alttakinde ise “Seyyar satıcılar ve hurdacılar giremez,” yazan, mermi delikleri yüzünden kalbur tabanını hatırlatan üç farklı metal tabelanın önünden sola dönüyoruz.
Süheyla “Köyünüzün adı acayip acayipmiş,” diyerek bir kahkaha atıyor.
Necla: “Söyle bakalım; Keramet köyünün ne kerameti var?” diye soruyor.
“Bu dünyaya gelmeme vesile olmuş, daha ne kerameti olsun?” diye cevap veriyorum.
Gülüşüyoruz.
(Devamı var)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.