- 333 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gece ve Hüzün 2
Gecenin ortasındayım; yorgun ve bitkin bir şekilde kitaplarımı seyrediyorum acıyla, okuyamadığım kitaplarımı! Kendimi geliştirememenin zayıflığıyla daha da derinleşen acılı bir hüzün var içimde! Sen varken ve yaşarken hayata hep şu alıntıyla tanıklık ederdim: „Hayat müşfik bir danstır.“ Sen gidince bu sevecen dansın bütün elemanları içinde bulunduğumuz sahneleri birer birer terk ettiler ve gittiler. Çok insan sonsuzluğa göçtü çevremde son 20 ay içerisinde! Artık uykum gelmiyor, ve yüreğimde hissettiğim o ayak sesleri de yok. Dinlediğim türküler de o eski tadı ve tuzu vermiyorlar içinde yaşadığım hayata! Çekingen birisiydin, hep usulca kapıyı açar ve sessizce içeri girer kendi kendine bir meşguliyet bulur ve onunla zaman geçirirdin veya bazen de bana kitaplar okuturdun. Her seferinde ziyaretçi gelir diye tetikte durur ve anı heyecanlarla terler ve titrerdin!
Her zaman güleryüzlü, hoşgörülü, sevecen saygılı, yaptığı işi seven ve bundan da büyük haz alan çok değerli bir pedagog ve yeri doldurulmayacak derece de ulvi bir kişiliğe sahiptin. Hatırlıyorum şimdi o günleri, yasadığımız her günü saniye saniye! Hiç bir anın gitmiyor gözlerimin önünden. Aylardan, Aralık ya da Temmuz olmasının senin için hiç bir önemi yoktu senin için. Sen, sadece yüreğinle günleri yaşar ve hep; „ben gurbet elleri hiç sevemedim, sevmedim“ diyerek hüzün yaşardın yüreğinde. Her zaman derin bir tedirginlik ve bu tedirginliğin vermiş olduğu dayanılmaz ve acı endişlerle yoğrulmuş acılı bir hayattın. Yüreğinde ve düşüncelerin de sonu gelmez bir kül ve duman sisi kaplamış ve seni yordukça yormuştu. Örtüyordu yüreğinde ki ışıldayan o aydınlığı gecelerin derin hüzünlü şafak arayışları. Hayattan sana kalan acılardı tarifsiz, seni acımadan acıtanlar melek gibi seni hüzünle acıtanlar. Kendi kara karanlıklarıyla o ipek gibi ruhunu karartan o hain ruhlu, sürekli önüne perde çekerek seni karanlığa mahkum eden şerefsizler! Onlar kaldı şimdi geriye ve lokma lokma yaşayanlar! Utanmadan yaşayanlar! Seni hiçe sayarak, üzerek, o hassas ruhunu inciterek yaşayanlar. Onların yaşaması benim o kadar zoruma gidiyor ki, o seni saran korkulara neden olanları, deyim yerinde yse „bir kaşık suda bile boğmak istiyorum.“ Senin gibi ruhu güzel bir insan nasıl incitilir ki? Bunu anlamakta zorlanıyorum! Bu konuda elime geçen her yazıyı okuyorum ve bu soruya cevap bulmaya çalışıyorum. Uyanılmaz düsünce deryasının rüyalarında geziniyorum, daha fazla yıpranmadan ve damarlarımda ki kan kurumadan. „Özür diliyorum diyorum“, kendi kendime kimsesiz ve çaresiz bir şekilde seni incitmekten korktuğum için. Öyle yavaş yavaş gidiyorum ki, sanki bastığım yeri toprak ana farketmeyecekmiş gibi ağır adımlarla … Yanlız karanlığı görüyorum uzanıp gökyüzünü seyrederken de! Ve hep, gelip kapının ziline basacağın günün beklentisiyle yanıp tutuşurken. Mutlu olacağım tek gün, o an olacaktır. Bu sadece yüreğimin yaverlerine söyledim.
Bu yüzden bazen gözlerimi gecenin karanlığına kilitliyorum ve bakıyorum yorgun bir aslanın artık yerinden kalkamayacak kadar hissetttiği yorgunuk gibi. Şarkınlık, korku, endişe, tedirginlik, bitkinlik, yıpranmışlık, yorgunluk, belirsizlik; bunlar yüreğimde toparlanıyor ve hep birlikte bana hüzünü yüklüyorlar! Şu karakış’ın ortasında havada kıştan bir haber bile yok. Sessizlik, durgunluk, sükunet hakim havaya. Ortalıkta bir yaprağın dalının kımıldadığına dair zerre kadar bir ipucu yoktur. Sadece uzaklardan, senin sesin geliyor. Sesini duyuyorum ve hissediyorum yüreğimin derinliklerinde. „Gel, gel Hasan Hüseyin, artık yeter beni bunca yıl yanlız bıraktığın“ diyorsun. Bu yüzden hep sana doğru koşuyorum, hüzünden kurtulmak, bu kadar birikmiş acıyı bir çırpıda silkeleyerek üzerimden atmak için.
Durup durup yüreğime vurduğun sesin gelişini her seferinde yeniden, daha hızlı eskisinden, içimde yanan ruhumla dönüyorum acımasız zamanın hüzünleri arasında. Bazen irkilip kalkıyorum yerimden, belki bu ses pancurlardan gelmiştir diyerek pancurları hızlı hızlı yukarı çekerek bir anda heyecanın etkisiyle terliyor ve hüzünlenmeye başlıyorum. Yatışsın şu yüreğimin anlamakta zorlandığım vuruşları diye. Başkası değildir bu rüzgardan başka diyorum, ama yine yanılıyorum. Dünya fırtına ve tipiyle boğuşurken, bu kent kışa inat sensizliğin hüzününü bütün damarlarında hissettiği dağılıyor acım kişisel bedenime. Hüzünleniyorum! Nedensiz değil elbet bu sanrılarım, bu korkularım, bu rüyalarım diyerek uzanmaktan korkuyorum yatağa!
Ben, böyle düşünceler içinde kıvranırken birden o eski ve kutsal ihtişamınla sen giriyorsun içeriye. Bugüne kalmış mevzuların konu edildiği bir birikimle bakıyorsun gözüme yine o eski sevecenliğinle, farkında oluyorsun burada olduğumun, pancurlar henüz açılmamış ve gece yine yarılamış ve kendini tüketirken. Pek ince zarif bir hareketle yürüyorsun bana doğru, elinde yine o en saevdiğin çantan. Öyle donup kalıyorum bu hayal mi diye? Duruyorum, seni seyretmek için. Yılların acısını silip atmak için!
Gururlu ve serrt havandan hiç bir şey eskilmemiş, zaman kurşun yemiş bu kez senin karşında, hiçbir belirti kalmamış, ohazin şaşkınlığından; gerçi bitkin gözüküyorsun, ama o bir dinlenceyle geçecek bir bitkinlik diyorum içimden kendimel fısıldaşarak! Gelmekten yorulmuşluğun, benimse beklemekten aldığım yorgunluk gelmiş dayanmış gecenin kıyısına! „Söyle, diyorum? Nasıl olurda seni benden habersiz çağırırlar bu yeryüzünden?“ diyorum. „Asla, hiçbir zaman.“ Diyerek kapatıyorsun konuyu. Sözünü anladığımı düşünüyorum ve sen de bana öyle bakıyorsun! Şimdi şaşkınlıktan eser yok aramızda, belki de hiçbir şey çıkaramadık konuşmalarımızdan ve birbirimize verdiğimiz cevaplardan! Sessizce duruyoruz öyle birbirimize bakarak, sözlerimizden çok mimiklerimizle anlıyoruz artık birbirimizi. Bu cevapsızlık, ilgisizlik olmuyor, aksine gözlerimiz ve yüreğimiz konuşuyor bakışarak. Şunu kabul ediyorum; hüzünlüyüm, hüzünlüsün! Kim saklayabilir ki bunu gözlerinden! Diyorum ki; „acaba hüzün irsi mi?“ Sonra herkese böyle bir yüreğin nasip olmayacağını düşünerek, fikrimden cayarak geri adım atıyorum! Böyle büyük bir heykelin üstünde kolay kolay görmez insan insanı diyorum! Adı „sen olan!“
Ve başlıyoruz durgun durgun çömelmeye ve seyrediyoruz başlıyoruz hüzünle içimizi birbirimize dökmeye! Sanki kelimeler değil içimizden dökülen! Sözü bu kadarla da bırakmıyoruz yerimizden kıpırdamadan! Sususyoruz ve eski dostları soruyoruz birbirimize: „Dostlar mı? Onların çoğu gittiler, yani gönderdim diyorum onları ait oldukları yere, sonra onların tutarsızlıklarını sıralıyorum birer birer. Zor günlerin adamı olmadıklarını, aslında en yakın dost sandıklarımızın yıllarca anlatıklarımıza rağmen feodal kalarak hiçte günümüze uygun olmayan davranış biçimi sergilediklerini, üç beş kitap okumakla kendilerini aydın sandıklarını, hala düğün davetiyelriylee uğraştıklarını, kırk yıldır Avrupa’dayım diye övünmelerine rağmen buradan aslında para dışında hiç bir şey istemediklerini ve almadıklarını, her zaman yerinde saydıklarının dökümanını yapıyoruz. Dost olmak ve dost kalmak hiçte kolay değilmiş diyerek birbirimizi hüzünlüce onaylıyoruz. Hala akraba feodallikleriyle bir yere varılmayacağını, iyi bir insan en az üç beş kuşaklık bir eğitimle başarılacağına olan inancımızı kendi gözlemlerimizin kanıtıyla noktalıyoruz. Ve kendi tespitimiz şu oluyor bu konuda: Bilgi birikimle elde edilir, birikim zamanı iyi kulanarak ve üzerinde yoğunlaştığımız bir konuda alan taraması yaparak doğru kaynakları okuyarak varılacak bir sonuç olarak görüyoruz!
Burada biraz umutlarımız kırılmış gibi hissler içimizi acıtsada anlaşılıyor ki, aklımızda kalan bu hatıraların ağıtlı hüzünlerini yazma zamanı gelmiştir diyerek insaf bilmez felaketin kovalayan sahibin zaman olduğunu da ağıtlarımıza döküyoruz birden. Sana bunları bırakmış zaman diyorsun ve yeniden gidiyor gibi ayağa kalkıyorsun. Hüzünleniyorum, içim kanıyor damla damla daha derinlerden bir sızıyla! Çekip gidiyor o an sanıyorum içimi yaslı kılan garip hüzün. Hüzünlüyüm, yüzüne bakmadan! Koltuğa çöküyorum, sana kahve yapmadan, üşüyorum, çünkü oldu vakit geceyarısı çoktan. Sonra gömüldüm koltuğa ve daldım zincirleme hayallere … Sonra düşündüm benim gibi acı çekenleri kalan geçmiş yüzyıllardan! Ne demek istediğimi anladım, buydu kulağımda kalan! Bir garip çatlaklık vardı beynimde, kaybolmayan hiçbir zaman!
Bu arada gece bütün karamsarlığıyla ağırlaştı kendi çınlayan adımlarıyla … Bir melek geldi ve geçti rüzgar gibi bu atmosferden, sanki organları yokmuş gibi buhardan. Kendi aptallığımı unutarak bağırdım içimden; „dön hayata, kurtul bütün acılarından, doğanın yaratıcı gücü meleğin olsun ve sen bu iksirli suyu iç ve kurtul içinde yaşadığın acılardan“ diye! Çok beklediğim bir gelişti zaten senin gelişin, bir kere geldiysen bu acelen ne gitmek için diye hayıflandım, bir çoraktım ben senden önce ve sen yeryüzünün tek vahasıydın, korkuların hortladığı bu yeryüzünde ben ise sadece acılarına ilaç arayan bir hastaydım kapıma geldiğinde“ diye öfkeyle bağırdım. Analata anlata bitiremediğim acıların uzayan zincirleri bütün organlarıma kelepçe vurarak yaraladı beni senin ani gidişinle buradan. Özerine oturduğum her toprak parçasında gölgesinde eğleştiğim ve dinlendiğim her ağaçtan, seyrettiğim ırmak sularından, gökte uçan kuşlardan, akan derelerden, çaylardan, nehirlerden, esen rüzgardan, gökyüzünü kaplayan bulutlardan, yağan yağmurdan senin adına medet bekledim umutla, mucizler bekledim acılarıma acılar katarak. Kalktım ve haykırdım acıdan, bağırdım ormanlarda avazımın çıktığı kadar, gittim kendimden kaçarak, sana gelmek için! Şu yukarıda kendi keyifinin ekseninde dönen gök; söyle bana, nerelere gitti dünyanın her yanıyla en güzel insanı olan canımın can parçası diye feryatlar kopardım yüreğimde. Herkesin inandığı bir kutsalı vardı kendi yüreğinde, benim de kutsalım sen olmuştun ve sen kaldın içimde! Bu keder azalacak bir keder değil, ruhumu saran, onda depremler yaratan bir acı.
Yerimden kalktım ve yeniden haykırmaya başladım! Getirin bitişi, ayrılık noktalansın diye! Dön yeniden rüzgar ile, dön yeniden bahar ile, dön yeniden göçmen kuşlar ile ve al ömrümü diye. Şu lanet ömrümü, sensiz yaşamak zorunda kaldığım içi boş, boşaltılmış, hep ölümün kıyıylarında dolaşan ömrümü al diye! Sayma beni sakın, sensizlik bana zaten hayattın saygısız olduğunu öğretti, oysa lanet ben bir tüyün bile candan koparılmasına müsade edecek ne bir tiptim, nede öyle bir karektere sahip olan insan! Birikmiş bir yanlızlığımı dağıtma diye sana sığınmış ve seni yüreğime yuva yaparak bir gelecek planı tasarlamıştım. Lanetli talih, nazar değdirdi mutluluk hayallerimize bile, „biriniz çekin gidin bu evrenden, çıkın bu kapıdan ve acı olsun sevginiz“ diye!
Ve yine düştüm kederli talihin pençesine, yürüdüm odadan odaya seyrettim geceyi yıldızsız ve ayışıksız karanlığıyla-karamsarlık içinde! Yeniden oturdum bir süreliğine hiç kıpırdamadan, hayal kuran düşüncelerim de yorulmuştu ağlamaktan! „Sevmenin yükü, sevmenin bedeli, resimlerde ki gülümseyen yüzlerde kalmış artık“ diye yine sendeledim kendi içimde! Oda kapımı kapatarak üstünde solgun büstünün durduğu yüreğimi açtım kendime! Bakışlarına yakışan yansıma koyu gölgelerin sessizliğine gömülerek okyanusların derinliklerinde yüzen ruhumdan kurtulup, sana gelmek istiyorum! Kar yağmaya başladı ve üsüyorum. Acımın tazeliği uzadıkça, kelimeler şarini de söylediği gibi „kifayetsiz kalıyor“ sözlüklerde! Yoksullaşıyor her kelimede yeniden düşüncelerim, anlamlar da eriyor benim gibi hücre hücre, „onca büyük emellerime rağmen istediğim, ona yazmak istediğim şiiri ya da yazıyı yazmamanın kısırdöngüsünü yaşıyorum adım adım. Böyle güçlü bir acıdan, sızlanıştan ve ağrıdan sonra yazabilmek için bu kederli acının, bu içsel sızının, bu ağrının başka bir şekle dönüşmesi gerekir“ diyorum ağlarken! Çünkü üstü acık bir yaranın usulca kanayan, için için içi parçalayan yaranın usulca ve ustaca kendi dilini öğrenmesi gerekir. Uzun süren matemin, yasın, çekilen acının bildiğimiz dillerin kelime hazinesine sığmayan bir acısı vardır betimlenmesi imkansız. Bunu anca yüreğinde acı çekenler bilir. Ayrılık sadece ecelle olsaydı gidişini kabullenirdim ey benim mahzun bakışlı Gül Yanaklı Prensesim. Sen içime sığmayacak kadar büyüksün ve bü yüzden büyüklüğünle yaşıyorsun. Seni sevdim, seviyorum ve de saygıyla anarak seveceğim. (Et ideo tibi nimium vivas conuenientem magnitudinem tuam. Dilexit me tu, et diliget te amo te respectu.)
H. Hüseyin Arslan - 1702.2021
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.