- 547 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
716 - KÖY GELİNİ
Onur BİLGE
Annemin arkadaşlarından gerçek hikâyecilere taş çıkartacak kadar usta olan anlatıcılar da vardı. Olayları öyle güzel dramatize ederek aktarıyorlardı ki Radyo Tiyatrosu dinler ya da meddah seyreder gibi oluyordum.
Bazıları oturdukları yerden, mimiklerle ve jestlerle anlatırken, konuşmaları asıllarına uygun bir tarzda seslendiriyor, yöresel dil farklılıklarını vurgulamayı ihmal etmiyorlardı. Şive ve ağız değişikliklerinin yanı sıra ses tonlarını da değiştiriyorlar, anlatımı bir kat daha güzelleştiriyorlardı.
Aramızda ne cevherler var da farkında değiliz! Bazı hanımlar bir şeyler anlatırken heyecanla ayağa kalkıyor, tiyatro sahnesinde rol yapan bir tiyatro artisti gibi oynamaya başlıyor. Bir kendisi oluyor, bir karşısındaki… Bir sağ tarafa geçip konuşuyor, bir sol tarafa… Mimikler, jestler ve tirat harika!
Bazen dram, bazen komedi sergiliyorlar. Fakat anlata anlata ustalaşmışlar, her ikisinde de başarılı oluyorlar. O kadar emek çeke çeke anlatıyorlar ki takdir etmemek elde değil.
Hem bu hanımlar, olayları cereyan ettikleri yerlerle birlikte hatırlamakla kalmıyor, olay ânında orada kimlerin hangi pozisyonda olduğunu dahi, dün yaşanmış gibi anımsıyorlar. Bazıları, kimin ne giydiğini, rengine şekline kadar hafızasına nakşetmiş. Anlatımını, o detaylarla renklendirerek acayip bir sanat sergiliyor.
Belki teybe almadım ama hafızama kazıdım. Noktasına virgülüne kadar hatırlıyorum. Demek ki can kulağıyla, dikkat kesilerek dinlemişim.
Bu defa annemin genç bir arkadaşı, başından geçen bir olayı anlatıyor. Bir bölümünü aktarıyorum. Fakat ne yazık ki burada canlandırma ancak harflerle… Jestler, mimikler ve seslendirme yok. Onları okuyucuya bırakmak zorundayım.
“İki katlı yığma taş duvarlarla inşa edilmiş bir köy evi… İçi köylü kadınlarla dolu… Kimi geliyor kimi gidiyor. Evde bir telaş!.. Hamurcu Mehmet’in kızı evleniyor.
Gelin olacak kız, mahalli kıyafetle... Üstünde elbise, ayağında şalvar, sırtında önü açık yünden bir yelek… Esmer, balıketinde, kara kaşlı, kara gözlü, yuvarlak yüzlü… Cildi güneşten gün karası… Yana yana sertleşmiş, hırpalanmış.
Yalnız biz şehirden gelmişiz. Bizden başka onu süsleyecek, giydirecek kimse yok. Annem: “Haydi kızım! Kızı süsle, saçını başını yap, şöyle bir çekidüzen ver ona bakalım!” dedi. Ben nerden bileyim gelin başı yapmayı! Makyajdan da çok anlamam. Daha orta iki öğrencisiyim. Elimde annemin rujundan, mavi ve siyah iki göz kaleminden başka malzeme de yok.
Beliklerini söktüm, taradım. “Zülüf de kescen mi?” dedi kız. Evlenen kızlara zülüf kesilirmiş. Zülüf nedir, biliyordum. Saçlarını kendisi tarayıp, kulaklarının arkasından birer tutam alıp, yanaklarına doğru getirdi. Yaklaşık çene hizasından kesmemi söyledi. Bunu kendisi de yapabilirdi ama henüz evlenmediği için saçlarına makas değdirmemiş. İki taraftan da eşit uzunlukta kestim. Onları yanlara bırakıp tüm saçı taraya taraya sol avucuma aldım, tekrar tekrar tarayarak tepeye topladım. Lastikle sımsıkı bağladım.
Saç çok canlıydı. Siyah, parlak kalın telli ve upuzundu. Eskilerin “Belikleri kalçalarını dövüyor!” dedikleri türden iki belikti. Bu saç nasıl şekle girerdi?
Sol avucumda topladığım saçı parçalara ayırarak her bir parçaya alttan krepe yaparak hacim kazandırdım. Her birini bigudiyle sarılmış gibi rulolar halinde kıvırarak, başının arkasında çiçek gibi bir şekil meydana getirdim.
Saçları çeke çeke sımsıkı bağladığım için yüzü gerildi. Gözleri Japon gözü gibi çekik bir hal aldı. Mavi, elimde olan tek fardı. Göz kapaklarına sürdüm. Dudaklarını kırmızıya boyadım. Ruju yanaklarına da değdirdim ve parmağımla dağıttım.
Bu arada konuşuyorduk da… Oldukça heyecanlıydı. Gelin olacağından mı, makyaj yapılıyor olmasından mı? Merak edip sordum: “Her ikisinden de… “ dedi. “Hayatımda yüzüme boya sürmediydim. Krem bile çalmadıydım.” Parmağını sol yanağına koyarak: “Şuraya bi ben koyuve.” dedi. Siyah göz kaleminin ucunu ıslatıp, gösterdiği yere diklemesine bastırıp biraz döndürerek iyice iz bırakmasını sağlayıp, ansızın kaldırdım.
Yapma benin ne gereği vardı! O, benli olmayı güzellik sanıyordu. “Türkân Şoray’ın da beni var.” diyordu. “Bir ben de şuraya koy!” diyerek çenesinin sağ tarafında bir yer gösterdi. “Hayır! Oraya da olmaz artık. Bir ben yeter. Türkân Şoray’ın da bir beni var.” dedim.
Saç yapımı ve makyaj epey sürdü. Düğüne davetli akraba kadınlar düğün evine sabahtan gelmişlerdi. Kimisi yemek yapıyor, kimisi gelenlerle ilgileniyor, kimisi de günlük ev ve tarla işlerinde yardım ediyordu.
Ben kendimi kaptırmış, uğraşıp duruyordum. Hele o upuzun saçlara şekil vermek o kadar uğraştırmıştı ki, elim kolum kalmamıştı! İçeriye iki büklüm olmuş bir nine girdi. Üst donunu entarisinin üstüne çekmişti. Başına iğne oyalı beyaz bir tülbent örtmüştü. Üstünde taba rengi el örgüsü yün sakosu, ayağında kalın, siyah kısa çorabıyla yavaş yavaş geldi. Sağ elinde değnekten yapılma bir baston vardı. Sol elini belinin arkasına koymuştu. Oflaya puflaya yanımıza geldi. Geçip sedirin üstüne oturdu. Ayaklarını çekip, kendisini geriye attı, arkasına yaslanırken eline geçirdiği bir topanı belinin arkasına koyarak güzelce yerleşti. Sol ayağını altına almış, sağ ayağını uzatmıştı. Tabanı bize bakıyordu.
“Heh! heh heh!” diye gülmeye başladı. Dişsiz ağzı kovan gibiydi. Bir tek diş yoktu görünürlerde.
“Ne ediyonuz siz burda bakin? He! Gelin yüzü düzüyonuz, gelin başı yapıyonuz… Gelin yüzü düzülür emme saçı başı yapılmez ki! Saçını başını kim görcek! Üstüne duvakla al örtülcek. Alı alıncek emme duvak kalcek. Saçını bi gocesi görcek. İki sahat sona suya gircek! Neden o kader uğraşıyon ki? Yazık değil mi canıne!” ve devam etti gülmesine.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 716