- 426 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
715 – İKİ YÜZLÜLÜK
Onur BİLGE
Annemin arkadaşları… Her biri sözlü edebiyatın başparmakla gösterilenlerinden… Mübareklerde ne hünerler var! Yaşadıkları olayları kim bilir kaç kere, kimlere kimlere anlattılar ki adeta ezberlemişler. “Su gibi okuyor!” derler ya hani bunlar da su gibi anlatıyorlar!
Onlar gelince ben evin neresindeysem, hemen bulunup geliyorum! Bir köşeye güzelce yerleşiyorum. Köşe kadısı gibi oturuyorum. Dikkat kesiliyorum!
Önce bir hoş beş… “Nasılsın?” Arkasından hemen: “İyi misin?” Cevabı bellidir. Herkes nedense hep “İyiyim!” der ve hemen kötü olma ihtimalini anında yok etmek istercesine karşısındakine döner: “Sen nasılsın?” O da iyidir, iyi olsa da olmasa da… Adettir.
Kötü bir şey anlatılacağında, hastalıktan falan bahsedileceğinde: “Üzerinize âfiyet…” demeden olmaz. Sonrasında: “Biraz üşütmüşüm de…” “A! Öyle mi? Vah vah!” Samimiyet var mıdır? Varsa ne kadardır? Neyse! Bana ne! Ben dinlemedeyim ve en çok da hal hatır meselesi bana dönecek diye tedirginim.
Formaliteden nefret ederim. Bir şeylerin, sırf âdet olduğu için yerine getirilmesini yapmacık bulurum. Onun için küçükken evcilik oynayamadım. Küçükler, büyükleri taklit ediyorlardı, büyükler de birbirilerini… Kendi büyüklerini… Adetlerini yerine getiriyorlardı ama samimi değillerdi.
Birbirlerinin hallerini hatırlarını sorduktan, başlarına kötü bir şeylerin geldiğini öğrendikten sonra onlara “Vah vah!” diyerek üzülmüş görünenler, arkalarından yumruklarını üst üste koyarak: “Oh olmuş!.. Canıma da değsin!..” diye bayram ediyorlardı.
Aslında herkes birbirinin ne yapacağını bal gibi de biliyordu. Bazıları hastalıklarını, kaza bela, sıkıntı gibi dertlerini başkalarına duyurmuyor, kimseyi sevindirmek istemiyordu. Onlar sevinmeseler de onlardan duyanlar arasında sevinenlerin olacağını gayet iyi biliyorlardı. Hele hele ailevi meseleler titizlikle gizleniyordu. “Kol kırılır, yen içinde…” deniyordu. Dudağı patlayan, ağzı kanayan, ele güne karşı sırrını ifşa etmiyor, kan kussa, kızılcık şerbeti içtiğini söylüyordu.
Evliyanın birisi kimseye hal hatır sormazmış benim gibi. Sebebini merak etmişler. Demiş ki: “Âdettir diye birisine: “Nasılsın?” diye sordum! Hay, sormaz olaydım! Nereden de sordum! Adam başladı anlatmaya… Dükkânı varmış. İflas etmiş. Meğer bir dünya borcu harcı varmış. İş başa düştü! Sorduk ya! Gerekeni yapacağız! Yoksa riyakâr damgası yiyeceğiz! Buldum buluşturdum, verdim adama. O borcunu kapattım, bu borcunu kapattım. Nihayet bitti ama ben de bittim! Onun için bir daha kimseye “Nasılsın?” dememeye ahdettim!”
Aynı evliya: “İyiyim!” de demezmiş, âdet olsa da… Onun nedenini de sormuşlar. “İyi değilim ki! Nasıl olduğumu ancak Allah bilir. Bu bir! İkincisi, her zaman iyi değilim ki! “İyiyim!” desem, yalan olur. “Kötüyüm!” desem, hem âdet değil, hem şikâyet olur. Rabbim incinir! İyisi mi, ne sen sor ne ben söyleyeyim!” demiş.
“Riya nedir?” diye sormuşlar. “Fatiha’yı okurken “Elhamdü lillâhi Rabbil’âlemin” yani “Allah’ım, sana hamdolsun!” dedikten sonra olur olmaz her şeyden şikâyet etmektir!” demiş. “Mümin, şikâyet etmez! Hamd eder! Sabreder! Razı olur! Rıza talep ve ümit eder!”
Misafirliklerin ilk dakikalarını çok sıkıcı bulurum. Gitsek de gelseler de o giriş faslından hiç hoşlanmam! Hele tokalaşma ve el öpme, hiç bana göre değildir. Aykırılarım! Yakalanmamaya çalışırım. Atlatabilirsem derinden bir “Oh!..” çekerim. Bu âdetleri de nereden buldularsa!
Sonraki dakikalarda kedi gibi sessizse avımı gözlemeye ve beklemeye başlarım. Ziyafete az kalmıştır. Ağzım sulanmış, heyecanım artmıştır. Nihayet beklediğim an gelir. Keyfim yerindedir. Anlatanın da keyfi yerindedir. Bazıları anlatmaktan zevk alır, bazıları dinlemekten… Bazıları da hem anlatmaktan hem de dinlemekten… Belki de bir araya gelmemizin amacı yalnız budur.
Anlatma nedenlerinden zorlayıcı olanı, elim olay aktarımlarıdır. Anlatıldığında içten çıkacak, yerine bir nebze de olsa ferahlık gelecek zannıyla ilk fırsatta, hiç nazlanmadan hemen başlanır. Bir kez anlatmak da kesmez. Defalarca anlatılsa yetmez! Çünkü acısı nakletmekle yürekten gitmez!
Diğer bir sebebi de böbürlenme vesilesinin yakalanmış olmasıdır. Laf arasında, öylesine denmiş gibi zenginliklerden bahsedilir. Alınan şeyler zikredilir. Alınanlar çeşitlidir. Gayrimenkul olabildiği gibi menkul de iltifat da olabilir. Maharetlerden bahsedilir.
Dedikodu etme dürtüsü de çok şiddetli bir dürtüdür. Başkalarına söylememek için yemin edilerek alınan bir sır, yazılı ifade şeklinde iletilir. “Ben demeyeceğime yemin ettim. Demedim ki! Yazdım! Yazmayacağıma yemin etmedim ki! Yeminimi bozmuş olmuyorum.” diye bir de berat edilir.
Ne gaflar yapılır. Hem kınanır, hem kınananın daniskası yapılır. Satır aralarını iyi okumak lazım!
“Seksen yaşında bir annemiz var. Biz dört kız kardeş, onu sırayla evimize alıyoruz, üçer ay bakıyoruz. Kimin evinde kalırsa gelirini o alıyor. Annem varlıklı kadındır. Tarlalarından senede iki ürün alınır.
Kız kardeşim Fehime, Kars’ın bir köyünde yaşıyor. Ağa karısıdır. Reyhanlar denilen, herkesin tanıdığı bir aile…
Kardeşler arasında hiç sorun çıkmadan biz üçümüz annemize üçer ay baktık. Sıra kız kardeşime geldi. Bir sinir hastalığı geçirdiği için annemin hep yanında kalmasını istedi. Haliyle gelirini de artık hep o alacaktı.
Fehime’nin üç kızı var. Kars’ın ileri gelenlerinin oğullarıyla evliler. Biri subayla, biri müdürle, biri de bir ağayla… Bir de oğlu var. O evli değil. Annesi gibi sinir hastası…
Annem beş yıldır Fehime’nin yanındaydı… Ne kadar parası pulu varsa elinden almış. Annemin kolunda beş tane kalın bileziği vardı. En sonunda onlara da göz koymuş. Annemi döverek bileziklerini almış.
Anneme bakmamış. Üstünü başını yıkamamış. Kadıncağızın bir gün tansiyonu yükselmiş, beyin kanaması geçirmiş. Kızına hakkını helal etmiyor!
Annem vaktiyle bize, İzmir’in köylerinde ebelik yaparak baktı. Boş zamanlarında terzilik de yapıyor, hiç boş durmuyordu. Sabahlara kadar dikiş diktiğini biliyorum. Bizi öylelikle kimseye muhtaç etmeden büyüttü. Şimdi küçük kardeşimin yanında kalıyor. Ben yanıma alacaktım ama alamam. Çünkü kaza geçirdim. Hâlâ ayağım alçıda…”
“Uyandığımda rüzgâr esiyor. Kâğıtlar bana doğru geliyor. Etrafım sarılı… Millet başımıza toplanmış. Mustafa’nın ayakkabıları çıkmış. Çantam elimde… Sağ elimde tespihim… Soluma düşmüşüm, çanta altımda kalmış. Sol bacak kaval kemiğinden küt kırık… Tekrar kendimden geçmişim. Başımdan aşağı soğuk su döküyorlar. Ayıktığımda burnumdan kan geliyordu.
“Hanım! Amcada bir şey yok! Sen iyi misin?” diyor birisi. “İyiyim!” demek adet olmuş. Şırkılmış kalmışım! İler tutara yerim yok! Pelte gibiyim! Her yerim darbenin tesirinde… Henüz ağrı acı az. Artacak, biliyorum. Dayanılmaz bir hal alacak. Yara bere henüz sıcak. Tabii ki çok ağrı sızı duyulmayacak.
“Motoru tamirhaneye alalım!” dediler. “Bunları da hastaneye götürelim!” Ambulans çağırdık!” dedi birisi. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kim ne diyor, anlayamıyorum. Duyabildiklerim bu kadar.
Abdestsiz gezmem. Yolda belde hep tespih elimdedir. Kıza gidecektik. Aldım abdestimi, çıktık. Namazı orada kılacaktım. Ayet-el Kürsü okuyordum düşmeden önce… Belki onun sayesinde Allah korudu da ucuz atlattık. Mustafa’nın da sol bileğiyle dirseği zedelenmiş. Biraz da sol bacağı…
Hemen bizi attılar ambulansa, doğru hastaneye! Beni yatırdılar, Mustafa oturuyor. İkimizi de muayene ettiler. Gerekenleri yaptılar. Ağrıkesici verdiler. Benim bacağımı alçıya aldılar. Bir gece müşahedede kaldık.
Benim oğlan hemen yumurtlamış! “Annemle babam motor kazası yaptılar anneanne!” demiş telefonda. Annem deliye dönmüş! Yaşlı kadın! Hiç denir mi! Akıl işte! Sanki bahşiş verecek! Gelmeye kalkmasa bari! Benim kendime bakacak halim yok! Parasını, bileziklerini kim aldıysa o baksın!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 715