- 524 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
712 – KAR
712 – KAR
Onur BİLGE
Kar ayaza kesiyor. Kemiklerimin içinde iliklerim donuyor. Nerede Antalya kışı, nerede Bursa kışı! İkisi de ovada, ikisi de dağların kucağında ama çok farklı… Birinin dağı kuzeyde, birinin dağı güneyde…
Bu şehirde kışın güneş ortalıkta yok. Şehre küsüyor mu naz mı ediyor, nedendir batmadan önce bir tebessüm ediyor “Hayırlı Akşamlar!” diyerek uyumaya gidiyor. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çekip, günün erken saatinde mahmur mahmur görünerek keyifsiz bir “Günaydın!” dedikten sonra karşılığını bile beklemeden saklambaç oynamaya koşuyor.
Yerini herkes biliyor ama o çıkıncaya kadar kimse gidip onu bulup da sobelemiyor. Herkes işinde gücünde… Fabrikalar tam kapasite çalışmakta, memurlar işyerlerinde, masalarının başlarında… O, Uludağ’ın arkasında, ağaçların ruhlarıyla, orman perileriyle oynuyor. Yorgun argın evine gidiyor. Annesi çağırmasa belki hiç eve girmeyecek, orman perileriyle gece boyu dans edecek, oynayacak. Sabaha kadar şarkı türkü söyleyecek, gülecek eğlenecek.
Sevimli ve neşeli bir çocuk, Bursa kışının güneşi… Yaramaz mı yaramaz! Bazen kartopu oynamak için geliyor. Yere yatıyor, boyunun uzunluğuna bakıyor. Kızak kayıyor Uludağ’dan aşağıya… Tadında bırakıyor yüz yüze görüşmeleri. Karı da yerde, özgürce. Sulandırmıyor ortalığı. Bozmuyor aklığı… Belki kıyamıyor karın görüntüsüne. Çünkü Bursa’da kar manzarasına doyum olmuyor!
Yeşilin her tonunun sergilendiği Uludağ’daki ağaçların üstlerine o kadar güzel konuyor ki kar, ak güvercinler üşüşmüşler ormana ve bütün ağaçların dallarına konmuşlar da kanat açmışlar gibi! Hele çıplak dalların üstlerinde pasta kreması gibi duruşları! Kırmızı kiremitli evlerin damlarında bir başka, saçaklarına uzanışları bir başka!
Kar yağınca her zaman ayaza kesmiyor hava. Yenişehir ovasında keskin kılıçlar gibi iniyor insanın yüzüne. Yanaklarını kamçılıyor! Hırçınlaşıyor, adeta çıldırıyor!
“Epeydir hiç güneş yüzü görmedik” desem, yalan olmaz. Giyeceklerimin içine işliyor soğuk. Ellerim ayaklarım hiç ısınmıyor. Yanaklarım buz… Burnumu hiç hissetmiyorum. Donmuş mu ne olmuş? Dokunuyorum. Yerinde duruyor. İyi bari düşmemiş! Elim sıcak kalıyor ona nazaran.
Bembeyaz çizmelerim var. Yerden üç santim kadar yüksek tabanları ama ayaklarım buz! Bacaklarımdaki damarlarda kan donacak neredeyse. Başımda beyaz yün berem… Saçlarım omuzlarımda… Kırmızı kabanımın yakası kalkık… Ayağımda siyah, İspanyol paça pantolonum… Donuyorum!..
Akşam olup da eve geldiğimde, çizmelerimi çıkardığımda bir yanma başlıyor ayaklarımda! Anlatılır gibi değil! Kan, kaynıyor sanki ayaklarımda! Hele tabanlarımda… Onları, odamın soğuk duvarlarına dayayarak serinletmeye çalışıyorum. Buz gibi banyo betonuna soğuk su döküyorum, orada yürüyorum. Nedendir bu tezat, bilmiyorum!
Belki çizmelerim çok dar olduğu için ayaklarıma kan gitmiyor gün boyu. Rahat bir kan dolaşımı olamıyor. Akşam rahata erdiklerinde, günün acısını çıkarıyor olmalılar ama her iki zıt durumda da olan bana oluyor!
Bir bunun için doktora gitmek istemiyorum. Çok daha önemli rahatsızlıkları olanlar var. Onlar, daracık koridorlarda saatlerce sırada bekliyorlar. Hem de ayakta… Çok hasta ve yaşlı olanlar için bile oturacak yer yok hastanelerde. Doktorlarda da bir sinir bir sinir! Burunlarından kıl aldırtmıyorlar! Hemşirelerin tamamı çarktan çıkma! Biraz nezaket! Ne olur biraz hoşgörü!
Bursa Devlet Hastanesi’nde, yatan hastalara çilli bezden dikilmiş pijamalar veriyorlar. Koğuşlarda herkes bir örnek giyinmiş. Çocukluğumda Burdur’daki okulda giydiğim çil bezden önlüğümü hatırlatıyorlar bana. Önceleri çil bezden başka bir şey yokmuş ki!
Daha önce de detaylı bir şekilde yazmıştım ya… Giritli Mahallesine yeni taşındığımızda, ilk defa sokakta oynamaya başladığımda çocuklara uyup hırsızlık yapmamam için Hapsaneüstü’nen geçerken annem babama: “Şuraya bir girelim de bu kıza hapishaneyi, mahkûmları, gardiyanları bir gösterelim de hırsız uğursuz olmasın!” demişti de Antalya Hapishanesi’ne sapmıştık. Üç beş mahkûm birileriyle konuşuyordu.
“Hırsızlık yapanları buraya kapatıyorlar. Onları betonda yatırıyorlar. Altlarına hortumla buz gibi su sıkıyorlar. Zangır zangır titriyorlar! Buz kesiyorlar! Donuyorlar! Bak, bu demirlere! Buradan kaçamıyorlar! Dışarıya çıkamıyorlar!” diye güya gözümü korkutmuştu. Sanki inanmıştım! Adamın çil bezden pijaması ıslak falan değildi. Değil eziyet çekmek, keyfi yerindeydi. Hiç de rahatı kaçmışa benzemiyordu.
Orada görüşe çıkmış çil bez pijamalar içindeki mahkûmun birine de: “Öyle değil mi amcası?” diye sormuş ve muhtemelen kaş göz işaretiyle “He ya Amcam! Öyle!” dedirtmişti. Adamın işi mi yoktu, bana uzun uzun izahat verecek! Bir yakını gelmiş, hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu onunla. Hal dert lafıydı mutlaka. Mahkeme, duruşma, avukat, hakim falan…
Annemin de yaptığına bak! Keçi can derdinde, kasap mal derdinde! Hem neden onaylattırıyor ki hırsızlık yaptığını? Belki başka bir suçtan yatıyor! Hem bunların hepsi mi hırsız? Halbuki bizim evde çeşitli suçlar hakkında da konuşmalar yapılıyor. Cürmümeşhut, Müddeiumumi, Ehlivukuf, Yediemin falan bile deniliyor. Yirmi dört saati atlatıncaya kadar saklanmaktan bahsediliyor. Suç işleyenler bize gelip babama akıl danışıyorlar. O da dilinin döndüğünce onlara yol gösteriyor. Arsa tarla, miras, boşanma, nafaka meseleleri de konuşuluyor.
Bir buçuk yaşında hâkim önüne çıkmışım. Olay defalarca tekrarlandığı için unutturulmadı. Hayret vericiydi. Herkese anlatıldı ve hafızamda pekiştirildi. Dün gibi aklımda… “Ya çocuk büyüyünce evlad-ı manevi olarak onu halanıza verdiğinizi istemezse?” demişti hâkim. Ben babamın kucağında ona: “Yaz sen, ben istiyorum.” demiştim. O günden sonra babam bana Yercücesi demeye başlamıştı. Çok lakabım oldu benim. Hangisini diyeyim? Yeri geldikçe yazacağım.
Demek ki çok küçük de olsa bir çocuğun algıları açıksa, onun yanında defalarca aynı konu açılarak enine boyuna tartışılıyor ve sonunda ailecek bir karara varılıyorsa, o çocuk da bunu biliyorsa, çoğunluğun kararına doğal olarak uyarmış.
O kişi ki annesinin anne dediği, babasının öz halasıdır ve sülalede hatırı sayılan, sözü geçkin, yaşlı ve saygın bir aile büyüğüdür. “Yanına almayacak zaten.” diyor annem. Babam da: “Sırf mirasından faydalandırmak için… Formalite icabı…” Üstelik amcamın üç buçuk yaşındaki kızı da manevi ablam olacak. Ne güzel!
Beş yaşındayım ama cin gibiyim! “Şeytanın arka bacağı bu!” diyor annem benim için. Babam da “Mahallenin Muhtarı! Daha dün geldik, herkesin adını sanını öğrenmiş!” diyor. Gecekondu muhiti… Komşuluk ilişkileri, akrabalık ilişkilerinden daha kuvvetli… Çocuklar arkadaşım… Soyadları aynı… Tabii ki soracağım annelerinin babaların adlarını… Birazını annemden birazını da ablamdan duyuyorum. Hafızamda yer çok! Anında kaydediyorum.
Çil bezin halen kullanılıyor olmasını garipsiyorum. Bursa gibi dokuma konusunda lider pozisyonundaki bir ilde neden hâlâ çil bez hüküm sürüyor? Çil bez çocukluğum… Çocuk zıbınları, günlük giyecekleri, bebek bezleri… Okul önlükleri, hastane ve hapishane kıyafetleri… Çil bez en ucuz kumaş… Belki en kötü pamuktan… Karyağdılı bir bez…
Ovaları sel basmış, her yer bataklık… Pirinç ekiliyor. Sivrisinekten geçilmiyor. Sıtma felaket!.. Pirinç ekenlerin halleri çok feci! Çamurun içinden rızk çıkarıyorlar.
Bataklıklar kurutulmuş. Adana ve Antalya ovalarına pirinç yerine yeni yeni pamuk ekilmeye başlanmış. Pamuk Beyaz Altın! Kar yağmış Güney’in ovalarına… Bereket yağmış!
Antalya İplikli ve Pamuklu Dokuma Fabrikası daha yeni kurulmuş. 5 Ocak 1956’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes tarafından fabrikanın temeli atılmış. Antalya Milletvekili Burhanettin Onat’ın gayretiyle 1 Ekim 1961’de üretime başlamış. Antalya halkı sevinç içinde! İş bulmuşlar! İşçi olmuşlar! Maaşa bağlanmışlar! İstikballeri kurtulmuş! Artık açlık korkusu yok! Antbirlik var, Çırçır var!
Nazilli basmaları nam salmış. Yazın basma, kışın pazen giyiliyor. Onları alabilenler sevinç içindeler! Kendilerini zengin hissediyorlar. Kız çeyizleri humayinden, patiskadan yapılıyor. Renkli nakışlarla süslenerek albenili hale getiriliyor.
Çil bez fukaralığı sembolize ediyor. Şeker çuvallarından dikilen giyecekleri hatırlatıyor bana. Halk şeker çuvallarından iç çamaşırları dikmeye başlayınca fabrikalar çuval yapımında desenli bez kullanmaya başlamışlar, milletin dünyası renklensin diye. İlk şeker fabrikaları… Ülkede çok az...
Şeker Kayseri’den geliyor. 1954 yılında temeli atılmış, 1955’te Adnan Menderes tarafından açılışı yapılmış Kayseri Şeker Fabrikası’nın. Tek tük şeker fabrikası var. Şeker pahalı… Tuz ucuz… Tuz doğadan… Değirmenönü’nde değirmenler un, tuzcular tuz öğütüyor.
Kâğıt ne kadar kıymetli! Matematik defterlerimiz samanlı sarı kâğıttan… Çay ve lokum kutularını açıp saklıyor, elişi derslerinde kullanıyoruz. Şekerleme kutusunun temiz ve incecik kartonundan yılbaşı tebrik kartları yapıyoruz. Defterlerimizi siliyor, ters çevirerek tekrar müsvedde defteri olarak kullanıyoruz. Azami tutumlu olmayı öğreniyoruz.
Kurşun kalemlerimi annem, ablam ya da Şermin açıyor. Şermin çok daha az açıyor. Ablam özgürce açıyor, ucunu kocaman çıkarıyor, annem ona kızıyor. “Şimdi bastıracak, ucunu kıracak! Neden o kadar çok açıyorsun? İsraf haram! Biz bir kalemle bir yıl okula gider gelirdik!” diyor. Biraz abartıyor galiba ama olur mu olur!
Ablam kalemleri çok zarif açıyor. Onlarla karakalem resimler yapıyor. Yatık tutuyor ucunu… O kalemleri ne kadar güzel, ne kadar rahat kullanıyor! Ben kalemimi çok bastırıyorum. Ucu az açılsa da hemen kırılıyor. Belki de kalemler çürüktür. Olamaz mı yani? Bütün suç bende mi? Onlar kalemimi açarlarken: “Ne kadar da sertmiş bunun tahtası!” demiyorlar mı! Hatta açarken kırdıklarında: “A! Kırılıverdi! Ne kadar da çürükmüş içi!” demiyorlar mı? Kendilerine gelince tahtası kötü, içi kırık… Bana gelince “Çok bastırma! Defteri deleceksin!”
Benim defterlerimi kolay kolay silemiyorlar. Ne kadar silseler izi kalıyor. İzi de aklımı karıştırıyor. Benim dünyamda yarım ve az diye bir şey yok! Kara kalemse kapkara yazacak! Beyaz defterse bembeyaz kalacak! Defter bembeyaz kalem kapkara olacak! Ara renkler yok! Ana renklerle kurmuşum dünyamı ben.
Ak ve kara… “Kara koyundan ak süt akarken biz babamla kardeştik.” diyor, anılarımda Şermin. “Şermin, babasıyla nasıl kardeş olur?” diye soruyorum ablama. Akla karayı seçtirdi bana! Meğer karanlık bir gecede kar yağarken babasıyla kar deşmişler. Ne güzel bilmecelerimiz var!
Ak mı kara mı? Ya ak ya kara! Ya çok severim deliler gibi, ya kökten ilgimi keserim mesela. Arası yok! Ayrıldıkları halde arkadaş kalan eşlere de şaşıyorum. Madem arkadaşlığı yürütebilecektiniz, evliliği neden sürdüremediniz?
Ayaklarım da benim gibi… “Aza vazifeye tabi…” der Osmanlıcalı Türkçü Milliyetçi babam. Ayaklarım da ya donuyor ya yanıyor. Arası yok! Ilık olmak için baharı bekliyorlar.
“Baharı bekleyen kumrular gibi sen de beni bekle, sakın unutma! Elleri havada gözleri yolda…”
Bu da Sevgili İlhan’a…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 712
YORUMLAR
Her gün yazıyorsun.
Ve... Her günde çok güzel yazıyorsun.
Bir gün bir yazıma yazdığın yorumda:
"Güzel bir yazı okumaya hasret kalmıştım" demiştin.
Her gün yazacaksın. Ve...Her gün güzel yazacaksın.
Az bir şey midir bu?
Okuyorum yazılarını. Vaktim oluyor yorum yazıyorum.
Bu nasıl bir seri? Bu nasıl bir yürek? Bu nasıl bir kalem?
Taktir etmemek mümkün mü?
Ben kimim ki?
Yazının tamamı güzel de beni KAR çok etkiledi.
Askeri okuldayız Eskişehir de. Kış geldi. Kar yağdı.
Hepimiz koğuşlara girdik.
Antalyalı bir arkadaşımız dışarıda.
Yatıyor karlara, bağırıyor KAR KAR diyor.
O zaman kızmıştık O na şimdi hak veriyorum.
Selam ve Sevgiyle Onur.
Onur BİLGE
İlgi ve yorum için teşekkürler... Sevgiler... :)
Sanıyorum bu benimle alakalı bir durum. İlk defa yazınızla bir bağ kuramadım. Tekrar gelmek üzere ara vermek istiyorum. Güzel bir şeyler okuduğumdan eminim ama bağlamından kopmuş cümle gibi hissettim kendimi.:)
Onur BİLGE
1001 GECE ÖYKÜLERİ tek de okunabilir ama aslında 1001 bölümlük bir seridir.
Yorum için teşekkürler... Sevgiler... :)