- 341 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇIKMA HIYARLAR
ÇIKMA HIYARLAR
Bir Hatırlatma…
Son yıllarda gerçekleşen liyakatsiz atamalar; muktedirlerin, eş dost ve ahbaplarını önemli görevlere getirmeleri herkesçe malumdur. Boğaziçi Üniversitesine, tepeden inme bir tarzda rektör atanmasıyla ilgili olarak “Elitistlerin Üniversitesi Boğaziçi” başlıklı bir yazı kaleme alıp birkaç hafta önce bu sitede paylaşmıştım. Daha sonra basın yayın organları, yeni rektör Melih Bulu’nun hayatı hakkında bazı bilgiler yayımladı. İşte o bilgiler:
“Rektör olarak atanan Melih Bulu bir partiden belediye başkan aday adayı olmuş.”
Peki aday yapılmış mı?
Hayır...
“Aynı kişi, aynı partiden milletvekili aday adayı olmuş.”
Peki aday yapılmış mı?
Hayır…
Ama rektör yapılmış!..
Nereye?
Türkiye’nin gözbebeği bir üniversiteye…
Bu durum beni elli küsur yıl önce sebze yetiştirdiğimiz tarlaya götürdü. Çocukluğumla ilgili bu hatırayı (Sait Faik’in dediği gibi) “yazmasam ölecektim.”
***
Efendim, benim çocukluğumda çevremdeki herkes hıyara “hıyar” derdi, hıyarın kibarcası sayılan “salatalık” kelimesi sonradan zuhur etti.
O zamanlarda on yaşındaydım; amcamlar ve biz, yedi sekiz dönümlük bir tarlaya sebze ekmiştik. Tarlanın üçte birinde domates, üçte birinde biber, üçte birinde hıyar ekiliydi. Bilenler bilir, önce hıyarlar büyür ve hasat edilir. O gün ikinci defa hıyar toplayıp İstanbul’daki hâle gönderecektik. Aile büyüklerimin yüzü gülüyordu o sabah. “Maşallah, ürün bol; inşallah iyi paraya satılır,” diyorlardı.
Tarladaki iş bölümü şöyleydi: Annem, babam ve yengem hıyar toplayacaklar, amcam İstanbul hâlindeki 56 numaralı kabzımal Kadri General’in gönderdiği sandıklara hıyarları istif edecek, amca kızı Zehra ablam elinde çapayla domatesleri sulayacaktı.
Ben ve yedi yaşındaki amca oğlu Nazif açıkta kalmıştık.
Kendimi büyükler sınıfında kabul ettiğim için “Ben de hıyar toplayacağım,” diye mızmızlandım ama amcam kabul etmedi. “Size yasak, hıyarların köküne, dalına basarsınız; sizin işiniz şerbet karıştırmak,” dedi.
Şimdi “Şerbet karıştırmak da ne ola ki?” diyeceksiniz. İzah edeyim: Tarlaya giren su yolunun önüne otuz kırk santim derinliğinde, bir metre genişliğinde bir kuyucuk kazarsın. Kuyuya hayvan gübresi doldurursun, kuyunun bir tarafından giren temiz su, öbür tarafından simsiyah gübreli su olarak çıkar. Köylülerin şerbet dediği bu su, sebzeler için can simidi gibidir. Şerbetle sulanan sebze fidesi kısa sürede boy atar ve bol ürün verir.
Neyse efendim, çapasını sepetini kapan tarlaya girdi, amcam şerbet kuyusuna yarım küfe hayvan gübresini döktükten sonra artezyen başındaki Gümüş Motoru çalıştırdı; biz de bazen çepin (küçük çapa) kullanarak bazen çıplak ayaklarla kuyuya girerek şerbeti karıştırmaya başladık. Bu meşgale bizim için işten ziyade bir oyundu.
Amcam yanı başımızdaki “çelebi” dediğimiz büyük ağacın altına bir hasır serdi. Akşamları çelebinin kovuğuna bırakılan demirbaş minderi, hasır ile ağaç gövdesi arasına koyarak üstüne oturdu. Beş dakika sonra tarladaki hıyarlar sepetlerle bu hasırın üstüne akmaya başladı. Amcam keyifliydi, alçak sesle türkü söylerken hıyarların en düzgünlerini seçip sandıklara istif ediyordu. Öğle ezanına kadar iş bitmeliydi çünkü kamyoncu Abdullah abi, İstanbul’daki kabzımallara gönderilecek sandıkları öğleden sonra toplamaya başlardı.
Bu konuda çok titizdi amcam. İnce, yamuk, çok iri ve çok şişman veya tohuma kaçmış dediğimiz yeşilden sarıya evrilmiş hâldeki hıyarları asla sandıklara koymazdı. “Çıkma” dediğimiz bu hıyarları ayrı bir kasaya koyar, akşamleyin iki aile arasında paylaştırırdı.
Yarım saat sonra amcamın önündeki hıyar yığını küçük bir tepecik hâline gelmişti. En tepede çok düzgün ve yemyeşil bir hıyar “beni ye” der gibi güneşte parıl parıl parlıyordu. Fakat yiyemezdim; yiyemezdim çünkü geçmiş tecrübelerimden çok iyi biliyordum ki köyümüzdeki diğer aileler gibi biz de en iyi, en gösterişli sebzeleri “satılık” diyerek sandıklara dizer, “çıkma” dediğimiz sebzeleri kendimiz yerdik. Fakat canım kalmıştı o hıyarda, onu yemesem bir yerim şişecekmiş gibi bir duyguya kapılmıştım. Fışkı çukurundan çıkıp hedefe doğru yürüdüm, tam hıyarı kavramıştım ki amcam hafifçe elime vurarak: “Onları İstanbullu zenginler yiyecek,” dedi ve çıkma sandığını gösterdi, “Bunlardan ye!”
Büyük sözü dinlenir, emredilen yapılırdı o devirlerde. Sandıktan rastgele iki hıyar alıp birini amca oğluma verdim. Nazif, hıyarı ikiye bölünce nefis bir koku yayıldı ortalığa, kütür kütür hıyarı ağzını şapırdatarak yerken ona imrenmiştim ama çocuksu bir inatla elimdekini yemiyordum. Kendi kendime: “Çileyi biz çekelim, sefayı İstanbullu zenginler sürsün,” diye düşünüyordum.
O devirlerde köyde elektrik yoktu, televizyonun adını dahi duymamıştık. İstanbul’a hiç gitmemiştim, İstanbullu birini de görmemiştim. Zaman zaman köyümüze gelen Orhangazili zenginler gibi olmalıydılar. Hayalimdeki İstanbul’un erkekleri göbekli ve fötr şapkalıydı, kadınları ise mantolu ve dudakları, tırnakları boyalıydı.
Bir ara amcam: “Nazif, evladım, su testisini getir bana,” diye seslendi. Nazif yanımdan ayrılınca: “Allah’ın çıkma hıyarı!” diye öfkeyle mırıldanıp elimdekini komşunun bahçesine fırlattım.
Bu çocuksu inadımın asıl sebebi birkaç gün önceki bir olaydı. Üç gün önce yine hıyar hasadı yapmış ve eve gitmiştik. Annem payımıza düşen çıkmalar çok gelmiş olacak ki bir sepet dolusu hıyarı elime tutuşturup: “Bunu Küllü Hatçe’ye götür, ihtiyaçları yoksa Demirci Ayşe’ye verirsin,” dedi. Küllü Hatçe “Biz de bugün hıyar topladık,” deyip istemedi, Demirci Ayşe ise kapı önündeki sandığın üstündeki bezi çekip bir sandık dolusu hıyarı göstererek: “Lazımsa hepsini götür,” diyerek tebessüm etti.
Eve gelip kapı eşiğinden “Anne, kimse istemiyor; ne yapayım bunları?” diye bağırdım. Mutfaktan annemin sesi duyuldu: “Eşeğin önüne at!” Ahıra gidip eşeğin önüne döktüm sepettekileri. Bizim karakaçanın o hıyarları nasıl bir iştahla yediğini görmeliydiniz.
Çocuksu bir inat işte! Çıkma hıyar yemek istemiyordum; yersem eşek seviyesine düşecekmişim gibi bir his var içinde. Oysa annem o hıyarlardan çoban salatası yapmış, afiyetle yemiştim; rendeleyip cacık yapmış, afiyetle kaşıklamıştım.
Şerbet kuyusunda çıplak ayaklarımla fışkı karıştırırken gözlerimi o hıyardan ayıramıyordum; kafaya koymuştum, mutlaka yiyecektim onu. Derken iyi bir fırsat çıktı. Amcam “Ben ufak su dökeceğim, dikkat edin, hayvanlar yaklaşmasın mahsule,” diyerek yolun üstündeki tarlaya girdi. “Fırsat, bu fırsat!” diyerek fırladım, hıyarımı kaptım. Sus payı olarak amca oğluma da düzgün ve güzel bir hıyar seçtim.
Amcam fark etmesin diye sırtımızı üst tarlaya dönerek hapur küpür yedik hıyarları.
Aradan elli küsur yıl geçti ama o hıyarın kokusu hâlâ burnumda, tadı dilimde ve kütürtüsü kulaklarımdadır.
***
Şimdi şöyle bir soru sorabilirsiniz: “Be birader, bu masum çocukluk hatırası ile Boğaziçi Üniversitesine rektör atanmasının ne ilgisi var?”
“Anlayana sivrisinek saz,” demiş atalarımız.
Kalın sağlıcakla…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.