uzun yollu kısa hayatım. 2
Babam aynı gece yengeme; kızım sen erini ben oğlumu kaybettim, daha çok gençsin önünde uzun bir hayat seni bekliyor gidersen anlarım, eğer gideceksen bugün git bana ikinci bir acıyı başka bir gün de yaşatma dediğini çok net hatırlıyorum.
Yengem ise; baba ben senin gelinin değil öz kızınım, buradan başka gidecek yerim yok ve olmayacak dediğini, sonrasında birbirlerine sarılıp ağladıkları da çok net kayıtlıdır hafızamda. Bilincimin çoktan unutup zihnimin en arka dehlizlerine atmış olduğu ikinci bir haşlanmış yumurta faciası da yaşanmamış ölmüştü böylece. Baba cenazeye iki günlüğüne gelmiş imiş o zaman, fakat ne ben onu görerek hatırlamış ne de o beni farketmişolmalıydı, zannederim baba ile ortak bir duygumuz var ise o da karşılıklı unutulmuşluktu.
Bu aşamadan sonra maalesef aşkın amca isa amcamın yerini almıştı, onun boşluğunu kendi bomboşluğu ile doldurmaya başlayacaktı. Aşkın amca rahatına aşırı düşkün, her işinde aşırı disiplinli lakin çalışmayı sevmeyen, her şeyin iyi ve güzeline sadece kendisinin layık olduğunu düşünen yetersiz egoist yeterince narsistbiriydi. Tanıdığım insanlar içerisinde hiç rastlanmayacak kadar önemli ve büyük kişi olma gereğini duyan küçük bir zavallıydı. Erken yaşlarda herkesten daha zeki ve yetenekli olduğunu keşfetmiş her konu da en iyinin kendisi olduğuna hastalık derecesinde inanmıştı. Sırf çevresi değil, hiç görüp bilmediği insanlardan bile üstün olduğu iddiasında olan, kendini yükseklerde yer tutmuş gören oldukça alçak bir adamdı. Tanıdığım insanlar içinde hiç rastlanmayacak kadar önemli ve büyük kişi olma gereğini duyan küçük bir zavallıydı. Erken yaşlarda herkesten zeki ve yetenekli olduğuna inanmış, her konuda en iyi ve en üstünün kendisi olduğunu keşfetmişti. Onunla büyümek benim için zor olacaktı, çünkü el attığı her alandan çekilmem gerekecekti ve maalesef onun anlayıp bilmediği konu yoktu olamazdı. Sözünün olmadığı fikrinin bulunmadığı bir durumu kabullenmek yüksek şahsiyeti için çok aşağılayıcıydı. Babamın kıyıp ta kimseye teslim edemediği İsa amcamın yadigarı o eski ama değerli traktörü kaçırır, gittiği düğünlerde yine babamın en özeli olan silahını yastığının altından aşırarak tüm mermilerini bitirirdi. Dönüşlerinde eve babam korkusu ile yaklaşamaz bana haber gönderirboş silahla traktörü teslim ederek kendisi günlerce babama gözükmezdi. Çünkü işlediği suç ciddi bir dayak sebebiydi. Babam ise bu sınırı ev halkından özellikle de anamdan çıkarır hanede huzur adına bir şey kalmazdı. Tabi aşkın amcamın şansı her zaman böyle yaver gitmez babamın ani baskınlarıyla yakalanıp dayak yediği de olurdu. Bu baskınlardan kaçıp boş silahla traktörü bana teslim ederek ortalardan kaybolduğu zamanlarda, genelde anam tarafından saklanır babamın sınırı geçinceye kadar kendisine gözükmezdi. Eğer mevsim kış ise babamın öfkesinin haftalarca geçmediği olurdu, ama mevsim yaz ve tarla işlerinin yoğun olduğu bir dönemde isek kızgınlığı çabuk geçer ya da geçmiş gibi görünürdü. Çünkü er yada geç sona erecek kızgınlığı uzatıp işlerin en yoğun zamanında bir irgattan mahrum kalmanın hiçte mantıklı bir yanı yoktu. Aşkın amca küçükken menenjit hastalığı geçirmişti, anamın tezine göre buna bağlı olarak sinirsel hastalıkları vardı, az biraz baskıya maruz kaldığında dudaklarını ve parmaklarını sonra finalde kollarını ısırırdı. Anam bu durumu kendi tezine bağlar sürekli olarak korumaya alırdı onu, aşkın amca bunu sanki devlet hastahanesinden alınmış ciddi bir heyet raporuymuş gibi sahiplenir lehine olarak çok iyi kullanırdı. En küçük bahaneler basit sebeplerden ötürü aniden kendini ısırmaya başlar olmadık yerlerini kemirirdi, bu dişlemeler basit kızarıklıklardan öteye geçmezdi, bir kez olsun ciddi bir ısırıkla bir yerini kanattığına şahit olmamışımdır. Aramızda ciddi bir yaş farkı yoktu, fakat şartlandırılmış aile kurallarımız gereği ona babama gösterdiğim saygı ve itaatin aynını göstermem gerekiyordu, aksi düşünülemezdi. İleride yeri geldikçe daha detaylı değineceğim üzere, beni çok ezdi çok yıprattı, yaptığım bir yaramazlıktan ötürü hem ondan hem babamdan ayrı ayrı iki dayak yerdim. Bütün arkadaşlarımız ortaktı ama asla beraber bir arada oturup eğlenmemize müsaade etmezdi, eğer bir yerde oyun oynanacaksa ya da bir eğlence varsa bu onun hakkıydı beni ortamdan ayırır eve gönderirdi. On derviş bir kilim altında yatar, iki padişah bir ülkeye sığamazdı evet ama, ben ne padişahtım ne vezir ne yeniçeri, insan bile değildim onun gözünde. Küçücük sebeplerden ötürü toplum içinde arkadaşlarımın yanında hiç düşünmeden -ki bu konuda hiç düşünmezdi- bana saldırır, ardımdan ne kadar haklı olduğunu pişkinlikle anlatırdı. Kendi vicdanı için kendine yaptığı tanıklıklar yeterliydi onun için, söylediklerim doğru olup herkesçe kabul görse bile o sırf ben söylüyorum diye kudurganlıkla muhalefet eder kişiliğimi önemsizleştirirdi. Aynı veya benzer yaramazlıklarda babamın ona gösterdiği tolaransı o bana asla göstermezdi. İş zamanı olup olmaması farketmezlazım gelen şiddeti illa üzerimde uygulamadan rahat edemezdi. İnsanoğlu varlıksal olarak böyle değilmiydizaten, kendisinin belki defalarca işlediği suçları başkaları işlediği zaman ilk taşı atmak için en öne o geçme gayretiyle çırpınması gereken…
Oysa biliyordu ki anne babalarımız yoktu, hayatın zalim anlarında yalpalayıp devrilmemem için bana abilik amcalık yapabilir, örselense bile gelişmeye çabalayan korunmasız yanlarıma güçlü bir destek olabilirdi. Amma velakın o, sahipsizliğimi vicdandan uzak eylemlerini gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsat olarak görüp, kişiliğimin ve ruhsal durumumun sağlıklı oluşamaması, kalan zayıf direncimin de sakatlanması için ne gerekiyorsa yaparak büyük bir çaba sarfetti. Sayısız türde acımasızlık, duygu ve duyarsızlıktan oluşan varlığı önümde bir dağ gibi sürekli durarak, çocukluk ve ergenlik dönemlerimden pis gölgesi hiç eksilmedi. Anambeni analı babalı yetimim diye ağlayarak severdi, o ise, senin anan ikinci defa evlendi, bir am’a iki sık değmisse o kadın orospudur ve sende bir orospu çocuğusun diye döverdi…
Bu sinkaflara karşı neden nasıl bir orospu çocuğu olduğuma dair analitik hesaplar yapacak, gördüğüm şiddetten ötürü başımı kaldırıp kafa yoracak çapta değildim. Ayrıca hangi anne, kime ne sık değmiş bunu çözümleyebilecek bir mantık yolu da yoktu bende. O sebeple edilen küfür ve yediğim dayaklar maruz kaldığım günlük olağan söylem ve eylemlerden biriydi benim için. Şimdi düşünüyorum da, benim suçummuydu annenin ikinci evlilik yapmış olması, babanın da başka bir aile kurup her ikisinin de bizi terketmiş olması sahipsiz ve korunmasız kalma sebebimiz benim yaramazlıklarımın neticelerinden birimiydi?
Belli aralıklarla yatağa işerdim, anam bunu yediğim dayaklara bağlardı, sağolsun benim için de bir tezi vardı ancak hiçbir işime yaramıyordu. O beni üzerimde uygulanan fiziki şiddetten korumaya çalıştıkça, aşkın amca; merak etme sakatlamıyorum der ve bunu hafifletici bir neden sayardı. Edilen küfürlerin alışkanlığından olacak bunlar üzerinde bunlar üzerine düşünmesem de,bu hususu o zaman da anlamaya çalışırdım ve hala düşünürüm; ruhsal duygusal sakat bir yetimi sakatlamadan dövmek nasıl oluyordu, bunun için nelere dikkat edilmesi gerekirdi?...
Köyüm yüksek dağlar yamacına kurulu, karadenizin o ürkütücü karartışına ön iki kilometre tepe pencereden bakar, yeşil ve mavinin her tonunu kendi içinde barındırırdı. Derin vadisinde çok boyutlu sisler yükselir, tepesindeki sık ormanlar sabahın o ilk güneşine geçit vermez ve köyüm yamacının en üst tepesinde yer tutmuş olan evimiz en son aydınlanırdı. Hemen alt deresinde camdan berrak durulukta akan sularının çıkardığı sese, horozların günaydın otüsleri de eklenerek köy halkı her sabah bu senfoni ile uyanırdı. Kutsal bir hale gibi yükselen dağ yamacı sisi altından, çiğle kaplanmış gümüş kahvesi kiremit çatılı ahşap evleri, ve yine gümüş yeşili ormanları ortasında güneşin altın sarısı ile birleşerek, bu manzarayı görmeyene yazı söz ile anlatmayı imkansız kılan bir hayal sunardı. Tabiatın kendini sanki bir nokta da kanıtlıyormuşcasına tüm cömertliğini bu küçük merkezde gösterip, bütün güzellikleri bir arada ortaya koyduğu şirin bir yeryüzü cennetiydi benim köyüm. Dere kenarına oturduğunda insanın ruhunu sürükleyerek,akıntısı ardından karadenize doğru çekmeye davet eden hadi gel sesleri, ormanlarının başında durduğunda ise, sanki sonsuzluğa uzanıp giden bir deryaya bakar olurdun. O engin yükseklere doğru bin bir farklı tur ve şekillerde birbirlerine dal dala sarılmış ağaçların görülmeye değer kardeşlikleri, çakıl taşlı yolları, düzmece sokak lambaları, tarlaları ormanları dağ ve tepelerine doğru doğaçlama uzayıp giden şirin patikaları, kırmızı benekli çay balıkları yabanı üzümleri, böğürtlenleri ormanlar dolusu kuşburnuları, kayasından fışkırarak boşa akan tertemiz maden suları, küçük şirin bahçeleri ve kendini hala zorla saydırtmaya çalışan daha nice güzellikleriyle, mistik huzurun gölgesiydi benim köyüm.
Adını ise istenmediğinde yılışık, istendiğinde ise istikameti pek belli olmayan bir bitkiden almıştı, Sarmaşık.
Enterasandır ki köyümde bu bitkiden yoktu, her karesini yıllarca adımlayıp tarla ve ormanlarında çok defalar sabahlamış biri olarak, Sarmaşık bitkisinin tek bir örneğini dahi görmedim köyümde. Bu ismi nereden nasıl aldığı konusunda da kimse bilgi sahibi değildi. Köyüm onu ortadan ayıran küçük bir çayın iki şirin yamacına kurulu yüz yirmi hanelik iki mahalleden oluşurdu. Çayın hemen kenarında köhne bir camisi vardı, bahçesi köyümün ihtiyar heyetinin namaz öncesi toplanma yeri, hemen yanındaki öteki mahallenin meydanı ise biz çocukların oyun alanıydı.Karşı mahallemiz çerkes, türkmen, gürcü, lazlardanoluşan ve sanıyorum birinci dünya harbi zamanlarında getirilip yerleştirilen çok renkli bir topluluktan oluşurdu. Bizim yaklaşık kırk hanelik mahallemiz ise, rivayete göre bir sel sonucu Trabzon ile Rize arasında bir bölgeden, yaklaşık iki yüz yıl önce o bölgeye yerleşen tek bir ailenin devamıydı. Her hane birbiriyle akraba herkes kuzendi, mahallemizin Adem babası Recep dedemizdi, hepimizin bilinen soy ağacı ona çıkıyor tek bir haneye bağlanıyordu. Soyadımız ise sülalemizin geçmişi araştırıldığında bir Aydın’ın kelime anlamına vakıf biri bulunmamasına rağmen Aydın di.tıpkı köyümüzün adı gibi bunda da bir tezatlık olduğu belliydi. Zannederim soyadı kanunu ilk çıktığında nüfus müdürlüğüne giden büyük dedemiz, bu soyadını ya orada duymuş ya da bir ön sıradakinden kopya çekerek, görevli memura benimki de ondan olsun demişti. Kaldı ki kasabamızda soyadı Aydın olan başka aileler de var. Başka bir ihtimal düşünemiyorum kuvvetle muhtemel böyle olmuştur, tabi buda tezleri çok olan bir ananın oğlu olarak benim kendi küçük tezimdir. Her iki mahalle de müşterek esaslardan hareket ederek, birbirlerine samimi ve gönülden bağlı tek bir bütünü oluştururdu. Köyümüzde bir kahvehane vardı sahibi babamın yeğenlerdinden ve aynı zamanda köyümüzün muhtarı olan, İsa amcamın cenazesinde arabasıyla evden eve acıyı dağıttığım Hüseyin amcamdi. Altmışlı yıllarda üniversitede okurken sanırım bir gönül meselesi yüzünden eğitimini yarım bırakmış, seksenlere kadar İstanbul da kulüp işletmiş sonra her şeyi bırakarak gelip köye yerleşmişti. Çok donanımlı kültürlü adamdı, genlerinde bizim gibi dağlılık taşıdığını belli eden fevri davranışları olsa da, hitabeti kılık kıyafetiyle tüm diğer amcalarımızdan açık ara ayrılırdı. Köylerde siyah beyaz televizyona henüz alışılmışken, Hüseyin amcam kahvehaneye renkli televizyon getirmişti. Biz çocuklar başta olmak üzere koyun büyükleri hatta tüm çevre köyler için dünyanın en ileri teknolojik icadıydı bu. Onu görebilmek için her yerden insanlar gelir, kahvehaneye sığmayan kalabalıklar dışarıya taşardı. Haliyle bütün gündemimizi o renkli televizyon oluşturur olmuştu, hep onu konuşur sürekli ondan bahsederdik. Biliyor musun, içindeki insanlara dokunabiliyormuşsun? Yalnız izlersen renkli camindan canavarlar dışarıya çıkıyormuş biliyor musun? Biliyor musun içinde gerçek insanlar varmış gece seni kaçırmaya çalışıyorlarmış, yine biliyor musun ile başlayan hayali yalanlar uydurur, sonra bizzat bizim söylediğimiz yalanlar dilden dile dolaşıp evrilerek bize geri döner, kendi yalanımıza mutlak gerçeklikte inanırdık. Küçüktük bizi kahvehaneye almazlardı, zaten her yerden akın akın gelen meraklı büyükler yüzünden biz ufaklıklara yer açılması mümkün de değildi. Sabahları kahvehane henüz açılmadan erkenden gider, kapalı pencereden kapalı renkli televizyonun diğer siyah beyaz televizyonlardan farklı kasa görünümünün ilginçliğini, sanki açıkmış gibi ilgiyle izlerdik. Pencerenin kenarında sadece bir kişinin sığabileceği daracık bir yer vardı, o kutsi yeri kapabilmek için ne kavgalar ederdik. Komşu köyden gelen meraklı çocuklara izleyemediğimiz televizyonumuzla hava atar, onları pencereden uzak tutmak için kimsenin farkında bile olmadığı ne savaşlar verirdik. Büyüklerin göremediği kadar minik, lakin nefeslerimizin ciğerlerimize, zamanların günlere sığmadığı kocaman dünyamız vardı. Kahvehane açıldığında tacizlerimiz taaruza dönüşür, Hüseyin amcam laf sözden anlamadığımızı farkettiğıiçin, hepimizi içeri alarak bizi inanılmaz sevindirirdi. Sözleşmemiz hep aynıydı, neticesi de aynı. Bizlere birer oralet ısmarlayacak bunlar bitinceye kadar en ön masada renkli televizyon izletecek, bunun karşılığında evimize gidecektik ve o gün bizi artık pencere kenarlarında görmeyecekti. Böyle bir teklifi kabul etmememiz söz konusu olamazdı hatta dünyanın en karlı anlaşması denen şey bu olmalıydı, tabi oralet içme süremizi ne kadar uzatabilirsek o kadar da kardaydık. Tabi bir çocuğun mutluluk süresinin o bardaktaki oralet oranının ölçüsü ile eş zamanlı olduğu hesaba katılırsa, kesinlikle bitmemelilerdi. Ağızlarımıza götürür çok minik yudumlar alır veya hiç almaz, ama alırmış gibi yaparak dudaklarımızı ıslatirdik sadece. Hüseyin amcam bu küçük numaramızı yemese de , kahvehanenin uygunluk durumuna göre yermiş gibi görünürdü. Çocuklara düşkündü ve bizleri çok severdi. Oraletlerimizin artık soğumuş olduğu gerekçesiyle bardaklarımızı tazeletme teklifini hep bir ağızdan reddederdik. Hem ne malumdu bardakları götürdüğümüzde elimizden alarak, haydi bakalım çocuklar oraletleriniz bitmiş hepiniz dışarı demeyeceği? Böylesine tehlikeli bir riske atamazdık kendimizi, hem biz soğuk severdik sıcak olursa ağzımız yanabilir dudaklarımız kabarır hatta kim bilir belki ölebilirdik bile. Zaten duyduğumuza göre de bir çocuk sırf bu yüzden olmuştu. Böylesi saçma ve gerçekten uzak yalanları uydurmalarımızı hep bir ağızdan, hatta kelime sıralarını bile şaşırmadan doğaçlama öyle güzel ekip halinde yapardık ki, Hüseyin amcamın halimizin komikliğine tebessümünü bizim ikna başarımız olarak görürdük. Bir süre sonra -ki bu süre ne kadar uzun olursa olsun bizim için kısacıktı- Hüseyin amcam kendi yaptığı anlaşmayı kendi bozarak, artık imamın apdest suyuna dönsede henüz daha yarısını içebildiğimiz bardaklarımızı bitirmeden hepimizi ansızın kapı dışarı ederdi. Hayal kırıklığı içerisinde köy meydanına kaçar ve orada yaptığımız toplantıda, bize belki yarım saat daha renkli televizyon izletecek oraletlerimiz kaldığını, açıkça haksızlık ederek anlaşmayı onun bozduğunu, bu durumda pencere kenarı ve duvar diplerinde olmayacağımıza dair sözün geçersiz olacağının haklı kanaatine varırdık. Böylelikle tacizlerimize kaldığımız yerden devam ederdik. Fakat hep huzursuzduk, belli aralıklarla kahvehaneye girip çıkanlar Hüseyin amcamın bizim için geldiği korkusu uyandırırdı. Bir zaman sonra buna da bir çözüm bulmuştuk, kahvehanenin arka kısmı tarlaydı ve oradaki pencere renkli televizyonu uzaktan da olsa tam karşıdan görürdü. Gündüz orası Hüseyin amcam tehlikesine açık bir yerdi fakat gece bizi orada kimsenin görmesine imkan yoktu. Tüm çocuklar geceleri orada roplanır olmuştuk, dışarıda olmamız renkli televizyonumuzun uzak duvarda olması ve kahvehanenin gürültülü kalabalığı sesini duymamıza olanak tanımazdı ama mutluyduk. En huzurlu en heyecanlı zamanlarımızdı onlar, akşamı iple çekerdik. İsa amcamın siyah beyaz televizyonundan görüntüsüz sırf sesle tv keyfine alışmışlığım vardı, burada ise durum tam tersiydi, görüntü var ses yoktu. Ama bu sisteme de alışmam çok sürmedi, mutlu olmaktan başka tasası olmayan her çocuk gibi, minik şeylere dev gibi heyecanlar üreterek evrimden evrime hızla geçiveriyordum.
Mart Nisan aylarında dere kenarları ve orman diplerinde kabuklu salyangoz toplardık, bu bizden önceki kuşaktan devraldığımız ve azda olsa maddi getirisi de olan bir gelenekti. Genellikle geceleri otlayan bu hayvanları o dönemin aydınlatmadaki en büyük icadı Lüks ile, ya da benzin dolu şişenin ucuna takip yaktığımız bir bez parçasıyla arardık. Köyüme fikrinin kim tarafından getirildiğini bilmediğim bu aparatı şehirlerde tanıyacak, ileride ortasında kaldığım eylemlerde adının Molotof kokteyli olduğunu öğrencektim…
Lüks denilen o süper aydınlatıcı alet benim için gerçekten de lükstü, çok pahalıydı ancak bir devre büyüklerimiz ancak ortaklaşa alabilirlerdi. Çalıların en dip kuytularından dere kenarlarının karşı yamacına kadar gündüz gibi ışıtırdı. Bu aylarda geceleri salyangoz toplamaya çıkanların ışıklarıyla dağlar aydınlanır, sabaha onlarca ışık, ateş böcekleri gibi oradan oraya gezinir dururdu. Lüks sahibi olanlar salyangoz aramaya çuvalla çıkardı, ben ise bir elimde küçük poşetim diğerinde Molotof kokteyli ile dikenlerin içerisini ışık tutup görebilmek için çok büyük çabalar sarf ederdim. Kollarım bacaklarım ellerim diken yırtıklarından kan içinde kalırdı, ama bu uğraş sırf maddi getirisi için değildi, herkesin bu işin içinde olması eylemi renkli ve eğlenceli kılıyordu. Bazen Molotof kokteylini hazırlayabilecek benzinim benzinim olmazdı, bu durumda anama beni erken kaldırmasını tembihler salyangozların gece otlamalarından inleri toprak altlarına dönmezden evvel yakalayabilmek için düşerdim yollara, daha doğrusu dere ve ormanlara. Bu hayvanlar genelde şişli ve yağmurlu havalarda otlanmaya çıktıkları için çizme giymek elzemdi, daha o yaşlarda bile ayak numaram büyük olduğundan eldeki çizmeler bana olmaz, babamın mesh ayakkabılarını giyerdim. Çocukluğum bu mesh ayakkabılarıyla geçmiştir, yenileri alındığında bir süre giymeye kıyamaz onları yastığımın altına koyar tatlı gelen lastik kokusunu içime çekerek uyurdum. Toplanan salyangozları kasabaya götürerek çok küçük miktarlarda paraya satardık, elimize para geçtiği istisna zamanlardı bunlar. Hatta bazen satışlarını birkaç gün geciktirir kilosu fazla gelsin diye içlerine toprak atar yemelerini umardık. Bu hileyi kim öğretmişti, ayrıca salyangoz toprak neden yeşindi mantığı neydi hatırlamıyorum, kaldıki satışını yaptığımız yerde onları araç yıkama hortumuyla tazyikli suda yıkayarak tüm topraklarından arındırır ışıl ışilyaparlardı. Yine bu dönemde Hüseyin amcamın kahvehanesinin arka bahçesinin penceresinden izlediğimiz baş rolünde hülya Koçyiğit’in oynadığı sessiz ama renkli filmlerimizden birinde, kurbağa toplandığını ve bunların tomar tomar paralara satıldığını görmüştüm. Köyümde böyle bir sektör yoktu, ama bu işi ilk ben patlatabilir çok paralar kazanabilirdim, bu sayede o çok istediğim Lüks’ü alabilirdim üstelikte köyümüz ve çevresinde kurbağa salyangozdan çöktü. Goller dereler hemen her yer onlarla doluydu, köyüm gecelerini tüm yaz boyunca onların vıraklama sesleriyle geçirmiyormuydu, ayrıca onlar salyangozlar gibi genellikle geceleri dışarıya çıkan hayvanlarda değilllerdi. Toplamak için ne Molotof kokteyline ne de Lüks’eihtiyaç vardı kararımı vermiştim kurbağa işine girecektim. Bu fikrimi arkadaşlarıma açtığımda saçma bulup hiç sıcak bakmadılar, bende yalnız başıma ise girişip hemen ertesi gün elimde poşetimle gollere derelere kostüm. Durum tam da tahmin ettiğim gibiydi her yer kurbağa kaynıyordu, fakat poşet yanlış seçimdi çok kısa sürede doluvermişti. Çuval ile gitmiş olmalıydım ama köyden bir hayli uzaklaştığım için de geriye dönmedim, arkadaşlarını alıp götürdüğümü gören kurbağalar bunu tüm dereye haber verebilir ve ben döndüğümde hepsini kaçmış bulabilirdim. Zira bunlar salyangozlar gibi ağır hareket eden canlılar değillerdi, bu riski alamazdım! Pantolonumu çıkarıp paçalarını bağlayarak bir çeşit heybe yaptım, belki on iki veya on dört yaşlarımda olmama rağmen iyi ki yaşıma göre oldukça kalıplıydım, büyük pantolon paçalarım dolmak bilmiyordu. Belki yüzlerce kurbağa toplamıştım o gün ve kimse beni pantolonsuz görmesin diye sık ormanlarımızın patika yollarını kullanarak eve gelmiştim. Hepsini evde çuvala doldurduğumda içeriden bir sürü çift göz bana bakıyordu, Tanrım ne zenginlikti bu, artık o Lüks’ü alabilecektim ve belki de bisiklet, evet bisiklet bile alabilecektim hemde vitesli olacaktı bu, zatenbölgemizin dik bayırlarında vitessiz bisiklet zor olurdu evet kesinlikle vitesli olmalıydı. Sınırlı olduğu gibi, ağzına kadar da olasılıklarla dolu bir hayatım olabileceğini ilk o zaman farketmiştim. Kurbağa çuvalını salyongazları da sürekli koyduğum evin tuvaletinin uzunca koridoruna koydum. Sabah onları satmaya kasabaya satmaya götürecek, dönüşte ise vitesli bisikletimin arkasına Lüks’ü bağlayıp mutlu mutlu pedal çevirerek köyüme gelecektim. Bisikletimi hangi renkte almalıyımın kararsızlığı ve daha çok kurbağa toplayarak kim bilir neler alabileceğimin zengin hayalleri ile güçlükle uykuya dalabildim. Tabi ben salyangozların poşetteki sessizliklerine, nasıl bıraktımsa tekrar aynı bulma eylemsizliklerine alışık olduğumdan, kurbağalardaki el, ayak ve tırnak gibi farkları düşünüp hesap edememiştim. Gece kurbağalarım çuvalı yırtarak dışarı çıkıp tuvaletin o uzun koridoruna doluşmamaları imkansızdı, babamın gece tuvalete kalkarak uyku sersemliği ile üzerlerine basıp ilerlediği o yumuşaklıkları sonradan fark etmesi ile gördüğü sahneyi ancak kendisi ifade edebilirdi. Kükreme gibi bağırış ve bir yığın küfür sesine uyanıp panikle salona koştum, gerçekten inanılmaz bir görüntüydü. Babam tuvalet kapısında dikilmiş duruyor, kapıyı yarı açık bulan onlarca belki yüzlerce her renkte kurbağalarım, salona doğru vıraklayarak koşuşturuyorlardı. Tam bir gece yarısı sokuydu her yer kurbağaydı. Babam yine küfür azar ve dayak eşliğinde çoğunu tutturup dışarı attırdı, bulamadıklarım ise günlerce evde kaldılar. Haftalar sonra bile yengemin çeyiz sandığı, anamın tel dolabı, babamın palto ceplerinden olmadık zamanlarda vıraklayamabaşlayıp gecenin bir yarısı tüm ev halkını uyandırıyorlardı. Bu durum uzunca bir süre devam etti, hele bir tanesi vardı ki aileden biri gibi olmuştu, ben evde olmadığım zamanlarda ortaya çıkıyor fakat kimse onu eline almak istemediği için müdahale edilmiyor, ben varken de ortalarda görünmüyordu. Böylelikle bütün zenginlik hayallerim facia ile son bulmuş ve benim en o Lüks’ü ne de vitesli veya vitessiz bisikleti alacak param hiç olmamıştı. Diğer işlerimiz basında inekleri otlatmak gelirdi, bu benim en sevdiğim işti bir nevi sosyal aktiviteydi, çelik çomak oyunları oynar ateş yakıp kozde mısır pişirir ve mevsim meyve ağaçları arasında daldan dala atlayarak müthiş eğlenceler yaratırdık. İnekleri en uslu sayılanlar benimkilerdi, diğer arkadaşlarımın hayvanları sürekli mısır veya tutun tarlalarına kaçar sahiplerini beş dakika oturtmazlardı. Siyah ineğim Cömert’te ahir kapısına işlenmiş olan doğum tarihine istinaden bir boğa burcu dişisi olarak, taze yeşil renkte mısır yaprakları başta olmak üzere doğadaki diğer bütün canlı renklerin cazibesine dayanamaz, bulduğu ilk fırsatta onlara doğru yönelmeye bakardı. Bazen bir bağırışımla durarak kafasını yere kör tek gözü beni denetleyerek önünden otlanıyormuş numarası yapardı. Dikkatimin başka yöne kaymasını sabırla bekler, kendini unutturduğunu fark ettiği anda hedefine doğru ilerlemeye başlardı. Eğer onu mısıra varmadan fark etmişsem, oraya ne kadar yaklaşmış olursa olsun, daha da sert bağırışımla beraber yerimden kalkıp yanına gidiyormuşum gibi hareketler yaptığım için umudu kırılmış halde geri dönerdi. Ama eğer hedefine ulaşmışsa ne bağırıp çağırmalarım ne de yaptığım sahte beden hareketlerimin önü mısırlardan ayırabilmesinin imkanı yoktu. Ben bizzat gidip onu oradan çıkarıncaya kadar olan süreyi iyi değerlendirerek, seri bir şekilde mısır yapraklarını mideye indirmeye bakardı. Aslında bir hayvandan özellikle inekten beklenmeyecek kadar zekice numarasını taktir etmiyor da değildim, ama otsuz bir alanda bir saat bağlı kalma cezasından da kurtaramazdı bu onu. Ali abimiz vardı yine bizim Aydın’lar sülalesindendi, bizden yaşça oldukça büyüktü hayatı kumardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde küçük yaştan beri garsonluk yapması bir nevi kumarın içinde yetişmesini sağlamıştı, hastalık derecesinde kumarbazdı cebinden iskambil kağıtları hiç eksik olmazdı. Bizlerle inek otlatmaya gelir hepimizi kumara takar o varken çelik comağın yüzüne bakan olmazdı. Hiç kimseyi bulamasa kendi kendine pisti oynar, sanki karşısında gerçek bir rakip varmış gibi kağıtları dağıtır önce kendi yerine, sonra hiç üşenmeden yer değişerek rakibi yerine geçip kağıt atardı. Bu yer değişimini yapmadan karşı tarafa dağıttığı kağıtlara bakmayacak kadar da dürüsttü. Hemen bütün iskambil oyunlarına vakıftı, onun sayesinde küçük yaşlarımızda türkiyede oynanan kağıt oyunlarının çoğunu öğrenmiştik. Kaybedenler inekleri mısırdan çeviriyordu, lakin Ali abimiz gerçekte olmayan o hayali rakibine karşı gösterdiği dürüstlüğün yarısını dahi bize göstermez, daha kartları karıştırırken hangilerini bize verip kendisine hangilerini alacağının eksiksiz programını yapar uygulardı. Hile de bize karşı müthiş yaraticiydi, akşam kahvehanede uygulamak için bizim üzerimizde bir nevi hile antrenmanları yapsa da, yine de akşam yenildiğinden bahsederdi. Tabi onlar saf ve çocuk değildiler bütün numaralarını çözmüşlerdi biliyorlardı. Ama bizleri her defasında ezici güçle yener, sonrasında bir ağaç gölgesinde camis gibi yatardı. Bir sürü ineği vardı ve bunlar hiç yerinde durmayan iğrenç hayvanlardı, sürekli onun aksi hayvanları ile uğraşmaktan dinlenmeye vakit bulamazdık. Böyle durumlarda Cömert’i ne uslu ne güzel hayvan olduğu için gönülden taktır ederdim. Sabahtan akşama kadar Ali abinin hayvanlarını sürekli oradan buradan çevirip durmamıza rağmen, yine de hesabımızı kapatamaz ertesi güne de borçlu girerdik. Ama sağ olsun abimiz alçak gönüllülüğünü gösterir dünden kalan tüm borçlarımızı silerdi. Sanıyorum bu iyi niyetinin altında, nasıl olsa yine kazanacağının mutlak bilinci ve olmayan bir rakiple oynayarak, sürekli yer değiştirme zahmetinden de kurtulma isteği yatıyordu. Aynen de düşündüğü gibi oluyor biz yine bir yığın borçla kalkarken, o aynı ağacın altına yatmaya giderdi. Belli bir süre sonra uykusunu aldığında uyanır ve ağaç altında tek başına oturmaktan sıkılarak bizi çağırıp tekrar tüm borçlarımızı siler yine kumara takardı. Eğlendirilmekten yorulup tekrar uykusu bastırınca kumarı yarıda keser, biz daha büyük borçlarla kalkarken o yine olduğu yere zibarırdı. Zamanla bizlerde ustalaşıp bütün hilelerini çözmüş hatta onu yenebilir duruma gelmiştik, ama o bize asla borçlarını ödemez ineklerimizi çevirmezdi, yine de buna çok aldırmazdık şükür ki onun pis hayvanlarıyla uğraşmaktan kurtulmuştuk artık ve bu bizim için en büyük kazançtı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.