- 649 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
693 – NAZENİN
Onur BİLGE
“Nazenin,
Rehberi temize çekiyorum ya… Yazmaktan elim yorulmuş. Oturmaktan ayaklarım tutulmuş. Ayağa kalkınca dizlerim iki yana açıldı, bacaklarımı toparlayamadım. Sünnet çocukları gibi yürüdüm birkaç adım. Odanın içinde biraz gezindim, bacaklarım açılsın diye. Ah topuğum! Vah topuğum! Kaç yıl oldu ameliyat olalı, hâlâ oturmadı yerine!
Karnım da acıkmış. Uykusuz kalınca ve üzülünce böyle oluyor. Aniden midem kazınmaya başlıyor. İçim erim erim eriyor… Ayaküstü de olsa bir şeyler atıştırmalıyım! Tansiyonum mu oynuyor, şekerim mi düşüyor?
Gözlerim allak bullak görüyor… Yaşlandıkça ne kadar yufka yürekli biri olup çıktım! Kaç kere gözlerimden yaşlar boşandı, kaybettiğim arkadaşlarımın isimlerinin üstlerini çizerken! Hele senin! Hele senin!.. Ah Nazenin! Ah Nazenin!
İyi bir yakın gözlüğü almanın zamanı geldi de geçti bile! Muratpaşa Camisi’nin doğu duvarının üstünde sıra sıra gözlükler var. Onlardan birini alırım denerim de… Gözüme uyarsa, ne gerek var hastaneye gitmeye, numaralı gözlüğe para vermeye! Öncekini de işportadan almıştım zaten ama artık çok bulanık göstermeye başladı yazıları. Harfleri iyi seçemiyorum.
Geçen ay çocukların biri geldi de sımsıkı bir sarıldı “Sırdaş!..” diye… Gözlük de boynumdaydı. Onun göğsüyle benim göğsümün arasında kaldı, yamuldu. Gözüme taktım mı bir camı aşağıda bir camı yukarıda kalıyor. Burnumun üstüne tam oturmuyor. Eğiyor, büküyor, düzeltmeye çalışıyorum, bir camı yanağıma bir camı kaşıma değiyor. Tekrar düzeltiyorum, biri gözüme yapışıyor, biri havaya kalkıyor. İyice ayarı kaçtı. Zaten geçen gün üstüne oturmuşum, sapının biri de kırıldı. İyi ki camı kırılmadı! Gözsüz kalacaktım! Topluiğneyi eğerek taktım, sıkıştırdım. O şekilde tutturdum. Burnumun üstünü de yara yaptı. Ortasına pamuk sarmak zorunda kaldım.
Bazen nereye koyduğumu unutuyor, saatlerce arıyorum. Kaybolmasın diye saplarını iple birbirine bağladım. Gözümden çıkarsam bile yeni okula başlayan çocukların silgileri gibi boynumda asılı oluyor. Elimi attım mı elime geliveriyor.
Antalya’da gözlük takmak da mesele! Sıcaktan terledikçe kayıyor, burnumun ucuna geliyor. Bir elim gözlük düzeltme savaşında oluyor. Ortasına pamuk saralıdan beri öyle anında inemez oldu. Daha yavaş kayıyor. Kulaklarımın üstleri de yara…
Arkadaşın biri de baş edememiş burnunun ucuna kaymasına, saplarla camların aralarına lastik bağlamış. Gözlüğü taktığında, lastiği kafasının üstüne getiriyor. Denemesi bedava! Ben de deneyeceğim ama bunda değil artık yenisinde… İşe yararsa ne mutlu!
Gözlük takmasam tencerenin içini göremiyorum. Taksam, bir bakıyorum, buhar gelmiş, buzlucam olmuş camlar. Çıkarıp siliyorum, yine buharlanıyor. Hâsılı, gözlük yemek yaparken çok işe yaramıyor.
Bizim mahalledeki Giritlilerde gözlük yok. Bunlar ne kadar sağlıklı insanlar! Etten ziyade ot yiyorlar. Sebze çeşitleri… Kızartmalarla da araları pek iyi değil. Her şeyden önce İyi Yağ dedikleri zeytinyağı kullanıyorlar. Kırlardan topladıkları çeşitli otları, taze bakla, karnabahar gibi sebzeleri haşlıyorlar, üstlerine zeytinyağı gezdiriyorlar, limon ve tuzla yiyorlar. Gerçekten çok sağlıklı besleniyorlar.
Bunların bir de Marasa adlı bitkileri var. Onu kuru fasulyeyle birlikte pişiriyorlar. Ben de o marasa dedikleri ottan topluyorum. Fakat küçük küçük doğrayıp yağda biraz çeviriyorum. Rengi değişince içine yumurta kırıyorum. O ota yerliler Melatura diyorlar. Şevketi bostan, ebegümeci, semizotu, ısırgan, turp otu ve sarı papatya sürgünlerini ben de topluyorum bahçelerden. Fakat onlar bütün otları, nasıl ayıklandıklarını ve nasıl pişirildiklerini biliyorlar. Hemen hemen hepsini haşlıyorlar. Sonra neler ilave ediyorlar, henüz öğrenemedim.
Ben de onların yedikleri bütün otları tanımak, toplamak ve onlar gibi yemek istiyorum. Bu arada zehirlenmekten de korkmuyor değilim. Merak ettim, Giritlilerden Yakup Efendiye sordum: “Siz bu kadar ot yiyorsunuz, zehirlenmekten korkmuyor musunuz?” diye. “Hayır. Neden korkalım? Keçi yiyor, ölüyor mu? O yiyor, ölmüyorsa biz de yeriz.” dedi.
Aklıma, geçenlerde dinlediğim bir Radyo Tiyatrosu geldi. Orada bir kadından bahsediliyordu. Kadın cani ruhluydu. Ormandaki ağaçların altlarından mantar topluyor, pişirdikten sonra önce kedisine yediriyor, iki saat sonra halen kedi ölmediyse, oturup kendisi de yiyordu. Bir gün zehirli mantarlara rastladı. “Tam sırası!” dedi. Çünkü çoktandır kocasını öldürmek istiyordu. Kocasının hayat sigortası vardı ve lehtar kendisiydi. Adam ölürse, biriken bütün parayı ve ölüm halinde ödenecek miktarı kendisi alacaktı.
Mantarların zehirli olduğundan emin olmak için onları pişirdi ve önce yine kedisine yedirdi. Kedi acı içinde kıvrana kıvrana can verdi. Mantarlar tam istediği gibiydi. Artık adamı öldürmek gayet kolaydı ve onun onu kasten öldürdüğünü kimse anlamayacaktı.
Tasarladığı gibi sofrayı kurdu. Kendisine zehirsiz, kocasının tabağına da zehirli mantarlarla pişirdiği yemekten koydu. Kocası iştahla yemeğini yerken, göz ucuyla onu seyrediyor ve bundan büyük bir keyif alıyordu.
Çok geçmeden o da kedi gibi acı çekerek can verdi. Kadın, kısa yoldan muradına erecekti. İş, sigortadan paraları almaya kalmıştı. Fakat eve gelen bir dedektif her ne kadar doğrudan kadından şüphelenmiş olsa da elinde delil olmalıydı. Olayın cinayet oldu besbelliydi. Dedektife göre de kadın, hayat sigortasından para alabilmek için kocasını öldürmüştü. Ancak zannını ispatlayabilecek kadar delile ihtiyacı vardı.
Kadına boyuna sorular sordu. Nasıl yaşadığından, beslediği evcil hayvanlar olup olmadığına kadar pek çok soru sordu. Önceden bir kedilerinin olduğunu ama yakın zamanda öldüğünü söyledi kadın. Kediden hareketle cinayeti çözdü. Kadın servete kavuşmayı ve refah içinde yaşamayı hayal ederken hapishaneyi boyladı!
O radyo tiyatrosunu dinledikten sonra bir daha mantar toplamaya gitmedim Düzlerçamı’na. Orası bir uçtan bir uca çam ormanı… İlerisinde Güver Uçurumu var. Çok derin bir yar! Korkunç bir yükseklik, vahşi bir manzara… Köylü kadınlar, yağmurlardan sonra ellerinde sepetleriyle ormana dalıyorlar, sepet sepet mantar topluyorlar.
Burada mantardan çok çeşitli yemekler yapılıyor. Et kadar kuvvetli bir besin kaynağıymış. Etten daha çok seviyorlarmış. Ben közleyerek yemeyi tercih ediyorum.
Geçen gün yerlilerden biri mantarın turşusunu bile yaptıklarından bahsetti, şaşırdım! Bir baklavası kalmış herhalde yapmadıkları!
Küçük Hanım! Sen de böyle yemekler yapıyor musun? Yemek yapmayı biliyor musun, her şeyden önce? Mama yapmayı mecburen öğretmiştir oğlun sana. Sahi, senin o narin ellerinden yemek yemek nasip olmadı bana. Bir bardak su bile içemedim elinden.
Giritli kızlarının on parmaklarında on hüner… Görsen burada neler neler yapıyorlar! Dikiş mi istersin, nakış mı, dantel mi, oya mı! Bir dakika boş durmuyorlar. Anaları da kızları da çalışıyor boyuna. Ev işi biter bitmez alıyorlar ellerine el işlerini, yazsa kapının önüne, kışsa pencerenin dibine oturuyorlar, makine gibi işliyorlar.
Nazenin Gölge Çiçeği! Cam Güzeli! Yüzlerce mektup yazdım sana, yüzlerce ad koydum. Kendime de öyle… Bir bilsen sana nasıl hitap ettiğimi! Bir mektupta dediğimi diğerinde demedim.
Bu mektubumda sadece yaşlılığımdan bahsedecektim. Gözlerimin göremez olmasından, bacaklarımın tutamaz olmasından… Birazcık yazdım, o konuyla ilgili. Çoğunu sakladım.
Bir ara tekrar oturdum işimin başına, kör gözümle telefon defterimi temize çekme işini tamamladım. Sen sakın ihtiyarlama e mi Nazenin!
İhtiyarlık kepazelik! İhtiyarlık kepazelik!..
Kepaze”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 693
YORUMLAR
Hani nereden nereye derler ya! işte onun gibi bir şey... Gözlükten başlayıp doğadaki ormana ve oradan da bir hayal uğruna eşini zehirleyen insana kadar... Becerikli insanların el maharetlerini de dile getiren, olayları birbirine güzel bağlayan bir akıcı bir yazı okudum. Pek beceremesem de ben bu tarzı seviyorum.
Kalemine sağlık diyorum...
Belli bir yaşa gelince kabullenmek gerekiyor... isyan etmek, şikayet etmek gerekmiyor...
Anı yaşamak o anın tadını çıkarmak önemli olan
Ama güzel bir anlatım nerden nereye çok akıcı ve kalıcı bir öykü...
özellikler gözlük kullanımıyla ilgili tasvirler harikaydı... buğulanması, terden kayması, sarılınca yamulması, iple bağlı olduğu halde bazen gözlük aramak gibi...
Hikâye yazmak romandan daha zor derler edebiyat otoriteleri.
Haklı bulurum. Çünkü kısa mesafe koşusu daha cok beceri isteyen yarış türüdür.
Daha çok güç daha cok efor ve teknik bilgi.
Hikayeniz gayet seri rahat bir üslûpla kaleme alınmış. Acelesiz hiç paniklemeden ustaca yazılmış.
Kutluyor ve saygılarımı sunuyorum.