Uzun Yollu Kısa Hayatım.Bölüm 1
1. Bölüm
Yetmiş altı veya yetmiş yedi yılları arasında doğmuşum, ay, gün ise tam bir muamma. Doğuran anama sorarsak orak ayı -ki bunu temmuz veya ağustos arasında aramak lazım gelir. Biyolojik babamın ise ilk düğün gecesinin sebebi varlığı olduğum dışında pek fikri yoktu. Siyah ineğim cömert’in doğum tarihi, gün, ay, yıl olarak ahırımızın tahta kapısına özenle işlenmişti. Bu sayede yaşının kaç olduğu, ne zaman çiftleşmesi gerekip tahminen kaç yavru yapabileceği, vereceği sütten besleneceği yeme kadar eksiksiz bir gelecek hesabı yapılmıştı onun. Benim içinse böyle programın olmadığı daha ilk günümden belliymiş anlaşılan. Cömert namını verdiği bol sütten ötürü babaannemden almıştı, belki de sırf bu yüzden doğum yılının, burcunun, hatta yükselenini bilinmesi gerekliliğini hakkediyordu belki de. Nede olsa o bu ismi hakkederek edinmişti, benim gibi büyükbabamın ben daha doğmadan birkaç ay önce vefat eden, Abdurrahman abisinin adına yakınlığı ölçüsüyle hesaplanıp verilen bir ad değildi,
Abdullah…
Rahmetli Abdurrahman amcam ile adaş olamamamın sebebi; yengemin acısının henüz çok taze olması ve o isimle hitap edenleri duydukça canının yanacağı endişesi ile engellemesi imiş. Bu beklenmedik durum karşısında büyükbabam başkanlığında toplana köy ihtiyar heyeti, madem ki Abdurrahman olamıyor, o halde o isme daha yakın ne olabilir, ne olacak, ne olmalı uğraşlarının zorlu neticesinde Abdullah’ta karar kılmışlar.
Bu gayretlerinin sebebini şimdi kendileri de bilmiyorlar, kaldı ki o heyette bulunanların hiçbiri bana verdikleri isimle tam olarak hitap etmeyip, her biri kendince kısaltmalar yaparak; Aptul, Abdül, Abdul, Apo diye seslenmeyi tercih ettiler…
Çocukluğumun annesini pek bilmem, fakat ayrılığı çocukluğumdan annemden bilirim. Ben dört yaşındaydım bizi terk ettiğinde, kız kardeşim bir.!
Köhne bir yer sofrasında acele tavırlarla şimdi tam hatırlayamadığım yarı ve yarım bir şeyler yedirdiğini, ve daha doymadığımı düşünmüş olacak ki elime haşlanmış bir yumurta tutuşturarak gidişini hatırlıyorum. Bir de ardı sıra ağlayarak yavru adımlarla düşe kalka koşarak onu takip gayretimi…. Karanlık gökyüzüne beceriksiz fırçalarla yapılmış solgun bulutlar gibi durur hayali, bu hayal de hafızamın oyalanmasını gerektirecek bir fotoğraf yok. Kısacık bir film şeridi sadece; sıralı zambak desenli siyah bir elbise, çevresi iğne oyalı ve aynı renkte uzun omuzlarından dökülen gizemli bir baş örtüsü. Ardına bir kez olsun bakmadığı için son fotoğrafını göremediğim sisli bir hatıra, yüzsüz bir anne işte benim anam…
O en saf duygunun duygusuzluğu yakalamaya çalıştığı bu beyhude kovalamacadaki düşüş kalkışlarımda, başıma aldığım fiziki yaranın izi zamanla küçüldü, hani neredeyse kapandı diyebilirim. Fakat o günün bende açtığı ruhsal yara hiç kapanmayacak, aksine her geçen gün daha da büyüyerek tüm benliğimi saracaktı…
Bu iki yara birbirlerine hiç benzemeyecek biri aydan aya kaybolurken diğeri yıldan yıla genişleyecekti. Tek ortak yönleri vardı ki; ikisi de yaklaşıp çok dikkatle incelenmedikleri sürece dışarıdan kimseye görünmeyecekti. Yemekte doyuramadığını düşünerek elime yumurta tutuşturacak kadar duyarlı ah benim annem, Asıl doymam gerekenin kendisi olduğunu bilememişti…
İnsan yaşayan bir varlık olduğuna önce duyumsama, sonra duygularıyla vakıf olur. Bu ilk farkındalıkla birlikte artık hiç yerinde durmayacak gelişim ve değişime hızlı bir dönüşümümüz başlar. Duyumsama önce kördür, güçlü bir mıknatıs gibi her şeyi kendine çeker. Gözümüzün gördüğünü daha bilmeden altımızın ıslandığını hisseder ağlarız. Sonra aksak duyular girer devreye, annemizi memeleri süt ve gülümseyen bir yüzle karşımızda görerek, sevgi dolu yüreğini hissettiğimiz zaman, karnımızın doyurulup ihtiyaçlarımızın giderilmemiş olmasına rağmen, ağlamayı kesebilir hatta bizde ona, henüz onun kim olduğunu, kime olduğunu bilmeden gülümsemeye başlarız.
Kuvvetle muhtemeldir ki, insan yavrusu mutluluğu ilk olarak bu hal durumun da, karnı aç ve bedensel bir acı ile tadar. Artık ağlamayı kesmiş aksine gülüyoruzdur, bunun sebebi ihtiyaçlarımızın giderileceğine dair bir mantık hesabı yaptığımızdan değil, her şeyin artık yoluna gireceğini duyumsamamızdandır. O sebeple farkındasızbilincim bu ayrılıktan çok etkilenmemişti, fakat henüz filizlenmeye başlayan taze duygularım ve kırılgan hislerim, ana kökünden kopuşu çok keskin ve acı şekilde hissetmişlerdi. Ben henüz bilmesem de, onlar artık hiçbir şeyin olağan seyrinde gitmeyeceğini biliyordu. Bana şimdi o kopuşumu hatırlatır yoksa annesini bilmeyen yavruyu mu bilmem, hiç sevmem haşanmış yumurtayı. Başka elden bir şey yemek ise, çiğnedikçe ağzımda büyüyen yenilip yutulamayan bir hüzün lokmasına dönüşür ağzımda…
Rahmetli anneannem anlatırdı, baba silahının dipçiği ile vurarak yaralamış o gün anneyi, başındaki kanı durdurmak için yarasına bir avuç şeker basıp, üzerine de o zambak desenli eşarpını sıkıca bağlayarak gitmiş o gün anne. Büyükbabam bu olay üzerine babayı evden kovarak anneye; sen benim öz kızım gibisin, kocan sen oldukça bu eve bir daha giremeyecek, gitme çocuklarını düşün ve onların başında ol diyerek bütün gayreti ile engellemeye çalışsa da, dinlememiş bırakıp gitmiş bizi anne. Her türlü şiddetin baskının etkisine direnç kabiliyetimiz, karakterlerimizin çapıyla doğru orantılıdır. Şekli ne olursa olsun hiçbir zorluğun bir anneye yavrularını terkettirebilecek ağırlıkta olabileceğine ikna olabilmem çok güç. Bu varlıksal korumacı duyguyu , kuştan, ceylana kadar en ürkek ve en zayıf yaradılışlı hayvanlarda dahi gözlemlemek mümkündür. Tavuk bile civcivlerini korur!..
Tabi ben tabiat yasasının yegane temsilcisi imiş gibi davranacak değilim, biz bu dünyadaki var olmamızın sebebi o yüksek merciye dilimizi, ırkımızı, ailemizi veya başka herhangi bir talebimizi seçebilmeyi talep eden bir dilekçe sunarak gelmiyoruz. Benden tamamen bağımsız yetki ve etkimsiz geçmişimdeki bu yaşananlardan birilerini haksız veya haklı bulsam ne olacak, yaşadıklarımın yükümü hafifleyecek, hayır!..
Kaldı ki bizler, inançlarımız ve şartlandırılmış kültür yapılarımız gereği, baş edebildiğimiz her soruna karşı gerekli mücadeleyi verip, baş edemediğimiz durumları çaresizce kabullenen kaderci insanlar değillmiydik..
Anne baba hiç zaman kaybetmeden ikinci evliliklerini yaparak kendilerine yeni bembeyaz sayfalar açıverdiler, kız kardeşim ve ben ise kullanılmış eski sayfalarda silinmesi gerekip silinemeyen, israf edilmiş çirkin ve şekilsiz mürekkepler gibi kaldık. Büyükbabam anne gitmiş olsa da belki geri dönecek umudu taşıdığından, belki de verdiği sözün gereği içindir bilmiyorum, babayı bir daha eve almadı. Annemin gidişinden bir ay sonra imam nikahı ile evlendiği yeni eşi ile hemen yakınımızdaki eski evi restore edip oraya yerleştiler. Üvey anne şefkatli bir insandı, adı Şengül’dü kendisine Şengül anne diye hitap ettiğimi hatırlıyorum. Bana sıcak samimi davranıyordu, yemek yemeye babanın evde olmadığı zamanları kollar hep oraya giderdim. Küçük bir tepside hemen önüme bir şeyler getirir doyururdu beni, bir kez olsun ona açım dediğimi hatırlamıyorum, o da hiç sormazdı evine gitmem acıkmış olmam demekti bunu bilirdi. Kapısından girdiğim anda beni samimi bir güler yüzle karşılar, hemen ardından yemeğimi hazırlamaya koyulurdu. Annemiz yok diye bize acıyordu belki, bir nebze olsun buna sebep olduğu için kendini suçlu hissettiğinden vicdan yapıyordu belki de. Zira anne varken dahi babanın onunla gönül ilişkisi olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti. Her ne gerekçe ile olursa olsun üzerime hakkı emeği ve hatta sevgisi geçmiş bir insandı. Baba ise itinalı duyarsızlık ve manasız katılıkta despot bir kişilikti. Varlığı sürekli gizemli bir yokluk, bedensel yakınlığı uçsuz bucaksız uzaklık taşıyordu. Soğuk ve ürkütücü havası vardı, şimdi o zamanki duygularımın ifadesini gerektiği gibi yapamam ama, yemek yemek için evine giderken onun evde olmadığı zamanları kollayan, ve o gelebilir kaygısıyla yemeğini hızla yiyerek, kaçar gibi evden uzaklaşan o çocuğun bir nedeni olmalıydı…
Sanıyorum beş veya altı ay böyle geçti, sonra baba ve Şengül anne istanbula taşındılar, o da yanında götürmeyi yük görmüş tıpkı anne gibi hiç ardına bakmadan terk edip gitmişti bizi. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum evet, lakin babanın gidişine değil Şengül annenin yemeklerinden artık yiyemeyeceğime duyduğum üzüntüydü bu. Babanın babam olduğu bilinci yerleşmemişti bende, sürekli kendisinden kaçtığım, bir arada bulunma mecburiyetine yakalandığım anlarda bir kez olsun yüzüme bakmayan, yüzüme bir kez olsun güldüğünü görmediğim dökme kurşundan metalik bir insandı o benim için. Bu defa ne elime yumurta tutuşturan olmuştu ne de ardından ağlayarak koşmamı gerektiren bir ebebeyn. Baba’ya duygusal ve bilinçsel bir bağlamım olmadığı için ondan ayrılığı hissetmemiştim, şu halde ayrılık travmasını ikinci defa yaşamadığım için mutlumu olmalıydım, ya da babayı da anne gibi var iken kaybettiğim için üzülmelimi?
İlk ne zaman kesilmişti benim saçım? tırnaklarım mesela, o ilk kopuşları nasıl olmuştu? sünnette edilmiştim değil mi ben? Ağlamışmıydım? Hatırlamıyor bilmiyorum…
Artık anne baba yoktu, kız kardeşim Hacer, büyükannem büyükbabam, isa amcam ve eşi Meryem yengem onların çocukları İlknur, ilkay ve aramızda 5 yaş farkımız olan Aşkın amcam aynı evde yaşamaya başlamıştık.
Büyükbabam elli yaşın üzerinde alkol sıgara asla denememiş son derece sağlıklı ve yaşına göre oldukça hiperaktif sayılabilecek biriydi. Çocukluğundan itibaren çiftçiliğin en ağır şartlarında yetişmiş, sabah namaza oradan gün doğarken tarlaya, sonra eve ve tekrar camiye sonra yine tarla veya ormanlara koşturmakla ömür geçirmiş, halen de bu döngüde yaşamaya devam eden biriydi. Sözlerine oldukça itimat edilen, köyün ciddi sorunlarında akıl danışılan, en hassas meseleleri dahi büyük bir olgunluk ve soğukkanlı bir öngörü ile çözen, ama bizi çok sudan sebeplerle üzerinde hiç kafa yormadan dövebilen bir adamdı. Çalışmak onun dini gibiydi, ve bunu tüm ev halkı için de bir ibadet şekline getirmişti. İnsanın kendini pek yormadan yapabileceği işlere bile büyük zorluklar ve gereksiz stresler yükler, bu ruhsal ve bedensel ağırlığı da herkese yaşatmakta üzerine yoktu. Her daim yatsı namazı ardına yatar, sabah ezanı üzerine uyanırdı. Asla boşta durmaz ev halkının bir şeyler ile meşgul olmaması onu çılgına çevirirdi. Herkeste kendi çalışma hırsını görmek isterdi. Ortada yapılması gereken bir iş olmamasına rağmen, anında sıfırdan meşguliyetler, hiçten uğraşlar bulmakta müthiş yaratıcıydı. Haliyle Köyde hemen her işe genelde en erken biz başlardık, eğer ki bizden evvel tarlaya bir giden olmuşsa sanki kıyamet kopmuş ve herkes kaçmış kurtulmuşta, biz evde habersiz kalmışız gibi aniden eve dalar, büyük bir panik havası ve kargaşayla hepimizi acele traktöre bindirerek tek güvenli bölgeye, yani tarlaya ulaştırırdı. Sürekli başkalarıyla kıyaslanarak, yerli yersiz daimi tembellikle itham edilen aile bireylerimiz, kendilerinin her zaman başkalarından daha değersiz olduğu psikolojisinden sıyrılıp, hak ettiği özgüvene hiçbir zaman sahip olamamışlardır. Benim yarı adaşım olan Abdurrahman amcam, ailenin büyüğü olarak dış işlere hep o bakar, büyükbabam ise çok gerekmedikçe dış dünya ile pek teması olmaz, ailenin iç işleriyle ilgilenirmiş. Tarlalar, ormanlar, hayvanlar ve benzeri bütün köy işleri ile bütünleşmişti adeta. Zaten bu uğraşlar yeterince ağır ve zordu, büyükbabam çocukluğundaki o yokluk, yoksunluk ve savaş artığı yılların daha da zor çalışma psikolojisinden kendini çıkaramamıştı. Oysaki ne o eski yaşam şartları ne de o kadar yoğun stresle çalışmayı gerektirecek aç kalma riski vardı. Ama bunu büyükbabama anlatabilmenin bir yolu bulunmuyordu, bu yapısı gereği bizi çok yordu. Yaşımız ve çapımızdan büyük ağır işlerin altına girmek zorunda kaldık, çok dövdü çok ezdi bizi lakin bugün o günleri hatırladığımda tüm bunları çok görmüyorum ona. Hep kendi kabuğunda yaşadığı için zamanın hayatın değişimlerini idrak edip ayak uyduramamış, belki bu dönüşümleri farketse bile kendi taşlaşmış sosyal döngü kabuğunu kıramamış, ömrü cami, ev, tarla ve ormanlar arasında geçmiş tam bir toprak adamıydı. Arazilerimizin bolluğu ve aileden çok çevrenin işini gördüğünden bu namı almış olacak ki, köylünün deyişiyle; meşhur Salim ağa idi o.
Marabası ev halkından ibaret, elleri marabasıyla birlikte çalışmaktan nasırlaşmış bir köy ağasıydı. Bize güler yüzünü ve sevgisini pek göstermese de, değerli olduğumuzu konuşması hatta enteresandır, dövmesiyle bile bir şekilde hissettirebilen baba bildiğim tek insandı…
Babaannem Emine;
O da yine elli yaş üzerinde her işinde pratik her şeyden az çok anlayan ve her konuda yeterli yetersiz fikir sahibi, sevdiğine çok düşkün gönlü zengin, vicdanlı merhametli anaç bir çerkez kadınıydı. Köyde komik sayılabilecek sebeplerden küstüğü kadınlara, çözük, matıra, cin garı gibi inanılmaz yaratıcı olduğu kadar bir o kadar da manası anlaşılamaz lakaplar bulur ve bunlar babaannemi bile şaşırtacak hızla herkeste kabul görürdü. Öyle ki bu kişilerin gerçek isimlerini dahi unuturduk. Çok defalar cozuk yenge, matıra abla, cin garı teyze diye hitap ettiklerim tarafından terlikle sopayla kovalandığım olurdu. Ben bu tepkilerin sebebini daha önce yapmış olduğum yaramazlıklardan birinin onlarla bilmediğim bir temasına bağlardım. Büyükbabam kadar olmasa da -ki onun kadar kimse olamaz- o da çalışmayı severdi, elinin değdiği her işte de müthiş hızlı ve hamarattı. Üç kişinin yaptığı bir çok işi tek başına yapabilme becerisine rağmen, kocası tarafından taktir edilmenin aksine hepimiz gibi o da tembel ve ekmek düşmanıydı. Bizler büyükbabam tarafından onun kendince doğru veya yanlış uygulamaları altında çok ezildik kabul ediyorum, ama yine bir derece eski performansının düşüşe geçtiği dönemdi bizimkisi. Babaannem ise kocasının en baskın diri ve genç yıllarını görmüş, baskı ve şiddetin en ağırları altında kalmıştı. Büyükbabamın elli üzeri yaşlarındaki durumunu görünce, yirmi veya otuzlarında nasıldı tasavvuru çok güçleşiyordu. Aralarında sürekli kedi köpek ilişkisi benzeri bir durum olsa da, kocasına düşkün her sözüne itaatkar, hepimizi kollayıp gözeterek sorunlarımızla ilgilenmeye çalışan son derece duyarlı duygulu bir Anadolu kadınıydı benim anam. Anne bildiğim tek insandı.
Onlara ne zaman anne baba demeye başladığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum biyolojik anne babaların ansızın eksikliği ve bu hayati değerlere duyduğumuz zaruri ihtiyaç neticesinde, karşımızda da bu boşlukları tam manası ile doldurabilecek iki mükemmel insanın var oluşu, onları gerçek anne baba gibi görerek o duyguyla bağlanmamıza etken olmuştu. Bilinç onlarla kendi boşluğunu anında doldurmuştu, yere düşürdüğü elmanın yerine sepetten bir diğerini almak kadar kolay ve hiçbir eksiklik algısı edinmeden gerçekleştirivermişti bunu. Fakat içgüdülerim ve daha tomurcukta olan duygularım ana karamdan kopuşun farkındaydı, benliğimi sakatlayan ruhi hastalıklar o zamandan bulaşmaya başlamıştı bana, o zaman farkında değildim ama bunun asli belirtileri ve yan etkilerini ileride daha iyi görecektim..
Artık anam babam onlardı, insana en yakın olan bu ifadeleri kendileri kadar hak edebilecek başka insanlar tanımadım. Köylüydüler, eğitimsiz cahil ve dış dünya şartlarından habersizdiler, o sebeple bizi hayata istediğimiz, belki de istedikleri gibi hazırlayamadılar. Ama biyolojik anne babanın verebileceğinden çok daha fazlasını vermiştir onlar bize. Eleştirilecek yanları da çok fazla vardı muhakkak, lakin sevgimizle sarıp sarmaladıklarımızın gönlümüzde kutsal dokunulmazlıkları vardır. Onların samimi sevgileri ve sıcak ışıkları altında soğuk ve karanlık bir yaşama, Uzun yollu kısa bir hayata hazırlandığımı, ne onlar ne ben bilemezdik elbette…
İsa amcam yirmi üç yaşında aslan gibi bir delikanlı fakat geç yaşta kalp hastasıydı. Defalarca ameliyatlar geçirmişti, babam bir garip, köyden dahi pek çıkmamış biri olarak yol iz bilmez ama oğlunun sağlığı için Ankara’lar da koşturup durmuş, hastahane koridorlar ve bahçelerindeki banklarda sabahlamış. İsa amcam ayrı garip, genç yaşında ağır hasta bir yığın ilaç kullanan, vücudunun ayrı bölgelerinden alınan doku parçaları ellerinin üzerine kadar ameliyat izleri taşıyan ama her şeye rağmen bakımlı yakışıklı biriydi. Hastalığı sebebiyle haklı olarak üzerine titrenirdi, o çok istiyor diye babam katırlarımızı satmış yirmi yaşında eski bir traktör almıştı. Çocuk gibi sevinmişti dersem çok yerinde olacaktır zira kendisi gerçekten çocuk yaşta sayılırdı, traktör onun en sevdiği oyuncağı oluvermişti. Sanıyorum erken yaşta evlendirilmiş olmasının sebebi de onu hayata motive etmek moral yükleyip yaşamaya olan azmini arttırmak içindi. O eski ama çok değerli traktörü hemen her gün yıkar, başına oturur bir süre seyreder sonra eline bezi alarak belli belirsiz yerlerini tekrar silmeye koyulur kullanmaya dahi kıyamazdı. Yine o çok istiyor diye eve siyah beyaz televizyon alınıp odasına konulmuştu ki, o tarihte köyde bir evde televizyon büyük olaydı. Odası evin ikinci katındaydı, benim odam ise hemen onun altına denk geliyordu. Üst kata açık mavi boyalı ahşap bir merdivenle çıkılır, ikinci katı ayıran ara zemin tamamen ahşaptan olduğu için yattığım odadan televizyonun sesini rahatlıkla duyardım. Hastalığı sebebiyle odasından pek çıkmaz, çok nadir olarak evin önüne ve belki biraz daha iyi ise kısa bir mahalle yürüyüşü yaparak dönerdi. Odasına kimseyi kabul etmezdi, anama ısrarla yalvarmalarımız neticesinde onu kıramaz, aşkın amcamla beni çok arada olmak şartıyla televizyon izlememiz için kısa süreli kabul ederdi. O çok istisna ve şanslı zamanlarda da önce el ayaklarımızı yıkattırırdı. Akşama kadar çamur içinde gezinen çocuklar olarak sürekli kir pas içinde yaşlardık, bize zor gelse de isa amcam bu prensibinde çok haklıydı. Gerekli temizliğimizi yaparak anam veya yengem ile hazır olduğumuzu haberini yollardık, bizi kapıda ayakta karşılar temizliğimizi doğru yapıp yapmadığımızı tam bir disiplinle denetlerdi. Bazen bu denetimden geçemez muhakkak bir kusur çıkar ve bu kusur hangimizde çıkarsa çıksın o yine ikimizi de tekrardan banyoya gönderirdi. Sonra usulen tekrardan bir denetimden geçerek o muhteşem odaya girebilmenin üstün zaferini yaşardık. Suyu hiç sevmezdim, değil banyo yapmak, elimi ayağımı hatta yüzümü yıkamak bile çok zor gelirdi bana. Anam tarafından bilmem kaç zaman sonra artık banyo yapmam için zorlandığımda, kovadaki su ile saçımı ıslatır kalan suyu döker, kafasında erken zaman şüphesi oluşturmasın diye de banyoda biraz bekler üzerimi değiştirip çıkardım. Su ile aramdaki hasımlığı bilen anam haliyle bana güvenmez, çıkışta saçlarımın ıslaklığını kontrol eder, banyo yaptığıma kendince ancak o zaman ikna olurdu. Aslında böyle durumda banyo yapmak, yapmamaktan daha fazla uğraş gerektiriyordu, ama yine de ben yapmamayı tercih ederdim, anlamsız bir şekilde sudan öylesine nefret ediyordum.
Tabi eğer sonunda televizyon izlemek gibi büyük bir ödül varsa bunun için gerçek banyoya kesinlikle değerdi, hatta bu uğurda suyun iticiliğine katlanır denetimde aksaklık çıkmaması için hiç üşenmeden kendime kese bile yapardım. Bazen tüm standartları yerine getirip odaya girmeyi başarmış olsak dahi, İsa amcam şu an tam hatırlayamadığım küçük bir şeye kıl kapar, aşkın amcamla beni apar topar dışarı atardı. Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde o ahşap merdivenleri inerken, televizyon izleyememiş olmanın üzüntüsü yanında, boş yere üstelik gerçek bir banyo yapmışlığım için etkin pişmanlık duyardım. Yine de her akşam eve geldiğimde büyük bir umut ve beklenti içerisinde el ayaklarımı yıkar, hatta şansımı arttırabilmek adına yine gerçek bir banyo yapar beni kabul etmesi için yengem ile İsa amcama haber gönderirdim. Cevap bazen olumlu, çoğunlukla olumsuz olurdu, fakat her akşam aynı imtina ile bu sistemi tekrar edişlerim sayesinde zamanla suya alışmaya başladım. Artık eskisi kadar korkunç gelmiyordu bana su, hatta kovada çinko tas ile oyunlar icat etmiştim, çıkmak bilmiyordum girdiğim banyodan. Durum beni olduğu kadar annemi de şaşırtmış olmalıydıki, daha o söylemeden benim banyo talebime gözlerime garip garip bakarak cevap veriyordu. Bugün benim suyu sevmem de (gerçek) banyo yapmaktan hoşlanmamda, İsa amcamın ve tabi ki o siyah beyaz televizyonun çok büyük etkilerinin olduğu muhakkaktır...
Odaya alınmadığım zamanlar hemen alt kattaki kendi odama koşarak yatağıma girer, aranın da ahşap olmasından kaynaklı lehime olan durumdan istifade ederek İsa amcamın odasından gelen televizyon sesini dinlerdim. Göremediğim görüntüleri çocuk zihnimde canlandırıp sanki izliyormuşçasına resimleştirir müthiş keyif alırdım. Hayalimde oluşturduğum bu sahnede,herkesi belki gerçekte olduğundan çok daha harikulade görünüme büründürür, kimini çirkinleştirip kimini güzelleştirerek her karakteri görmek istediğimi imaja sokardım. Hiçbiri istemediğim sevmediğim bir tipte olamazdı, ve bu konfor o televizyonu gerçekten izleyenlerde dahi yoktu, ne şanslı ne kadar ayrıcalıklıydım…
Dinlediği arabesk eserler benim ilklerimdi, müzik zevkimi yıllarca bu arabesk şarkılar oluşturacaktı. Bana hitap etmediklerini de söyleyemem, öyle ki zamanla ruh halimin sözcüsü olup ve sanki hepsi benim için yazılmış ağıtlar halini alacaklardı…
Çocukluğumun belki bir yılı bu sosyal etkinlikler döngüsünde geçmiştir, her şeyin aynı kalacağı inancına sahip melankolimin alacağı ilk darbelerden birine, ağlama ve bağrışma sesleriyle uyandım bir sabah. Sesler İsa amcamın odasından geliyordu, yataktan hışımla fırlayarak iç çamaşırımla üst kata odasına koştum. Yeni doğan güneşin genç ve taze yüzüne vurduğu bıçkın delikanlının, her an yeni güne uyanacağı intibasıuyandırıyordu yarı açık yorgan altında yatış durumu. Bana inanılası gelmiyordu her şey bir oyun gibiydi fakat, güneş aydınlık imajında parlayarak son defa selamlıyormuş meğer o gün onu.
İsa amcam ölmüştü, hayatının baharındaydı daha, geride on dokuz yaşında eş, biri üç diğeri bir yaşında iki küçük çocuk ve geride yasa boğduğu bir hane bırakmıştı. Ev acı haberi duyup gelen insanlarla doluvermişti bir anda, beni hemen odadan çıkardılar, bir süre evin önünde gelenleri izlemiş anlamsızca etrafa yine oyunmuş gibi baktığımı hatırlıyorum. Sonra tekrar içeri girdiğimde odama dolan kalabalık içinde kıyafetlerimi bulamamıştım.
Hiç unutamadığım şeylerden biri;
Annem çocuk yaşta kaybettiği oğlunun ölüsü başında ağlarken, o kalabalığın enerjisinden de ürkmüş olmalıyım ki, anlamsız şekilde bende ağlamaya başlamıştım. Lakin benim ağlayışım İsa amcama değildi onunki hala bir oyun gibiydi, herkesin bir değerini yitirdiği noktada benimde o anlık çocukça saf ve ahmakça değerim olankıyafetlerimi bulamadığım için ağlıyordum ben.
Sonra cenazeyi alt kata evin salonuna indirdiler, kapıyı yarı araladığımda anamı oğlunun başında ağlarken görüp; Ana, Anaa pantolonumu bulamıyorum diye bağırarak ağladığımı da iyi hatırlıyorum. Kalkıp gelmiş kıyafetlerimi bularak beni giydirmiş ve tekrar kalktığı yere, oğlunun başına oturarak ağlamasına devam etmişti. Oğlum sen daha çocuksun ölmüş olamazsın ağzında daha sütümün kokusu var oğlum diye üzerine kapaklanıyor ve belli aralıklarla da ağzını koklayarak kendi sütünün kokusunu almaya çalışıyordu. Ne kadar açıl ise o kadarda duyguluydu o gün benim anam. Ben ise dokuz yaşında olmama rağmen ne farkındasız, yaşıma göre ne kadar daha çocukmuşum. Yakın bir köyde yaşayan halam vardı, köyümüzün muhtarı olan ve ilerde kendisinden detaylı bahsedeceğim babamın yeğenlerinden Hüseyin amcam, halama haber vermeye aynı zamanda onu cenazeye getirmeye gidiyordu. Ben bunu nasıl öğrendim bilmiyorum, belki de sırf oradan uzaklaşmak yada araçla gezeyim hevesiyle yanında yerimi aldım şuan hatırlamıyorum fakat halama doğru yola koyulduk. Araçtan iner inmez halamı görüp; hala isa amcam öldü seni almaya geldik dememle kadının olduğu yere yığılması bir oldu. Neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadığım gibi, başına toplanan kalabalıkta evdeki cenaze kalabalığın bir başka oyun şekli gelmişti bana. Evet dokuz yaşındaydım fakat mantık yaşım üç falan olmalıydı. Bu durum anne babasız geçirdiğim ilk beş yılın ciddi eksikliğinin göstergesiydi. Ben daha o zaman gerçek anne baba figürlerini kafamdan silmiş, gidişlerini zihnimin en arka odalarına atmış olsam da, eksiklerinin gelişmeyen geliştirelemeyen her şeyimi, duygu düşünce ve davranışlarımı nasıl örselediğini çok daha ileriki evrelerde anlayacaktım. Akıl zenginliğim, mantık yoksunluğum tarafından hiçlere harcanacak, kendimi manevi iflas madden bir çukurda bulacaktım. Mantığım işte o noktada devreye girecek, fakat yine ileri değil geriye doğru acımasızca sırf beni kendi içimde hem ruhsal hem psikolojik daha da cezalandırmak için çalışacaktı...
Köye dönüp Hüseyin amcam, cenazeyi haber verip birilerini getirmek için kasabaya gittiğinde hemen yanında yine ben vardım. Tek amacım araçla gezebilmekti sanırım, geri kalan her şeye farkındasızdım. Gittiğimiz her yere acı haberi ben verdim, hatta gidebileceğimiz daha da çok yer olmayıp araçla gezmelerimiz erken bittiği için üzülmüştüm belkide?.Bunu hatırlamıyorum fakat ihtimaldir, hatta kendim hakkında şöyle bir iddia da bile bulunabilirim ki, o kadar gezdiğim mutlu olduğum için İsa amcamın ölümüne sevinmiş bile olabilirim o gün.
Dönüşte elimde boru şeklinde yeşil, ucunda ise açmış gül şeklinde sarı pervanesi olan kullanımını öğrenebilme fırsatı bulamadığım bir oyuncağım vardı. Bunu kim almış nasıl edinmiştim hatırlamıyorum, ama telden tahtadan yapmadığım kendi icadım olmayan ilk ve tek oyuncağımdı o benim. Herkes mezarlıktaydı artık, bende merakla mezarın başına koştum isa amcamın beyaz kefen içinde toprağa indirilişini yine bir oyun gibi meraklı bakışlarla izliyordum. Ama ne zaman ki son kez görelim düşüncesiyle yüzünü açtılar, ve ben onu gözleri kapalı, o sabahki güneşin tenine yansıyan aydınlığından mahrum kalmış yüzünü karanlık mezarda kefen arasından gördüm. İşte o zaman İsa amcamın öldüğünün ve artık geri gelmeyeceğinin acı farkına ancak varabildim. Önce nefesimde bir dengesizlik hali hissettim, sonra içimde bir balon şişmeye başladı sanki, ben nefesimi yukarı çektikçe o alttan alta yükseliyordu. Ansızın boğazım bir yengeç saldırmış gibi nefes alamamaya başladım, gözlerim karardı ve tam mezarın içine düşeceğim anda acı bir soluk üflendi boğazıma. Böğürerek koca adam gibi ağlamaya başladım, ağladım, ağladım çok ağladım. Vicdanlıydı, sert görünürdü ama merhametli duyarlıydı, yaşasaydı sağlıklı gelişebilmem adına doğruları gösterecek idolüm, abim olabilirdi -ki babaanne ve büyükbabama anne baba dediğim gibi ona da abi derdim. Belki de o kadar etkili ağlayışımın sebebi onunla birlikte geleceğimde kaybettiğim artıların, onun ortadan kalkmasıyla eksiye dönüşerek çocuk ruhumda kaybolmasının dayanılmaz etkileşimleriydi. İçinde bulunduğum o minicik ana gelecek yaşamımın tümünden gelen kadersel bir yüklenme vardı sanki. Biraz olsun kendime geldiğimde elimdeki oyuncağımı henüz kapanmayan dokuzuncu tahtanın arasından İsa amcamın baş kısmına atmıştım. Anlamıştım ölmüştü ama çocuk ve yetersiz aklımla gittiği yerde onunla oynar düşüncesindeydim, zaten o da bir çocuk değilmiydi daha? Başka verebileceğim değerli şeyim yoktu, yine mezarın başına çökmüş herkesin birbirinden kürek kapma yarışına girerek anlamsız bir hırsla mezarı doldurma gayretini, İsa amcam ve oyuncağımın toprakta kaybolmasını izliyordum. Yarışırcasına bu toprak atma gayreti de neyin nesiydi, bundaki amaç ne idi neden yavaş gömmüyorlardı belki de kalkardı kim bilir?. Hayatımdan çıkıp giden her değer gibi onun ölümü ile de çok şey kaybetmiştim, kadermi kedermi diyelim bilmem fakat o ünlü deyişte söylendiği gibi tek gerçek vardı; gün akşamlıdır devletlum, dün doğduk bugün ölürüz…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.