- 536 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KİM BU JACK LONDON ?
Korku her yerde , ülkede 12 eylül darbesi sonrasında kimse yarın ne olacağını bilmiyor. Sokağa çıkarken anneler babalar çocuklarını tembihliyor; özellikle lise ve üniversitede okuyorsa
“Aman çocuğum kimse ile bir yere gitme, nüfus cüzdanını yanına al, okuldan sonra hemen eve gel “
O zaman daha 16 yaşındayız şimdinin 16 yaşındakilerinin okuduğuna göre çok ağır sayılacak kitaplar okuyoruz. Ama 12 Eylül yüzlerce kitabı da yasak etmiş. Birinde bir kitap varsa gizli saklı alıp yine gizli saklı okuyup, gizli saklı sonraki arkadaşa veriyoruz. 12 Eylül darbesini yapanlara göre hiç kitap okumasak daha iyi. Evren nutuklar atıyor Mustafa Kemal Atatürk diyerek “Gençliğe Hitabe” yi ağzına almadığı günler.
Okulda yanıma arkadaşım Necati geldi, şöyle sağa sola baktı. Malum o günlerde en küçük bir şey ihbar edilmene neden olabiliyor ve ihbar edenin de kim olacağını asla kestiremezsin…
“Jack London Demir Ökçe var bende”
“Nerden buldun lan.”
“Ulus’a doğru giderken Musevi mezarlığının yanına bir sürü kitap atmışlar atılmış. Yedi-sekiz tanesini aldım eve getirdim, abime söyledim, gece karanlık olsun bi torba alır gideriz dedi, ama gittiğimizde bir tane bile kitap yoktu, yerinde sönmüş bir ateş ve kağıt parçaları bulduk. Hepsini yakmışlar”
“Hadi yaa! E tabi alıp götürmek, teslim etmek yerine hemen orada yakmıştır polis”
“Bence de” dedi Necati
“Yarın getirsene kitabı” dedim
“Yok ya! Oğlum kapıda asker herkesi arıyor, ders kitabı dışında bir şey görürse ne olur biliyor musun?
“Doğru o zaman okul çıkışı geleyim ver bana kitabı, hemen bitiririm.”
“Tamam”
Der demez zil çaldı ve derse girdik. Bir an evvel son ders zili çalsın kitabı almaya gideyim diyordum. Derken son zil de çaldı. Hemen soluğu Necati’nin sınıfının kapısında aldım. Beraber okulun merdivenlerinden aşağı inerken çıkış kapısında Ünal’ın meraklı gözlerle bana bakması ile verdiğim söz aklıma geldi. Beraber bilardo oynamaya gidecektik.
“Ya Ünal Necati’ye gideceğim bir şey verecek, istersen akşam üstü buluşalım” dedim
“Ne verecek, ben de geleyim aldıktan sonra gideriz beraber. Akşam üstüne kalamam bizimkiler merak eder, eve girersem de zaten dışarı çıkartmazlar”
“Yarın gideriz o zaman”
“Ya bak para var ben ısmarlayacağım zaten. Yarın başka işim var benim.”
Necati ile göz göze geldik. Yapacak bir şey yok bakışı ile gülümsedi. Ünal’a döndü
“Oğlum adam benden kitap alacak, Jack London Demir Ökçe”
“Ulan çok adisiniz! Söylemiyorsunuz… Nasıl arkadaşsınız? Tamam ben de geliyorum, sen oku sonra ben de sıra”
Ve böylece yasaklı kitaba yolculuğumuz başladı. Okul kitapları koltuğumuzun altında parkamızın başlığı başımızda, hafif çiseleyen yağmurdan da kaçmak için hızlı adımlarla Necati’lerin eve doğru yürümeye başladık. Okulun yanındaki futbol sahasını geçtik, hani şimdilerde Akmerkez denen garabetin olduğu yer ile Necatilerin evi arasında pek fazla bir mesafe yoktu.
Necati’den aldığım kitabı ders kitaplarımın arasına koyduk. Eve gidip kitapları bıraktıktan sonra doğruca Ünal’la beraber bilardo oynama planını da yapmıştık. Mecburen gitmemiz lazımdı eve çünkü kitabı üzerimizde ne kadar kısa süre taşırsak riski de o kadar azaltırız diyorduk. Bilardo salonuna sık sık polis baskınları olduğundan yanımızda götürmek bile bile kendimizi ateşe atmaktı. Jack London hem de Demir Ökçe ile yakalanmak demek sorgusuz sualsiz siyasi şubede soluğu almaktı. Sonrası meçhul çünkü anlatılanlara göre her ne sebeple çeri alınan olursa olsun bir güzel eziliyordu. Üst kat komşumuz “kimse boşuna içeri alınmaz” derken sokağa çıkma yasağını on dakika ihlal etti diye tutuklanmıştı, bir ay sonra eve geldiğinde avurtları çökmüş halde
“On dakika için on araba sopa yedik” demişti
Kitap üzerimizde yakalanırsa kim bilir neler yapılırdı. Artık hangi örgütteniz, kimler var, hangi eylemlere karıştıktan yapmadığımız eylemlerden üzerimize atılacak suçlara kadar bir sürü seçenek.
Bu düşünce ile bir an evvel eve ulaşmak için karşıdan esen rüzgardan başımızı eğerek adımlarımızı hızlandırırken Akmerkez’in olduğu alanın ortasında kafamızı kaldırdığımızda okulun önünde bir polis ekibi otosunun çevirme yaparak gelen geçene kimlik kontrolü yapıp aradığını gördük. Adımlarımız yavaşlamıştı.
“Ünal sen istersen benden ayrıl” dedim
“Nereye ayrılıyorsun kabak gibi ortadayız. Zaten görmüşlerdir bizi, şimdi ayrılırsam kesin şüphelenirler”
“Bak üzerimde kitap var”
“Ne yapalım? Arkadaşımızı bırakalım mı şimdi”
“O zaman söz ver kitabı bilmiyorsun, ben de senin bilmediğini söyleyeceğim”
Ünal sustu ve cevap vermedi…
Yavaş yavaş ekip otosuna doğru yaklaşıyorduk. Koskoca futbol sahası nereye kaçabilirsin? Bir ara Nispetiye caddesine fırlayıp Akatların içine doğru koşalım diye dündüysem de bu hiç de iyi bir fikir gelmedi. Karşıya geçsek hemen ilerisi Polis Okulu…
Yaklaşık elli metre kaldığında. Ünal;
“Önce ben mi üstümü aratayım yoksa sen mi?”
“Önce ben, ne olacaksa olsun”
Biraz daha yaklaştık. Ekipten bir bekçi bize doğru bakıyordu. Artık hiç br şansımız yoktu. Birazdan kitabı bulacaklar ve beni ekip arabasına koyacaklar. Fısıltı ile;
“Bizimkilere haber ver vakit kaybetme “ dedim
“Hemen sizin eve gidececeğim”
Artık ekibin olduğu yere gelmiştik. Bekçi;
“Okul bitmedi mi gençler nerden böyle” dedi
Kitaplar ve parkanın açık fermuarından belli olan kravat öğrenci olduğumuzu anlaması için yetip artmıştı.
“Arkadaşa gittik, yarın yazılı var ondan not aldık”
“Çıkartın nüfus cüzdanlarınızı “ dedi bir polis memuru sonra da yanımıza gelerek
“Kaldır kolları yukarı”
Okul kitaplarını iki elime bölüştürdüm ve kollarımı havaya kaldırdım. Polis memuru koltuk altlarımdan aşağı doğru arayacaktı, sonra da belki de kitaplara bakacaktı. Demir Ökçe matematik ve edebiyat kitabının arasında idi. Belki de bakmaz diye düşündüm. Belki de bakmaz…
Polis aşağıdan yukarıya doğru aradı, pantolon paçalarına kadar kontrol etti. Eliyle kitapları işaret etti. Ders kitapları mı onlar?
“Evet abi bi tane de roman var”
Nasılsa bulacaklardı bari ben söyleyeyim de bitsin bu işkence kurtulayım dediğimde Ünal ile göz göze geldi. Sonrasında ondan hiç görmediğim “ ne yaptın sen “ bakışı idi bu.
Polis romanı aldı, kapağını açmadan şöyle bir baktı.
“Kim lan bu jacık london?” derken Jack London’un adını heceleyerek okududuğunu duyunca hiç tanımadığını adını bile duymadığını farkederek.
“Amerikalı bir yazar abi” dedim
“Ha tamam o zaman, hadi bi yere uğramadan doğru eve”
Ünal ile birlikte evin sokağına gelene kadar hiç konuşmadık.
Oradaki polislerden biri neymiş o kitap diye soracak, bizi arayan poliste Jak london mu ne Amerikalı bi yazarın kitabı işte dediğinde bilen polislerden biri “ne ulan o yasaklı kitap” dedikten sonra polisler peşimize takılıp her an ‘ durun lan kaldırın ellerinizi’ diyeceklerdi.
Ama arkamızdan kimse gelmedi, dur kaldırın ellerinizi diyen de olmadı….
Yıllar sonra 12 Eylül 1980 ile ilgili romanımı yazarken bu olayı hatırlayıp kullanacağımı da düşünmemiştim daha 16 yaşında iken.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.