Cuma’ya gitmeliymişim. Bölüm 2
Ben yine bu bilinçle geçmişten bugüne gelen düşüncelere dalmışken öteki bilincim irademi devralmış olmalıydı, zira elimde pide dönerle ilerliyordum ve bu döneri kaça aldım peşin mi ödedim kartla mı ödedim hiçbir fikrim yoktu tek şahit olduğum pidemden ısırıp yenmiş olmasaydı. Diğer bilincimin bıraktığı yerden ben devam etsem de içine konulan turşu bunun benim tercihimin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu, çünkü kesinlikle turşu sevmem sırf bu yüzden döneri yemesem de elimde tutmayı sürdürerek camiye ulaştım. Bahçenin giriş kapısında iki dilenci bekliyordu beni, bunlardan biri bütün dikkatini elimdeki dönere odaklanmış cin gibi bakan gözleri ile birlikte, baş hareketlerinide aynı amaca paralel olarak döndüren siyah bir kediydi. Diğeri ise vücuduna sardığı karmakarışık örtüler altından gözleri hariç hiçbir yeri görünmese de duadançok cebimdeki parayı ele geçirme isteğini açıkça belli eden tavırlarıyla, yarı oranda önüme kapaklanan sanırım 50’li yaşlarda Bir kadındı. önlerinde Durdum ve sessizce bir süre bekledim, kadın bunu sinsi fırsata çevirerek param için ses tonunu daha da arttırarak yaltaklanmasının aksine, kedinin yüz kiloluk bedeni ve 191’lik boyum ile ilgilenmeyip, sadece benden almak istediği elimdeki döner parçasına odaklanan net, dümdüz dileniş şeklini sevdim. tercihimi bütün kalbimle kediden yana kullanıp dönerimi ona verdim.
Bence asıl ihtiyaç sahibi varlık kediydi, üstelik gerçekten ne istediğini sahtekarlık yapmadan açıkça ifade edecek kadar da dürüstttü. Hayvanlarda ahiret bilinci ve inancı yoktur, insanlar dünyevi talep ve arzulardan arınıp hatta onları dışlayan tek yerin ibadethaneler olduğunu bilirler. Buralara ancak ibadet edip ötedünya yatırımı yapmak için gelinebilir. Bazıları ise sadece günü kurtarmak için namaz vakitlerini kollar, bunların en başında gelenler dilencilerdir. Herkesten bir şeyler koparamasalar da mutlaka boş dönmeyeceklerine emindirler. Çünkü en iyi onlar bilir ki, Fazlaca içgüdüsel ve mutlak kaderci anlayışlarıyla hareket eden Doğu vicdanı mantıksızdır. Bu sahtekarlığa bir defacık olsun prim vermemekle ne kadar doğru davrandığımı düşünmek mutlu etti beni. O alçağın şaşkın bakışları arasında kediyi tercih etmekle cami bahçesinde şeytan taşlamış gibi soyut bir tatmin duydum. Şadırvan başına giderlerken saçma ve salakça bir mutlulukla gülümsüyordum.Yapay korkularımdan elde ettiğim organik hareketler, tavırlarıma da yansımıştı yine, kadına yaptığım kötülük yüzünden ileriki çeşmelerden akan su sesleri kadar huzurluydum. Gerçek olgulara dayalı olayların neden ve sonuç ilişkisine tabi olan, sağlıklı ve anlaşılır bir duygudurumuna sahip olmadığım için. Soyut ve somut herhangi bir gerçeğim sayesinde, kendi iç huzurumu sağlayabildikten sonra, dış dünyayı çokta sorun ettiğim yoktu. Saatime baktığımda ezan vaktine 6 dakika kalmış olması ile şadırvanda altı boş yerin bulunması psişik gelse de bir an, tüm melankolik hallerime rağmen sırlar dünyasına da pek itibar etmediğim için, ilginç bir tesadüften öteye geçemedi bu. Yüzümde halen devam eden gülümseme ile ilerleyip boş olan yerlerden birini oturarak bu eşit matematiği bozdum. Oturur oturmaz ezan vaktinin son 5 dakikasına girdiğimi ve kalan boş yerleri bakınca az önceki psişikligin devamına plansız şekilde katkı sağlamış olmamı, hassas psikolojimi korumak için küçülterek tuhafmış gibinin içine sıkıştırmaya çalıştım.Bu düşüncede sabit kalmaya çalışarak hassas algılarımın durumu başka yönlere kaydırma ihtimalini önlemek için, Çeşmemi sonuna kadar açıp ellerimin su ile oynamasına izin verdim. Îşte ezan vakti 4 dakika ya düşmüştü, hassasiyetlerimi teğet geçen tehlikeden kurtuldum bak dediğim anda, hemen yanımdaki boş yere birinin oturması ile ruhumdaki ilk artçı şoku hissettim. Uykuda olan tüm kaygı ve bilmediğim korkularım, bu şok ile birlikte kendilerini dışarı atıp, böyle sarsıcı hallerimde toplanma alanı vazifesi gören, yüreğimin ağzında birikiverdiler..
işte yine başlıyorduk....
İçinde veya dışında, insan başına gelen kötülüklerle mücadele ettiği sürece insan kendi yazısından uzaklaşırmış. Benim yaşamım çok ağır mücadelelerle geçmiş olmasına rağmen, değil dertlerimden uzaklaşmak yollarım bir sonraki sıkıntıların kestirmeden önlerine çıkmıştır. Keşke hiç mücadele etmeseydim diyorum bazen, zira kendimi akışına bırakacağım yazgı tersine kürek çekerek ulaştığım yerlerden çok daha iyilerine çıkabilirdi belki. Hele ki sağlıksız algılarıma kesinlikle direnmemeliydim. Gözlerimi sımsıkı kapayarak önümden akan suya eğilip yüzümü yıkamaya başladım, Korkuyordum ne için korktuğunu bir an unutmuş olsamda hiç düşünmeden hatırladım, ve bu şadırvan korkumun ne kadar saçma olduğunu anlayıp başımı musluktan kaldırarak gözlerimi açtım. Uzaktan bir kişinin daha hızla şadırvana geldiğini ve sanki ezana kalan 3 dakika için camiye değilde, sanki son kalan üç oturaktan birine yetişmeye çalıştığını görmek dehşete eşdeğer bir ürküntü yarattı bende.
Panikle tekrar gözlerimi kapayıp başımı eğerek yüzüme şiddetle su çarpmaya başladım. Çarptım çarptım, kendimi su ile döver gibi iki avucumla çehremi tokatlamaya devam ettim. Ezan vakti artık boş kalan 4 oturaktan yani 4 dakikadan da alta düşmüştü, başımı kaldırsam kaygılarımdan kurtulacaktım belki, ama buna cesaretim yoktu.
Daralan zamana paralel olarak, azalan paralel olarak boş oturaklar dan birinin daha dolmuş olduğunu görecek olma ihtimalinin düşüncesi dahi, cesaretimi kırmaya yetiyordu. Çevremde gezinen ayak sesleri ve kaç muslukta aktığını kestiremediğim sular, bu kötü senaryonun bileşenleri olarak onlara bakma mı bekliyor gibilerdi.
Kendimi şu ile daha da şiddetli tokatlayıp dövmeye devam ettim, kesinlikle kendi kendime attığım bu hastalıklı dayağı hak ediyordum zira o kadına bunu yapmamalıydım. Tanrıya ibadete gelirken yoluma çıkardığı bir garibe yardım etmemek ile kalmayıp, hakkında öyle kötü düşündüğüm için, şimdi hasta ruhumun ayarları ile oynayıp cezalandırıyor olmalıydı beni.
Az önce üç kuruş vermemişliğimin hatasını giderip, şimdi bütün paramı alması için eteklerinden tutup yalvarabilirdim. Bunun için geç kalmış da değildim, kaç çeşmeden aktığını bilmediğim su sesleri ve çevremdeki topuk takırtılarının arka fonunda, onun ulvi yakarışlarını duyabiliyordum halen. Allah rızası için diyordu, Allah rızası, ve o Rızaya şu anda belki tüm evrende en çok benim ihtiyacım vardı..
Lakin başımı kaldırıp al, bütün paramı al varım yoğum senin olsun yeter ki beni kurtar ne olursun diye bağırmaktan aciz haldeydim. Yüzüme çarptığım suların şiddetinden bir süredir canımın yanmasına rağmen, kendimi kendimin bu şiddetinden koruyamıyordum. Ağzıma üst üste çarpığım sular yüzünden nefessiz kalıp boğulacak gibi olduğum anda durdum. Fakat bunu sonlandırdığım için bilmediğim eksiklik ve garip bir yoksulluk duygusu hissettim.
Kaldığım yerden aynı eylemimiz sürdürmeye başladım, bunu kendime neden yaptığımı bilmediğim gibi nerede olduğumu da tümden unutmuştum. Kendi yüzünü canavarca yıkama yoluyla intihar eden belki ilk insan olarak tarihe geçmek üzere iken o hududa vardığım anda ezan okunmaya başladı. Ah Tanrım nasıl da büyüktün sen... Çıkmazlarım ile boğuştuğumda pek yardımın olmuyordu ama geberip gideceğimi anladığın anda, her zamanki vaktinde imdadıma yetişerek tüm kudretini göstermiştin yine...
Gözlerimi henüz açamazsamda cami bahçesinde olduğumu algılamam ile birlikte o kutsal kadını, şadırvandaki boşluklar ile ezan vaktini pisişiğini hatta o kediyi bile hatırladım. Bozuk bir hoparlör marifetiyle, mahkumları Cezaevlerinde sabah sayımlarının yasal vaktine kaldıran evletin öfkeli anonsları ile, Müslümanları cami safina dizilmeye çağıran ezan sesleri arasında, emir bakımından pek bir fark olmadığını düşünmüşümdür hep..
Oysa anlamasını bilene ne büyük başkalıklar varmış..
.Bir anda çok tatlı hisler kaplamıştı içimi, hocanın o davudi sesi her hece de ayrı bir güzellik de yankılanıyordu. Bu kelebeksi titreşimler ayak tırnaklarımdan saç diplerime kadar tüm hücrelerimi gıdıklamak ile kalmayıp ezâni Muhammed’in coşturucu aksları ruhumun derinliklerine yayılıyordu. Aniden bastıran bu duygu sağanağı içinde ağlamaya başladım. Bunu sevmiştim, gülmek belki daha lazımdır insan için ama onunla rehabilite olma yeteneği yoktu bende. Gülme krizlerine girip bu kadar çok neye güldüğümü saniyeler sonra unuttuğun zaman, bu halimin çok daha komik gelerek insanı kahkahadan çatlatacak kadar bunalıma soktuğunu çetrefilli hallerimden çok iyi bilmekteyim ben. Ağlamaktır bizi asıl rahatlatan ve ne kadar ağlarsan o kadar iyi...
Ağlıyordum derinlerde belki benim bile bilmediğim bir yaranın tezahürü sandığın bu gözyaşlarımı olabildiğince çoğaltıp, gözlerimden bir yük gibi boşaltmak istesem de, bunun için bağlanmam gereken o ilk çıkış kaynağını bulamadım içimde. Ağlayışımı sürdürmemi sağlayacak o kadar çok problemim o kadar yaşanmışlıklarım olmasına rağmen, hiçbiri aklıma gelmiyor ve o anda çok istememe rağmen ağlayamıyordum. Acılarımdan bile faydalanamıyor dum, hatıralarını kullanıp, ağlayarak bile olsa rahatlama mı sağlayabilmek mümkün değildi, olur da iyi yönde katkı sağlarım kaygısıyla bütün anılarım kaçıp saklanmıştı sanki zihnimden. Gözyaşım kesilsede bu durumum acı bir tebessüm oluşturdu yüzümde, gücüm ancak bu kadarına yetmişti. Kendimi çok iyi hissetmediğim kesindi ama biraz önceki korkunç halimle karşılaştırılınca müthiş sağlıklı sarılırdım.
Başımı yerden kaldırıp sıkılı gözlerimi kutsal semaya açar açmaz tepemde dikilen nursuz birinin IŞİD imajı ile karşılaştım. Bendeki şaşkınlığın ondaki meraka çarpmasıyla kaza geçirmişiz gibi üç beş saniye öylece bakakaldık. Selamünaleyküm muhterem iyisin ya inşallah girişine karşın, hassiktir lan pezevenk sen de kimsin cevabına çokça müsait olsamda, önce yutkunup sonra aleykümselam hamdolsun iyiyim dermiş gibi baktım..
Yine belli bir süre de bu halde bekledikten sonra omuzumu okşayarak maşallah iyisin iyisin söylemiyle peşine takılmamı Arzu ettiğini hissettirerek camiye doğru yürüyüşe geçti. Arada bir geri dönüp yüzüme tuhaf tuhaf bakmayı sürdürse de çirkin gölgesinin üzerimden kalkmasıyla aydınlanan çevrem, ancak başka gezegenden henüz dünyaya inmiş yaratığın merak ve heyecanını yaratmıştı ben de. Şadırvan ile birlikte bahçe de boşalmış etraf tamamen ıssızlaşmıştı, önce kediyi fark ettim, onun için köşeye koyduğum dönerlerini zorunlu ortaklığa gelmiş olan diğer kedilerle mecburi paylaşım içindeydi.
Sonra kadını gördüm ona yardım etmediğim için yaşadığım travmayi atlatmış olsam da artçı şoklarını duyumsuyorum, geç kalmış sayılmazdım işte hala oradaydı mahşer günü yaşayacağımız rivayet edilen o en etkin pişmanlığın keşkelerini hissettim yüreğimde. Tanrım bizi tekrar dünyaya gönder de bütün ömrümüzü sana ibadetle geçirelim diye yalvaracak olan insanların, asla ikinci şansı bulamayacakları çaresizliği ve artık o çok geç kalınmışlığı duyumsadım. Uzay zamanın bir başka benzer boyutu gibi mahşeri vakti de Eğip bükülmüş olarak önümde bulmuştum sanki. O büyük keşkelerin ardına dolaşıp hemen önüne çıkıvermiştim, kaderimin ihtimal sayfasına yazılacak meçhul satırımın yeri henüz bomboştu.. Ve ben bir şekilde elime geçen sihirli kalem ile tam da isteyeceğim gibi doldurmamı bekliyor gibiydi. Cehennem kapısına kadar götürürülsemde, cennete konulmam için hayatî Bir sevap kazanma imkanı verilerek evliyalara mahsus bir imkan sunulmuştu...
Îçimden fışkıran fırsatların coşkusuyla titreyen parmaklarım, cüzdanımı güçlükle yakaladığı anda, bütün paramı çıkarıp ona doğru yürümeye başladım. Etrafta kimse olmamasına rağmen ellerini boşluğa kaldırmayı sürdüren kadını, bu semavi görüntüsü ile cennetimin anahtarını gelip alabilmem için avuçlarında tutuyor gibiydi.
O benim ahiretimi garantilememin tek çaresi, o Nadide Cennet şaraplarının baş sakisi, ah o bahsi geçen ceylan gözlü taze göğüslü hurilerin büyük pezevenki işte tam on adım ötemde idi.. Adımlarımı daha da hızlandırdığım anda namaza yetişmek için bahçeye hışımla dalam bir Müslüman korkutmuştu beni, neyse ki kadının havada asılı eline aldırmayıp koşarak camiye ilerlemesiyle rahatladım. Kadının avucuna üç kuruş sıkıştırma yoluyla Az kalsın o kopacaktı bana ait Cennet anahtarını, kadının tüm ilgisi gidelim peşindeydi, başıyla onu takip etmeyi sürdürdüğü için tam karşısında olmama rağmen henüz beni fark etmemişti. Oysa hiçbir sevap ehlinin erişemeyeceği bir arzu ve tutkulu bir aşk ile hemen önünde ona geliyordum.
Belki son üç adımım kalmıştı ki o hala gideni takip eden başını benden yana çevirmeden ettiği yaltaklanışlarında âni bir gariplik oluştu..
Allah rızası için yardım, Muhammed başı için sadaka nakaratlarının arasına standardın dışında kelimeler iliştirmeye başladı.
Allah senin belanı vere seni orospu çocik, Muhammed senin başını boka soka, senin ağzına kocam sıça seni piç soyu köpek finaliyle, dua ile başlayan iğrenç beddualarını sonlandırıp nihayet önüne döndüğünde burnunun dibinde beni buldu.
Sanırım her ikimiz de şoktaydık, Fakat benim yaşadığım şok öylesine büyüktü ki paramı artık ona kaptırmak istemesemde elimin hareketini durduramıyordum. Sanki elim değil de param kendisi gidiyordu ona.. Her ne kadar yine yüzünü göremezsemde pis çehresine insansı bir maskeyi oturttuğunu hissedebiliyordum, kendimi engelleyemeyişimin sebebini bu hisse aldanmakta aramak da mümkün değildi. Hareketlerim ağırlaşmış olsa da uzatmayı sürdürdüğüm elimin kendisine gelmesini beklemeden paramı orta noktada karşılamak için o bana doğru kendi elini uzattı. îşte tam bu noktada aramızdan cami bahçesine koşaradım giren bir adam -ki o ne güzel bir müslümandır- ellerimize sertçe çarpmasıyla irkilip saçma etkinin salak hipnozundan kurtuldum.
Parama ulaşmasına iki karış kala elini teğet geçerek hepsini kendi cebime attım. böylelikle tümden amaç kesildiğim embesilliğimden de kurtulmuş oldum. insanın vicdanından olduğu kadar ahmaklıklarından da pay isteyen bu gibi zındıklar elbette her yerde vardır. Fakat bunların belki en son bulunması gereken yerler ibadethane önleri olmalıydı..
Belki de bu reziller kendi felsefelerinde haklılardı, değil mi ki insan vicdanının en zayıf, ahlakının ise en güçlü oldukları yerler ibadethanelerdir, birinin zayıflığı ve diğerinin güclü olduğu bu çapraz dürtülü insan sarhoşunun, en savunmasız ben nadir salaklığından nemalanmak için buralardan daha uygun yerler yoktu. Bu tür insanlar için ise ahlaken ve vicdanen çökmüş olmalarının karşılığında ibadethaneler en ciddi gelir kapalıydı..
Fahişelerin koynumuzdaki sıcacık varlıkları ile tenimize değil de, paramıza olan tutkularının bir benzerini cami kapısındaki dilencide görmem kendi paramdan tiksindirdi beni. Herşeyin ulancası düştü akıma, şöyle okkalı bir küfür sallamak istesemde yüzüne, hala koruduğum şüpheli olsa da abdestimi ve beni nerelere saldıracağını ön göremediğim hasta ruhumu düşününce vazgeçtim bundan. Ancak dilime düşmese de önleyemediğim iç söylemlerim zihnimde hala devam ediyordu. Eğer orospuluk bir kavram ise, ten fahişeleri değil cami avlusuna tüneyen bu kadın gibi riyakarlar, ya da din ile Allah ile aldatan ahlaksız kişiler daha fazla dolduruyordu bunun içini...
Fahişeler sana değil elindekine talip olduğunu en baştan ortaya koyan en az o kedi kadar dürüstlerdi. bunun karşılığında ortaya çıkan eylem istisnasız erotizm ise, bunlardaki vicdan ve ahlak ile sadomazo idi. Midem bulandı ve bunu cebimdeki parama bağladığım için hepsini tekrardan çıkarıp parçalayarak galoş sepetinin içine attım. Bu yükten kurtulunca mide bulantıminda biraz olsun geçtiğini hissettim, kadına olan nefretim devam etse de bunu unutmalı zihnimi tümüyle boşaltıp yeni bir şey düşünmeliydim. Cami bahçesinde bile hayvanlar saf ve temizliği, insanlar ise alçak bir çirkinliği temsil ediyordu..Ruhumun çetrefilli yapısının, namaz öncesi beni böyle hastalıklı düşüncelerin daha da derinine çekmesinden, zihnimin paçalarımı zorla kurtararak usulca Camii’ye girdim...
Cami kapısından içeriye adımımı attığım anda hemen sağındaki büyük ve parlak çini duvarda kendimle göz göze geldim. Yüzüm kıpkırmızıydı az önceki mekruh düşüncelerimle evine girdiğim için tanrıya karşı bir mahcubiyet rengi zannettim önce bunu fakat hemen ardından suratım yanmaya başladığında bunun sebebini anlamam zor olmadı, Zira şadırvan başında kendime yaptığım işkencenin tüm başarısı yüzümdeydi.O IŞİD kılıklı herifin neden dönüp dönüp yüzüme bakmaya devam ettiğini de şimdi anlayabilmiştim. Suratım ateş gibi yanmaya başladı artık, acısını hissedebilmek bile ancak kendisini görmemle mümkün olabilmişti. Kendim başta olmak üzere diğer bütün insanlara tuhaf gelmeyecek bir yanım varmıydı benim acaba? Bendeki varlık birliğini toparlayabilmek evrendeki tüm yıldızları çantaya doldurmak kadar imkânsızdır. Bedende acı, ruhta herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayat elbette monotondur ancak, böylesine çok yönlü yükler altında kalmak günbegün süründürür Zira onlar ölümcül olmayacak kadar tehlikelidir. Beynimin ağır çekim düşüncelerinin hareketlerimi de yavaşlatması yüzünden, cumanın bir başına kılınan ön namazına geç kalsam da müezzinin gametleri eşliğinde toplanan cemaate uyarak arka saflarından birine yetişip müminlerin omuz aralarına sıkıştım.. Hutbenin konusu namazdı, namazın ilk olarak elli vakit verildiğini söylüyordu hoca, Hz peygamber bu elli vakitle dönerken yolda musa’ya rastladığını ve onun Hz Muhammed’e namaz miktarını sorunca senin ümmetin bu kadar çok namazı kılamaz geri dön ve bunu düşük dediğini, sonra peygamberin geri dönerek 45’e düşürdüğünü, Musa’nın bunu da çok bulup peygamberi tekrar geri gönderdiğini anlatıyordu. Bu gidiş dönüşlerinde namazı daha da indirttiğini ancak Musa’nın yine her defasında çoktur deyip peygamberi geri yolladığını, bu gidiş geliş periyotları sonun da namaz beş vakite kadar düşürülürse de Musa’nın bunu da çok bulup Muhammed’i tekrardan geriye dönmeye teşvik ettiğini ancak Muhammed’in Tanrı karşısına bunun için artık çıkmaya yüzü olmadığından ötürü beş vaktin sabit kalıp, bu beş vakitin 50 vakit sevabı eşit olduğunu anlatıyordu. Bu konuyu başka bir yerde de okumuşluğumu hatırladım, yazarı her ne kadar matematik profesörü olsa da Müslüman olamamış biri olduğu için şöyle diyordu o müşrik; Günde 50 vakit namaz kılan bir insanın geriye günlük 36 dakika vakti kalır "hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız" hadisini göz önüne alırsak eğer, namaz ilk verildiği gibi 50 vakit kalsaydı biz bu 36 dakikada dünya için ne yapacaktık? bu cevap muallak...
Buraya kadar olan onun sözlerinden hatırladıklarım. Şimdi konu üzerine birazda ben düşününce galiba muallak olan hususları çoğaltmaktan başka bir sonuca varamayacağım.. Zira evrenin sayısal işleyiş döngüsünü, kısıtlı bilgilerimizle bile hesap edince tanrının matematikten anladığı tartışılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkmakta. Bir güne ne kadar vakitin sığabildiğini o elbette bizden çok daha iyi biliyordu, Bu yüzden pardon yanlışlık oldu diyerek bunu düzeltmenin küçük mantığını dahi onun büyüklüğüne yakıştıramam..
Şimdi ben cami içinde bile bu mekruh düşüncelerin saldırısına uğruyorsam işte bu gerçekten şeytan işiydi, şimdi tüm bunları kafamdan atmalı aklımı değil içgüdülerimi işletmeliydim. Bunların mutlaka benim bilmediğim açıklamaları vardı, hem imanda her şey mantık değildir. Dogmaların değil sadece mantığı olan şeylerin benim bağlılığımı hak ettiğini düşündüğüm için, dînin safsatalarını tümüyle şiddetle reddetmişimdir. Oysa çok sevmiş olmama rağmen beni terk ederek giden ve asla benim bağığımı hak etmediğini mantıken açıkça görsemde yine de bağlılığımı sürdürdüğüm insanlar da var...
Şu halde oldukça mantıksız ve yarı imansız biri olarak, benim böyle bir çıkarsama yapma çapım da haddim de yoktur. Kendi içimdeki eksiklikleri gideremiyorken, her iki alemin boşluklarını doldurmaya çalışmak, ileri derecede ahmaklıkla mümkün olabilir. kim peki kim bu ahmak? baş harfi ben!
O sebep, sadece ibadete odaklanmalıydım, bu güncel ve dış dünyamı paralel bilinç farkındalığım ile birlikte, camiye gelirken yolda ve zihnimde karşılaştığım günahsı şeyler için bugün ilk defa tövbe imkanı bulup, namazımı cemaat içinde mükemmele yakın şekilde kıldım. Namaz bitti ve herkes ağır aksak adımlarla içeriği boşalttılar. Kapılar kapandığında tanrının evinde sadece ben kalmıştım. Misafirlik yaradanın evine olunca ziyaretin de en uzun olanı makbul olmalıydı. Tesbihim bitince onu elimden bırakarak avuçlarımı açıp duaya başladım. İçeride benden başkasının olmayışının verdiği rahatlıkla yükselttiğim sesimin, cami kubbesinin simetrik akustiğine vurarak geri dönüşleri tüylerimi diken diken eleştirmişti, Duyduğum sesin bana ait olduğunu bilmeme rağmen, mistik etkisinden kurtulabilmem mümkün değildi artık. Yüreğim alev almış yanıyordu ve hemen üzerindeki kalbi tencere içinde, su gibi ısınıp kaynamaya başlayan imânın ağzımdan dualar yoluyla su kabarcıkları gibi çıkararak cami kubbesine varacakları anda ardı ardına patlayıp kayboluşlarını duyumsuyordum.. Kalıcı olması gereken anlamlar sanki buharlaşıyor içimdeki mana henüz tanrıya varamadan yok olup, güneşe uçmaya çalışan ikaruslar gibi yanarak ölüyorlardı sanki. Başarısızlığım yıldırmadı beni, tanrıya böylesine yaklaştığımı hissetmişken üzerine gitmeli modumun eline geçen fırsatı değerlendirmeliydim. Hırslarım daha da şiddetlendi, sırf cami içinde değil bütün alemde tek kul ben kalmışım ve herkesin ahiretinin vebali bizzat üzerindıeymiş gibi baskın bir ısrarla duaya yüklendim. Fakat az sonra aniden kestim, zira tanrıyı bu kadar zorlayıp kendi objektif tasarrufunu etkilemek de istemedim..
Hak ettiğim iyi şeyler varsa elbette ki el açmadan da verirdi bana o. Bunun için dışarıdaki iki yüzlü çift zihniyetli dilencinin riyakarlığına bürünecek değildim. Şu Duygudurumunda Kedinin tavrı bana daha çok uygundu belki ama, kendimi sırf camii ve namazda tanıtmamı gerektirecek kadar resmi ilişkimizde yoktu Tanrı ile. O bendeki benleri benden daha iyi bilir, hatta benim henüz karşılaşmadığım yanlarımı da iyi tanırdı. Zira o makamla yakın tanışıklığım, istediklerimi vermese bile tıpkı o dilenci gibi ardından küfür etmeyeceğiminde bilinmesini sağlıyordu. Böyle düşününce aslında tanrıya karşı ne kadar riyakarsız olduğumu ve onun da bunu muhakkak biliyor olmasının gururuyla kabardım. Bu şişkinlik meleklere secde ettiren Adem babamızın egosu kadar değildi belki tabii ama yine de bana iyi gelmişti. Sonra riyakarlık korkumuzum sebebi bizden değil de, tanrının bizi göremeyeceği kör bir noktadan muaf olmamız düşüncesi yüzünden olabileceğini kavrayın ca tüm o gururlu Kasıntım çöküverdi. Evet birçok insan için olduğu gibi benim için de geçerli olan sebep maalesef buydu.
Yoksa insan karakteri yalakalığa uygun olduğu kadar, eğer istediğini anlamamışsa ve yaltaklanan makam bunu duymuyorsa riyakarlığımız o dilencinin tavırlarıyla birebir örtüşüyordu. Hatta bazılarımız tüm talepleri karşılansa bile,karşılayanın ardından zevkle küfür edebiliyorduk. Kaldı ki Tanrı, dualarımızın karşılığını hemen vermemiş veya geciktirmiş ise eğer, o naif yanımızın hemen altında korkudan edemeyeceğimiz en esaslı küfürler saklı değil miydi. Tanrı bunu bilmeyecek kadar saf mıydı, yermiydi ulan bunları...
Kendimi çok iğrenç hissetmeye başladım yine, dışarıdaki o dilencinin kul karşısındaki alçak halinin bin beter durumunda tanrının karşısındaymış gibiydim.. Canımın yandığı geçmiş haller yüzünden ona eski isyanlarımı düşünüp ve hemen dilimin altında güçlükle sakladığım ağzı açılmadık küfürleri hatırladım. O küfürlerde kendimi tutma sebebimin tanrıya saygımdan çok ondan korkularım olduğunu hatırladım. Bu günahkar algılarımın zihnimde ağırlaşarak, taşınamaz bir kütleye dönüştürdüğü kafamı daha fazla yukarıda tutamayıp secdeye bırakiverdim..
Tanrıya ve kendime olan utancımdan başımı kaldıramamak bir yana tüm yerkürenin ağır kütlesini omuzlarımda hissetmekdeydim. Cami yolunda yaralı bacağımla kaz niyetine attığım adımların Tanrı katında makbulu silinmiş ve az önceki namazdan kazandığım bütün sevaplar uçup gitmekle de kalmamış, daha çok günahına bulaşmış olarak alnım ilahi bir tutkal ile secdeye yapıştırılmıştır sanki..
Belki 5 dakika öyle kaldıktan sonra ivedi olarak sevap kazanma arzusu oluştu içimde..
Bu tutkunun gücünden yararlanarak ayağa kalktım ve köydeki hocaya küstüğümm andan itibaren, geçmiş tüm kazâlarımın niyetiyle sonunu ön göremediğim bir namaz serisine başladım. Böylelikle bir nebze olsun ruhsal dengem sağlanmış olsa da, bilincimin bağı kopmuştu yine. Bedenimden tümüyle ayrılmış olarak ruhsal ve içgüdüsel bir özerklik içinde kıldım, kıldım, çok kıldım. Kaç rekatta bir selam verdiğimi hangi duaları okuduğumu bilmeden, metafizik coşkunun bütün derecelerini tek yönlü kademe kademe aşarak, imânın o en güzel ve yoğun kıvamına varacak kadar huşu içinde kıldım. Temiz ve katışıksız inanç sahiplerinin yanından geçerek belki ancak velilerin ulaşabileceği içkin bir hududa varmıştım. Hiçlik’ten yeniden maddeye dönüşüp içimde yeni bir ben doğuruyordum sanki..
devamı ve son bölüm yarın...
Önemli not: fotoğraftaki kişi, hikayemde adı ve anlamı çok geçen rahmetli canım dedem Salim AYDIN..
YANIMDAN GEÇERKEN BANA ABDESTİNİ ALDIN MI DİYE SORARAK, CUMA NAMAZINA GİTMEKTE....
YORUMLAR
Aaydın
İlk bölümüde okudunuz degilmi?
Eger bu tarzı sevdiniz ise hücreden, hocaya gitmeliymişim, uzun yollu kısa hayatım. Gibi yazılarımı da önerebilirim saygılar...
Alibaba
Diğer yazılarınız için de takipteyim artık.
Saygı bizden...
Bu sefer yek solukta okudum.. özlemişim böyle yazıları ... yarına kadar bekleyeceğim şimdi ha, beklerim yani ölmez de sağ kalırsak.. yazma ihtiyacı hissettim, ben de yazacağım bir şeyler..ilham verdi umarım tıkanmam... lakin ben isyanı zorlamalıyım... kaleminize kılavyenize zeval gelmesin ustam.. eksik olmayın..