- 481 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BARIŞ,HUZUR VE KARDEŞLİĞİN DAYANAĞI
Daha ilk adımla başlar hayata karşı duruş. Bir mücadeledir ve ayakta kalma pahasına da bir direniş. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımız, okuduklarımız,… hayatın anlam ve amacına dair sınırlarımızı ve bizim bu zorlu zemindeki duruşumuzu da belirler elbette. Adalet, daha da berrak anlamıyla; bizi ve diğerlerini bir maddi ve aynı zamanda manevi (içsel) bir zemine konuşlandıran, hareket ve düşünüş tarzımızı, bakış açımızı belirleyen; eşitlik, merhamet,erdem,hakkaniyet gibi esaslı değerleri çağrıştıran mistik ve felsefi sözcük.
Ne de ilginçtir ki, bu kavram üzerine o denli yazı yazılmış, o denli gözlemde bulunulmuş ve yine ders okutulmuştur ki, kütüphanelere sığmaz nitelikte. Zihinlerden hiç çıkmayacak anekdotlar, tarifsiz ve kitlelerce çekilen acılar,dramlar… adalet kavramının ve onu doğru anlamak,yaşama yansıtabilmek adına ortaya konulan çabaların ne de haklı olduğunu vurgulamıyor mu bizlere?
Konuyu bir de bu hususi ve tüm beşeriyeti çok yakından ilgilendiren adalet çalışanlarımıza getirdiğimizde, önümüze bambaşka ve kıyasıya tartışılacak, üzerinde uzun uzadıya düşünülecek detaylar çıkıyor sonuçta. Siz ne denli güzel bir adalet sistemi sahibi olsanız da, bu sistemi çalıştıranların da ;duygularıyla, kanaatleri ve değerleriyle ve elbette bu sahadaki engin bilgi ve tecrübeleriyle hareket ettiklerini düşünürseniz, insan öznesinin ne denli önem arzettiğini de anlayabilirisiniz. Yani diyorum ki, sistemi çalıştıran ve beklenen nihai hedeflere, kazanımlara taşıyan motor güç, nihayetinde yine insandır. İnsanlara bu erdem üzerine kurulu kavramın yasal zeminde verdiği hizmetin niteliği de belirleyen çalışanlarımızın, ne denli hassas bir denge üzerinde ve bir o kadar da hayatî kararları görüşüp,sorgulayıp,karara bağladıklarını, her bir karar ile de toplumun dinamiklerine hizmet ettiklerini çok net görebiliriz.
Denilebilir ki, adalet hususu neden bu denli derin, neden hepimizi sarıp sarmalıyor ve hukukî anlamda doğrudan bizi ilgilendiren bir dosyamız olmasa da neden bizleri de fert fert ilgilendiyor? Karşılıklılık ilişkisiyle yürüyen toplum dinamiklerini çok kompleks ve devasa bir dişli kutusuna benzetelim. Bu dişlilerin her biri, toplum dinamiklerinin bir yönünü ve unsurunu temsil etsin. Bunları birbiriyle uyum içinde çalıştıracak, eşgüdümleyecek bir işletim sistemini de unutmayalım. Aldığı enerjiyle çalışan bu sistemin zaman içinde rehabilitesi, onarımı,tamiratı vs gerekecek. Bu bütüncül sitemin adeta vücudumuzun temel sistemlerinin uyumuna benzer şekilde stabil çalışması, dıştan gelen zararlı etmenlere karşı direnç göstermesi, kendini koruması gibi yetenekleri bünyesinde taşıması da beklenir elbette. İşte, adalet kavramı bu sitemi ;koordine eden, hak ve sorumlulukların sınırlarını belirleyen, özel durumlara da yine hassas ve yasal çerçeveyi de gözeterek, toplum vicdanı ile de ötüşen kararların alınmasın sağlamak,;eşitlik ve özgürlük,hakkaniyet gibi temel değerlerin yaşamasını temin etmek gibi hayati bir görev üstlenir. Vücudun sinir uçları gibi kayıtsız kalınamayacak bir husustur bu.İçinde bulunduğu toplumun sosyo-kültürel dokusundan da izler taşıyan adalet, milli bir unsur olmakla kalmaz, evrenseldir de bu anlamda. Amerikan adaleti, Türk adaleti,Alman adaleti,… gibi farklı isimler de alsa, özünde evrensel nitelikler barındırdığı ve yukarıda sözü edilen etik ve ahlakî içerikleri barındırdığı için, taşıdığı ismin pek bir ehemniyeti yoktur onun. Asıl mesele, toplumsal yapı içerindeki işlevidir . Bu yönüyle yasal ve herkesin, her bir kesimin kabullendiği resmî bir mutabakattır da.
İnsanlık, yaratılışından bu yana, ideal adalet arayışında olmuş, bu hususta tarihin belli dönemlerinden beri kabul gören mutabakatlar, sözleşmeler, beyannameler ortaya koymuştur. Magna Carta, bu anlamda ilk yazılı hukuk sözleşmesidir. Bizdeki karşılığı da Kanun-i Esasi, Sened-i İttifak, Gülhane Hattı Hümayunu,… gibi çokça resmi dayanağı çağrıştırır bu durum. İster millî, ister milletler arası olsun, az önce sözü edilen belge, beyanname,sözleşmelerin her biri, daha da iyi bir yaşam olanağı sunması, insanların daha fazla özgürlüğe kavuşması, eşitlik ve adalet kavramlarının hayat bulması amaçlarına hizmet için ortaya çıkmışlardır. Bu arada “İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ile, akabinde hayata geçen Çocuk Hakları Sözleşmesi” de dillendirmek gerekir elbette. Herbirinin asıl gayesi veya ortak yanı, adaleti tecelli ettirmek,hakları korumak,gözetmek ve arzu edilmeyen tasarruflara karşı da caydırıcı rol oynamak. Bütüb bunlara ve dahasına rağmen, arzu edilen bir adalet seviyesine ne yazık ulaşılabilmiş de değildir. Görülen o ki, bu özgürlük ve hak arayışı devam edegelecektir. Ta ki, evrensel anlamda adaletin ideal kabul gören noktaya ulaşıncaya değin.
Adalet kavramın günlük yaşam içindeki yeri ve önemine dair şu husus güzel bir örnek teşkil eder kanaatindeyim. Mesleğe yeni başlayan bir sağlık çalışanının, bir öğretmenin, avukatın ve dahi siyasî erkin en başındaki kişi olan bir devlet başkanının, görevi alırken tüm toplumun önünde; yasalara saygılı olacağı, insan hak ve özgürlüklerini koruyacağı, gözeteceği,güçlendireceğine; kimseleri farklılıklarından ötürü ötekileştirmeden eşit ve hakça muamele edeceği, insan onuruna ve toplumun vicdanına saygı duyarak hizmet vereceğine dair bir yemin metni konulur. Bu durum, herbirimizin öncelikle adaletli yaklaşıma husus beklentilerini öncelikli hale getirmez mi? İçimize de su serpen bu uygulama, en azından resmî bir dayanakla, kendimizi daha değerli ve birinci sınıf vatandaş hissetmemizi, birbirimizin hak ve sorumluluklarını gözetmemizi ve aidiyet duygularımız da perçinler mutlaka.
Uğradığımız herhangi bir konudaki haksızlık karşısında, yasal zeminde haklarımızın savunulabileceğini ve varsa yanlışlıkların giderilebileceğini bilmek, toplumsal anlamda kanunlara karşı güvenimizi pekiştirir, devlete bağlılığımızı ve güvenimizi de artırır.
Ömer Hayyam “Adalet, evrenin ruhudur” demiş. Pek güzel söylemiş. Adalet öyle bir kavram ki, gerektiğinde değil, anbean olması beklenen, ümit edilen ve uğruna toplu eylemlerin, protestoların, kavgaları, kurtuluş mücâdelelerinin verildiği vazgeçilmez, vazgeçilemez olan. Bir zamanlar “siyah adamlar” denilen ve karşılarında da kendilerine doğuştan verilen temel özgürlükleri haksız, hukuksuz ve son derece de barbarca, insanlık dışı muamelelerle onlarca yıl ellerinden alan “beyaz adamlar” ın kavgasının temelinde de bu adalet anlayışı vardır.
Kimi zaman kendilerini sözüm ona, soylarından geldiğine inandıkları ve aslında bunu diğer tebaaya gaddarca dayattıkları asılzadelerin baskılarına karşı onurlu bir duruş, bedeli ağır ödenmiş kazanımlar, türkülere ve destanlara konu olmuş folklorik örnek, hak ve adalet arayışının birer örnekleri değil midir? Acaba, adalet bize verilen veya takdir edilenle yetinerek yaşamayı mı, toplumsal mutakabat ile kabul gören ve kimseyi yek diğerinden üstün tutmayan bir anlayışla mı yaşanmalıdır? Bu ve benzeri sorular, ülke rejimine, sosyal ve kültürel gelişim seyrine, daha da öncelikle ise, demokratik bir toplum olup olmamaya göre de farklı bir seyir izler. Doğal olarak da yanıtlar ülke gerçeklerine göre farklılık arzdebilir de. Burada temel nokta, hayata dair kazanımların paylaşılmasında, kullanılmasında gibi görünüyor. Yaşanan çevrenin sunduğu potansiyel olanaklar ile ülkenin gelişim seviyesine göre zenginlikleri adilce dağıtılabiliyor mu? İnsanlar aidiyet duydukları vatanlarına karşı gerek sorumlulukları, gerekse de hakların kullanımı yönünden( ticaret,ulaşım,eğitim-sağlık vb) mutlular mı? … Görüldüğü üzere, bu ve benzeri onlarca soru bizi adalet kavramın pratikteki yerini sorgulamaya itiyor. Esasen bu konuyu gerek sosyal,siyasal, gerek ekonomik,askerî ve diğer çokça bakımdan tartışmayan bir medeniyet olmamış, olmayacaktır da. Yukarıda referans verdiğimiz örneklere de dayanarak, adaletin nihai olarak ulaşılmış bir son nokta değil, ulaşılmaya çalışılan bir idealdir olduğunu ve devinimin insanlık var oldukça da süreceğini söyleyebiliriz. Çünkü o, en ideali arama yarışı, mücâdelesidir.
Adaleti daha somut ve daha kapsamlı, daha insanî şekilde yaşama aksettirebilmiş toplumlarda doğal olarak kaos, anarşi ve terör yerine; barış, güvenlik, huzur gibi daha pozitif göstergeler ön plana çıkar. Bu tablonun istendik şekilde ortaya çıkabilmesi ise, öyle birkaç yılda veya ayda mümkün olmamıştır ne yazık. Neredeyse tüm kentlerimizde bu hususi ideal için verilen canların, ödenen bedellerin, tarifsiz çilelerin sembolü, mutlak bir anıtı, kitabesi veya elim bir öyküsü vardır ve üstelik destansı da.
Adaleti insan onuruna en yaraşır şekilde yine insanın yaşamının vazgeçilmez bir unsuru kılmak üzere, neredeyse her hükümet yüzlerce sayfalık bildiri, propaganda aracı, tasarı ve kararname ve veya yasa ile uygulama yapmamış mıdır? Adalet konusu, bu anlamda neredeyse her politik maceranın da en kolay kullanılabilir ve manipüle edilebilir bir enstürmanı da olmuştur. Hoş, bu durum toplumun kazanımları yönünde ve onu oluşturan gruplar arasındaki dayanışmayı, eşitliği ve motivasyonu bozmadıkça da kabul görmüştür. Bu durum, bir anlamda o ütopik ideallere ulaşabilme ülküsünde adaleti daima özne yapmış, anlaşılan o ki, yapmaya da devam edecektir. Meğer ki, ortaya konulan reformların bizatihi kendileri adaleti bozmasın, onun insanlar arasında kökleşip yerleşmesinde katkıda bulunsunlar.
Adaletin gerçekten de yaşamsal zeminde yer bulup bulmadığını göstermesi açısından o kadar çok kriter var ki. Bu durum, yaşanan kentin, ülkenin ideal şartlara ne denli yaklaşıp yaklaşmadığını tayin etmeye de yarıyor kanımca. Basit bir örnek verecek olursak, neredeyse her ay bir değerli bilim insanını suikastlere kurban veren bir ülkedeki adaletle, birkaç yılda bir aynı nitelikteki bir bilim insanını trafik kazasından yitiren ülkedeki adalet arasında nitelik ve nicelik yönünden oldukça bariz bir fark olmalıdır. Aynı durum, benzer nitelikli bir bilim insanının doğal yollardan ölümü gibi bir netice ortaya koyarsa,bu durum her iki yönden de daha da ideal seviyelerde bir adaletin yaşanmakta olduğu gerçeğine götürebilir bizi…
Buraya değin, adalet mevhumunun bir süreç, toplumsal ve tarihî bir gerçeklik; sabit değil, dinamik ve devinim içindeki bir hususiyet ve aynı zamanda değerler silsilesinde de baş rolde yer alan bir özne olduğundan söz ettik. Konuyu bir de anlamca oldukça çok yönlü, sonuçları itibariyle de her birimizi şu ya da bu şekilde etkileyen, icra edilmesi yönüyle ele alırsak, adalet zemininde çalışan fedakâr insanları ve onların adalet üzerindeki ;tartışmasız tesirlerini, bu zemin içinde yer alabilmelerini sağlayan eğitimlerini, içimizden birileri ve bir insan olarak mesleki icradaki zorluklarını ve dahasını ele almamız, tartışmamız da gerekir elbette.
“Adalet mülküm temelidir.-Hz. Ömer” Bu değerli söz, hem hukukun temel esaslarından biri, hem de devletin asli görevlerinden birinin adaleti sağlaması anlamında ne de değerlidir. Yine “Adalet olursa, yiğitliğe meydan kalmaz.-Anonim” sözü de toplumsal barışın, güvenin,esenliğin sağlanımında adaletin işlevini çok güzel dile getirir. Öyle ya, haksızlıkların yaşanması durumunda, mazlumun hakkını savunan ve herkese eşit mesafeden ve üstelik objektif yaklaşarak hakları sahiplerine teslim eden bir hukuk sisteminiz varsa; yiğitliğe, despotluğa,anarşiye, kaosa da gerek kalmayacaktır. Olanca gücü ile devlet, adaleti tecelli ettirecek, kendine ve dolayısıyla de adalete olan güveni pekiştirecektir. İşte tam da bu noktada şu soruları sormamız ve adalet gibi devasa içerikli bir konuyu icra edenler gözünden de irdelememiz gerekir. Şimdi soralım sorularımızı ve birlikte cevaplar arayalım. Adaletin sağlanmasını gerek kılacak kimi durumlarda, muhatabınız statüsünü kötüye kullanarak, adaletin doğru tecelli etmesini engelleyen ve veya bu durumu kendi lehlerine manipüle eden bir ticarî dev, politik bir şahsiyet, yüksek rütbeli bir asker, bir belediye başkanı ise, işiniz bu kadar kolay olabilecek mi? Bu şahsiyetlerin adalet karşısındaki tutumları ile onu uygulayacak hukuk çalışanlarına (savcı,yargıç,avukat,mübaşir, katip ,…) yaklaşımlarının bir önemi var mıdır? Öyle ya, köylü Hasan dayıyla onun oğlu Mehmet arasındaki ticari anlaşmazlık davası gibi değildir bu durum.Üzgünüm ama, bizde durum bu. Biraz empati kurmak gerekirse, hukuk önünde eşit olmaları beklenen davacı ve davalının teorideki bu eşitlik durumları, pratikte de gerçekten öyle hayat buluyor mu?
Yukarıdaki sorular çok sıkıcı olsa da bunlar de realite. Bu durum, adaleti uygulayanlara nasıl tesir eder? İşte asıl soru da bu olmalı sanırım. Şimdi hepimiz, muhatapları toplumsal güce sahip olan ve bir anlamda sıra dışı insanların davasına yani, çetrefilli bir davaya bakan hakim,yargıç veya avukat olalım. Üzerimize türlü yönlerden baskı kurulduğunu, bu baskılar neticesinde de adaletin gerçek tecellisi yerine, ısmarlama bir tecellinin dikte edilmeye çalışıldığını varsayalım. Hatta, bir adım da ileri giderek, hukukun kurallarının doğal ve olması gerektiği gibi yürütülmesi durumunda, şahsımızın, ailemizin,yakınlarımızın zorbaca yollarla baskı altına alınmaya çalışıldığını da kurgulayalım. Alın size adalet, alın size vicdan, alın size erdem,…. ve daha nicesi. Bu durum, hukuk çalışanı olmayı, onuruyla ve insanlara eşit muamele ederek, asla adil olmaktan taviz vermeden görevi icra etmeyi ne de zorlu hale getiriyor değil mi?
Tam da bu noktada, hukuku tecelli ettirmek, yasaların verdiği yetkileri olması gerektiği gibi hayata geçirmek isteyen minnetle anacağımız yargıç, savcı ve avukatlarımızın aslında ne denli büyük ve çetrefilli engellerle karşı karşıya oldukları sonucu ortaya çıkmaz mı? Başkalarının ve belki de günlük yaşamda hiç karşılaşmadıkları o diğerlerinin haklarını anayasal çerçevede korumak, gözetmek üzere nasıl da onurlu bir duruş göstermişlerdir bir düşünün. Denilebilir ki, yasalar çerçevesinde hukuk çalışanlarımızın asli görevli bu değil midir? Evet, öyledir ancak, bir şeylerin öyle olması demek, hukuki anlamdaki iş ve işlemlerin öylece kolaylıkla sürdürülebileceği, sonuçlandırılabileceği anlamına da gelir mi? İhtimal dahilinde bile olmayan illegal yollardan ve veya yasaların kendilerine sağlayabileceği hukuki bazı ayrıcalıklardan kötü niyetle istifade ederek, alınacak kararlara gölge düşürülebileceği gerçeği göz ardı edilebilir mi? Bizim adımıza bu onurlu görevi ifa edenlerin, bu tür durumlarda nasıl da insanüstü bi gayretle ve samimiyetle işlerinin gereğini yerine getirmeye çalıştıklarını şimdi bir düşünün. Tanınmayan veya adı, sanı garip grup ve güruhların hukuk çalışanlarımıza pervasızca saldırıları görülmemiş de değildir doğrusu. Bu durumların son ve acı örneğini merhum cumhuriyet başsavcımız “Mehmet Selim Kiraz’ın “ görevi başında haince öldürülmesiyle görmedik mi? Ona sıkılan kurşunlar; adalet sistemimize, devletin bekâsına, huzur ve güvenliğimize, dirlik ve düzenimize sıkılmış değil midir? Elbette öyledir ve daha fazlasıyla söylemek gerekirse, hukukta karar verebilecek ve veya ona giden yolda kilit noktalarda bulunan değerlerimize yönelik bu menfur girişimler, aydınlık yarınlarımıza konulmaya çalışılan ipotektirler de.
Hukuku layıkıyla tecelli ettirmek adına var güçleriyle çalışan bu yiğit insanların, bugünlerimiz, yarınlarımız ve ideallerimiz adına devlet dediğimiz ve her birimizi kucaklayan o büyük yapıda ne de önemli olduklarını sanırım anlamış olmalıyız. Bundan önce de benzer çirkin saldırılar, tutumlar, eylemler,girişimler olmuştu. Yine bazılarında da mesleğini onurlu ve samimi, son derece de taviz vermez şekilde ifa eden münevver insanlarımızı yitirmiştik. Yıkılmadık, yılmadık, durmadık, durmayacağız. Bu saldırıları, vücuda giren virüslere benzetmek gerekir sanırım. Gereken refleksi gösterecek de güvenlik güçleri ve akabinde de hukuk sistemidir. Hukuk sistemi, tüm dinamikleriyle sağlıklı çalışan devlet mekanizmalarının bu normali sürdürmesini, sisteme zarar verebilecek olan durumlarda da onları izole ederek, devletin devamlılığını sağlamıyor mu? Böylece, devlet dediğimizi bu yapının hücreleri, dokuları,organları, sistemleri velhasılı bütünü korunmuş, gözetilmiş oluyor. Bu durum, ona ve veya fertlerine, cemiyetlerine,meslek gruplarına,… karşı haksız fiiller meydana gelebilme olasılığında, resmi yollardan bir hak arayışını da başlatıyor. Bazen haklı,haksız, kiminde de uyuşma yolu ve benzerleriyle sorunlar aşılıyor, toplumsal düzen yürüyüp gidiyor. Sanırım yukarıdaki refleksleri destekleyen basının yani kamu vicdanının sesini de günümüzde kaale almak gerekir. Bazı hak ve adalet arayışlarında ve veya adaletsizliklerin giderilmesinde, kamu baskısının ne de işlevsel olduğunu çoğumuz inkar edemeyiz sanırım. Bu yönüyle, değerlerin yaşanması, adaletli bir yaşamın istenen kıvama gelebilmesinde kamu vicdanının reflekslerini de ayrıca düşünmek ve hesaba katmak gerekir.
Hangi ülkede yaşanırsa yaşansın, o ülkenin vatandaşlarına sağladığı hakların yanı sıra, yüklediği sorumlulukların olması da kaçınılmazdır. Çünkü, toplumsal yapı her bir ferdin duyarlılıkları ile yaşar, gelişir, korunur ve güçlenir. Yasalara karşı fertlerde duyarlılık yitirilirse, emniyet güçlerinin, hukuk çalışanlarının yükü artar,mazlumlar çoğalır, adalet aksar. Herbiri birbirinin nedeni ve sonucu gibi işleyen bu mekanizmayı güçlü, üstelik de kararlı kılan şey, başlı başına güvenlik çalışanları, hukuk çalışanları değildir. Sadece onlarla bu yasal düzen yürütülemez. Vatandaşlık bağıyla ülkede yaşayan her insanın, yasaların doğru şekilde yaşanması ve tecellisinde kısmi de olsa görevleri vardır. Her bir fertteki bu kısmı hassasiyet bir araya gelince, toplumsal bir duyarlılığa, kararlılığa ve güce de dönüşür mutlaka.
Adaleti sağlayan, yaşatan, onu hakça dağıtan, planlayan ve karara bağlayan hukuk çalışanlarımızın vicdanen özgür olabilmeleri, hiçbir kişi ve veya grubun tesiri altında kalmamaları hem bir arzu hem de idealdir elbette. Bunu maddi yönden pekiştirmek görevi devlete aittir. Hiçbir karar erki (hukuki) maddi yönden bir eksiklik hissetmemeli ve vicdanı, tecrübesi, resmi mevzuatın kurallarına göre en isabetli kararları alabilmeli; en can alıcı soruları yüreklice sorabilmeli, hukukun üstünlüğü prensibini en yüksek seviyede hayata geçirebilmelidir ki, toplum vicdanı müsterih olsun. Bu anlamda, hukuk çalışanlarımızın görevlerine motivasyonlarında maddi kazanımların bir katkısı olabileceğini düşünmek yanlış olmaz sanırım. Elbette bu durum, madden istenen düzeyde olunmadığı hallerde, bu meslek insanlarımızın görevlerini olması gerektiği gibi yapmadıkları anlamına da gelmez. Zira, aynı şeyi eğitim neferlerimiz için de düşündüğümüzde aynı cevabı veririz. Buradaki hususu, mesleğin kazanımlarından öte, taşıdığı onurlu duruşla ilgili olmalıdır. Öyle ya, elinde geleceğin bilim insanlarını şekillendiren, sanatkarlarını yetiştiren, mühendis ve tüccarlarını eğiten öğretmenler de çok mu iyi koşullarda görev icra ediyorlar? Bu soruya verilen cevap hayır bile olsa, öğretmenlerin her şeye karşın asıl davalarının devlete ;yetkin, onurlu ve doğru kararlar alabilen, kendini ve geçmişini tanıyan iyi vatandaşlar ve insanlar yetiştirme ülküsüne sahip oldukları çıkarımında gönül rahatlığıyla bulunuruz değil mi? Kısacası, başlı başına maddi kazanımlar değil, manevi doyumlar esastır burada. Bu değerli husus, hukuk çalışanlarımız için de benzer nedenlerden ötürü geçerlidir, üstelik kaçınılmaz da bir gerçek olarak. Büyük ideallare sahip olanların gelecek adına, onurlu bir duruş ve mesleki icra gayesiyle bu sahaya (hukuk) yöneldiklerini, mesleğin maddi kazanımlarını ise daima ikinci planda düşündükleri sonucuna doğal olarak ulaşabiliriz.
Bir mesleği toplum içinde itibarlı kılabilecek iki paha biçilmez unsuru az önce bir yönüyle ele aldık. Onlar ki bir mesleğin birey gözündeki toplumsal yerini ve manevi tesirlerini ortaya koyar. Maddi kazanımlar ve manevi kazanımlarve nihayetinde de mesleki doyum. Maddi kazanımları, o meslek insanının toplumsal hiyerarşi içindeki yerini, tüketim alışkanlıklarını, tercihlerini etkilediği gibi, diğer bireylerin de bu meslek insanlarına karşı duruşları hakkında da şu ya da bu şekilde bir tesir oluşturur muhakkak. Ne var ki, hukuk gibi hassas bir çalışma sahasında, meseleye maddi bakımdan bakarak bir değerlendirmede bulunmak, bu mesleğin daha da önemli ve bir o kadar da vazgeçilmez yönü olan maneviyat yönünün gözden kaçmasına neden olabilir. Oysa, bu mesleğin asıl ağırlığı ve kudreti de manevi doyum dediğimiz yönünden gelmektedir. Tıpkı öğretmenlik mesleğindeki gibi. Düşünsenize, türlü yoksunluklar içinden emek ile çıkarak, sadece nitelikli eğitim-öğretim donanımlarıyla şekil verdiğiniz bir insan, ne de çok nitelik kazanabilir. Onun bu kazanımları karşısındaki öğretmenin mutluluğunun bir tarifi, maddi bir ölçüsü olabilir mi? Peki, yıllardır şu veya bu sebeple bir türlü aydınlığa kavuşamamış bir hukuk sorununu çözerek, yerinde bir,belki de binlerce kişinin haklarının kazanılmasına ve mevcut haksızlığın ortadan kalkmasına aracı olan bir savcının, avukatın, hakimin manevi doyumu sizce nasıl ölçülebilir? Örnekleri çoğaltmak mümkün ve fakat, buradan varılacak sonuç, mesleki doyum dediğimiz şeyin, gerek mesleğin seçimi ve gerekse ondan elde edilebilecek mutlulukla doğrudan ilgili olmasıdır şüphesiz. Bu anlamda da adalet sistemi içinde o kendine has cübbeleri giyenlerin ve veya bu onurlu mesleğin sahibi olma yolunda gayret edenlerin seçimlerinin takdir ile karşılanması gerekir sanırım.
Büyük, küçük demen meseleleri tüm şeffaflığıyla irdeleyen ve kendilerine verilen yetkileri de toplum vicdanı ile ötüşecek, yasalara da uygun şekilde çözümleyecek, karara bağlayabilecek olan hukuk çalışanlarımızın, toplumu bir arada tutan yegâne dayanak olan adaleti tecelli ettirdikleri bilincinin asla unutulmaması gerekir. Tıpkı nefes almak gibi, adalet kavramı da doğal süreci içinde toplumsal işlevlerini yerine getirmek durumundadır. Öyle ki, adaletin sarsılması veya sekteye uğraması, toplumun bütününde ve kısa süre içinde olumsuz binlerce tepkiyi de tetikler. Bir toplumun ulaşım, iletişim, turizm, sanat, spor,politika,eğitim,sağlık,güvenlik, … kısacası her bir fonsiyonunun nabzıdır adalet. Tüm mekanizmaların sağlıklı biçimde işlemeye devam edebilmesinde anahtar kavramdır adalet. Sağlık çalışanlarının sorunlarının çözülmediği bir sistemde, onlardan nasıl verim alınabilir? Peki, güvenlikle ilgili çalışanlarımızın mutsuzluğu nelere yol açabilir? Her ne sahada çalışırlarsa çalışsınlar veya hangi toplumsal katmanda yer alırlarsa alsınlar, insanların birer yurttaş olarak devletten ilk ve öncelikli beklentileri “adalet” değil midir?
İnsanların ortak ideallerini sıralamış olsaydık, büyük bir ihtimalle ortaya koyacakları ve beklentileri olan hayat şöyle özetlenebilirdi: İnsanların birbirine saygı duydukları, herkesin biribirini hakkını gözettiği, kimsenin yoksulluk yaşamadığı, hastalıkların neredeyse hiç görülmediği, tertemiz ve çevre, zalimliğin sadece masallarda okunan bir ritüelden ibaret olduğu, herkesin dilediği sahada ve masrafsız eğitim görebileceği, savaşların,kavgaların sadece filmlerde görüldüğü,… bir dünya. Kim istemez ki bütün bunları. Hangi milletten olursa olsun, beklentileri aynı değil midir insanların. Daha adil, daha eşit, daha hakkaniyetli; güven ve barış içinde bir dünyada yaşamak. Bu ideallere erişebilmede, fert fert her birimiz sorumluluk üstlenmeliyiz ki, idealler zamanla daha bir somut gerçeklere dönüşsünler. Yukarıda kısa da olsa değindiğimiz kamu vicdanının oluşmasında herbirimizin sorumluluğu yok mu? İdeal adalet arayışında toplumsal mutakabatın oranı ne denli yüksek ise, o toplumda o oranda adalet sahaya yansıyordur denebilir.
Toplumsal duyarlılıkların, hukukun yerleşip kökleşmesinde ne denli önemli olduğunu görmezden gelebilir miyiz? Daha medeni dediğimiz toplumların, bizim için henüz ideal gibi görülen noktalara veya seviyelere erişebilmelerinde bu hassasiyetin rolü yok mudur? Benzer şekilde, daha ağır insan hakları gasplarının yaşandığı bir topluma göre de bizler, daha ideal bir toplum olabiliriz bu durumda. Bu göreceli durum, toplumsal gelişmişlik seviyesinin, topluma mal olan yasal düzenin daha da benimsenip benimsenmemesini doğru orantılı biçimde etkilediği sonucuna götürüyor bizleri. Duyarlılıkların artması, hukuka olan saygı ve kuralların günlük yaşamın doğal bir ritüeli haline gelmesi, daha adil bir yaşam zeminin de kendiliğinden ortaya koyuyor olmalı. Öyle ya, kuralları ihlal edenlerin cezalandırıldığı, ödev ve sorumluluklarını yerine layıkıyla getirenlerin de ödüllendirildiği bir sistem, pek tabi hukuka olan güveni ve saygıyı da beraberinde pekiştirecektir.
Buraya kadar farklı yönleriyle ele alınan adaleti kavramını, onun aksamasına yol açılması durumunda ne tür yaptırımlar uygulaması gerektiğine de ayrıca ve ağırlıklı olarak değinmek, onun yaşamsal işlevleri bakımından son derece önemlidir kanaatindeyim. Konuyu örnklerle anlatalım. Kırmızı ışık ihlâli yapan bir sürücüye takdir edilen ceza yeterince güçlü değilse, muhtemelen bu suçu yineleyecek ve bu yüzden belki de birilerinin ölümüne ve veya büyük maddi yıkımlara sebebiyet verebilecektir. En kötüsü de, bu kurala uyma davranışının pekişmeyecek olmasıdır.
Adaletin kökleşip yerleşebilmesinde her birimizin sorumluluğu olduğu yadsınamaz bir gerçek. Yol üzerindeki rutin trafik kontrolleri, işaret levha ve cihazları ya da başka zeminlerde rutin yinelenen işlemler, bizlerin problemlerle karşılaşmaması ve olası tehditlerin bertaraf edilmesi adına kuşkusuz. AVM`lerde de sıklıkla gördüğümüz ve yine hava limanı gibi daha yüksek hassasiyet gerektiren sahalarda güvenliğe dair iş ve işlemlerin neden gerekli olduğunu anlatmamıza da gerek yok kanaatindeyim. Özetle, bizlerin toplumsal yaşamımız içerisinde daha insanî, güvenli ve sağlıklı yollardan idame ettirmeye çalıştığımız hayat içinde, bizlerin bu zeminleri bulabilmesini temin eden ne de önemli bir uğraş var arka planda. Hayata dair temas ettiğimiz kişi ve gruplarla, kurumlarla ve yapılarla iletişimimizi en adil şekilde kurallara bağlayan yasalar, yönetmelikler, tüzükler,… bizatihi yine bizlerin gelecek menfaatleri içindir. Yüksek bir adalet duygusuyla yetişmiş nesillerden tertip olunan bir toplumda, büyük olasılıkla işler de daha bir güzel yürüyecek, insanlar kendilerini daha özgür ve güvende hissedecekler. İnsanlara en ideal yaşama koşullarını sağlayabilecek yegâne unsurun adalet üzerine kurulu olduğunu tartışmasız kabul etmek gerekir.
Mesleki anlamda, insanların gerek birbirleriyle, gruplarla, kurumlarla olan durumlarını karşılıklı hak ve menfaatleri de gözeterek koruyan, sürdüren adalet sistemi, yaşamımızın kalitesini doğrudan ilgilendiriyor. Bu anlamda, adalet gibi pahasız bir değere hayat vermeye çalışan bu sahanın değerli çalışanlarının çabalarını takdir etmek az bile. Yoğun ve bir o kadar da çetrefilli durumların çözüm yeri olan adalet mekanizması, geleceğimize de güven veren bir yaklaşımla ve çoğunda da insanüstü gayretlerle kişi ve kurumların birbirleriyle münasebetleri çerçevesinde ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmeye çalışıyor. Hakkı üstün kılmak adına bu sahada çalışan her bir meslek insanı çok önemli ve bir o kadar da gereklidir. Kendisine bu zeminde yer edinmeye çalışan gençlerimizi, içeriği onca incelik ve ulvi değerleri barındıran seçimlerinden ötürü saygıyla da karşılamak gerekir. Nitekim, adaletin hayat bulmasını beklemek başka, onu tecellisini sağlamak bambaşka bir şeydir. Bu vesileyle, adalet yolunda emeği geçen değerli büyüklerimizi, üstün gayretleri ve duruşlarıyla adeta idol olmuş ve adlarını tarihe yazdırmış şehitlerimizi saygı ve minnetle anmamız gerekir. Ruhları şâd olsun. Bedeli ödenemeyecek büyük fedakârlıkların, kuşaktan kuşağa dimağlarda derin izler bıraktığı şüphesiz.
Daha saygın, daha anlamlı, özgür kılan, hakkaniyetli ve daha bir insanî yaşam dileği, şüphesiz hep olacak. Adaletin tüm yaşamı kucakladığı ve her yerde yeşerdiği bir dünyaya kim itiraz edebilir? Bu manada, geleceğin daha bir güzel olması ideal adaletle mümkün ve onun saygı değer çalışanlarıyla. Başkalarının da hak ve özgürlükleri ile kendimize yönelik özeleştirilerimizi sağduyu ile hayata geçirebildiğimizde, umarım daha yaşanılabilir bir dünyamız olacak.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.