- 468 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
OLABİLİRLİK VE EYLEMİN FELSEFİ ANALİZİ
Bu yazıya önce, “Olabilirlik Ve Eylemin Etimolojik Derinliği” şeklinde bir başlık koymuştum. Ancak içerisinde “derinlik” ifadesi geçince, biraz iddialı olur çekincesiyle değiştirdim. Yine de beni bu yazıyı kaleme almaya sevk eden ilk esin fısıltılarım etimolojik olduğundan bu kelimeye temas etmeden geçemedim.
Etimoloji, bir dili oluşturan kelimelerin ‘kökenbilim’ini tanımlayan bir kavram. Her dilin birbirinden farklı özellik ve zenginliği, hatta etimolojik bir derinliği var. Fakat çekimli bir dil olmasından mıdır bilmem, Arapçadaki bazı fiillerin türdeş anlamları, o anlamların oluşturduğu felsefi bir derinliğin girift ipuçlarını veriyor sanki. Böylesi bir gerçekliğin gizlerini ilk defa bana h-d-s ünsüzlerinden meydana gelen Arapça “hadese” fiili fısıldamıştı. Şöyle ki: “Hadese” fiili, geçmiş zaman (mazi) kipiyle yazıldığında; farklı birkaç anlam türevinin yanında “olay oldu”, “hadise meydana geldi” şeklinde iki temel anlamı içerisinde taşıyor. Aynı fiil kökü, iki harf artırımlı beşli fiile dönüştürüldüğünde ise, t-h-d-d-s yani “tehaddese” şeklinde bir fiille karşılaşıyoruz. Bu beşli fiil de “dile getirdi” ve “konuştu” şeklinde iki yakın anlama geliyor.
Bu üçlü ve beşli iki fiilin anlamları üzerinde bir cümle oluşturduğumuzda ise ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Yani bu iki fiile ait anlamları bir araya getirdiğimizde “olay oldu + konuştu” şeklinde bir sentez meydana gelmiş oluyor. Başka bir deyişle, aynı kelime kökenine mensup iki sözcüğün birlikteliği, bizi aslında yepyeni bir anlam bağıntısı ile tanıştırıyor. Bu bağıntıyı felsefi bir jargona dönüştürdüğümüzde ise, karşımıza şöyle bir önerme çıkıyor: “Olan, konuşulandır” veya “Konuşulan olandır”. Sonuç itibariyle bunu bir tez olarak kuramsal lügat teoremi şeklinde kozmik bir yazıya döktüğümüzde: “İfade edilen her şey, olabilirliğin sınırları içerisindedir” tarzında bir motto ile karşılaşıyoruz. Tabii bu motto “Olabilirliğin sınırları içerisindeki her şey, ifade edilebilendir” şeklinde tam tersi bir önermeye de dönüştürülebilir. Ancak öyle de böyle de anlam pek değişmiyor. Sonuç itibariyle bu iki mottodan; ifade edebildiğimiz her şeyin, aynı zamanda varoluşsal (kevnî) bir gerçekliğinin olduğu sonucuna varıyoruz. Mesela, “Konuşan herkesin bir dili vardır., Her insan bir anneden doğar., Yağmur yağdı ise yerler ıslaktır., Her çocuk, babasından yaşça küçüktür.” örneklerinde olduğu gibi.
Tabii, görüldüğü üzere buradaki varoluşsal örneklerin tümü tutarlı ve çelişkisizdir. Pekâlâ, bu örneklerin tutarsız, mantık açısından izahının anlamsız olduğu durumlarda ne yapacağız? Yani ifade ettiklerimiz saçma (absürt) bir anlam içerdiğinde ne olacak? Mesela yukarıda geçen “Her çocuk, babasından yaşça küçüktür” önermesi “Her çocuk, babasından yaşça büyüktür” şeklinde absürt bir iddiaya dönüştürüldüğünde veya birisi kalkıp “Ben tanrıyı güreşte yendim” şeklinde saçma bir paradoksla karşımıza dikildiğinde işin içinden nasıl çıkacağız? O zaman “İfade edilen her şey olabilirliğin sınırları içerisindedir” şeklindeki tezimiz çökmüş mü olacak? Hayır, elbette çökmüş olmayacak; sadece “sanat; tezat, kinaye, mecaz” ve “izafiyet” devreye girecek. Özellikle kinaye ve mecazın; tüm çelişkileri, bütün absürt önermeleri ve iddiaları tersine çevirmek gibi bir kudreti vardır. Dolayısıyla “Ben tanrıyı güreşte yendim” diyen bir kişi, “Ben burada, geçen akşam arkadaşlar arasında senarize ettiğimiz bir mizansenden söz etmek istemiştim. Yani karşımda, bana rakip olan Tanrı Zeus lakaplı bir güreşçi vardı, onu yendiğimi söylemiştim” şeklinde bir izah getirebilir, böylece iddiasını mecazla doğrulamış olur. Hülasa buradaki “tanrı” bizatihi Tanrı değil mecazi tanrıdır. Başka bir deyişle “Zeus” isminin ifade edilirken düşürülmüş (mahzuf) olması, tanrının mecazi oluşunu gizlemekte, dolayısıyla tanrıdan kastın gerçek Tanrı imiş gibi anlaşılmasına sebep olmaktadır.
Buradan hareketle, insanoğlunun yaşamında, dört önemli varoluşsal eylem öbeğinin var olduğu söylenebilir. Bunlara; söylem ile eylem veya deyiş ile oluş arasındaki dört temel hâl evresi de denilebilir. Bunlar: Konuşmak, yazmak, yaşamak ve olmaktır. Konuşmak; insanın en nazari ve en soyut eylemidir. Bu nedenle “söz uçar, yazı kalır” söylemi, ifadenin kitabete oranla kalıcılıktan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. İnsanın ikinci eylemi ise yazmaktır. Yazmak; insanın hem yarı soyut hem yarı reel eylemidir. Çünkü yazılan bir yazıyı görür, okur, anlarsınız; ancak tutup dokunamaz, avucunuzun içerisine alamazsınız. Sadece yazının yazıldığı kâğıdı veya flaş belleği elinize alır veya elektronik bir yazı dosyasını bir yerden bir yere nakledersiniz. Üçüncü eylem ise yaşamaktır. Yaşamayı da ya kendiniz “yaşar” hissedersiniz veya başkası yaşar ve o yaşayanı siz izlersiniz. Diğer bir deyişle, yaşanılanı kendiniz yaşarsanız fiilî veya hâlî, başkası yaşarsa nazari veya tali bir konumda olursunuz. Dördüncü eylem ise olmaktır. Olmak ise bütün oluşların, durumların, meydana gelişlerin, dönüşümlerin, olay veya olguların eylem ile bütünleşme hâlidir.
Buna karşın bu dört hâlin, kolaylık ve etki bağlamında birbirinden farklı boyutları vardır. İlk hâl olan “konuşma”, genel çerçeve itibariyle konuşan kişi açısından kolaydır; ancak ikinci ve üçüncü şahıslar açısından oldukça etkili bir olabilirliğe sahiptir. Zira yeri geldiğinde söz kolaydır, ama aynı zamanda çok hızlı ve çok etkili bir güçtür. Birey ya da kitleleri, etki derecesine göre, olumlu veya olumsuz yönde çok seri bir biçimde harekete geçirebilir. Bu nedenle Yunus bir şiirinde “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı” dizelerini kaleme almış; sözün ağızdan kolay ve bir kez çıktığını ancak etkisinin çok güçlü ve uzun sürdüğünü vurgulamıştır. Bunu bir örnekle çok daha somut ve anlaşılır bir hâle getirebiliriz. Mesela “Bir kişi ‘ateşte yürüyorum’ demekle ateşte yürümüş olmaz. Ve ateşte yürümenin acısını ve yakıcılığını hissetmez. Ancak bir Budist rahip, kendi dinine mensup bir topluluğa “ateşte yürüme” hakkında öyle bir konuşma yapar ki, o topluluk o konuşmanın etkisiyle o anda kıpkırmızı közlerle dolu bir geçitten onca ıstırap ve acıya karşın gayet rahat bir yüz ifadesiyle yürümeye başlar.
“Yazma” ise, yukarıda da kısmen temas ettiğimiz şekliyle; insanın çok sayıda zihnî, ilmî ve fikrî eyleminin kâğıt veya ekran üzerindeki harfî veya kitabi oluşumudur. Bundan böyle yazmanın, konuşmaya göre biraz daha zor olduğu söylenebilir. Ancak yazma, kaydedildiği için konuşmaya göre çok daha kalıcı ve korunaklıdır. Dahası, etkisi konuşmaya göre daha yavaş ve bireysel olmasına karşın daimi bir potansiyele sahiptir. Daha çok, okuyan kişi veya kişileri etkisi altına alan ve sürekliliği olan bir fenomendir. Öte yandan yazma, yaşama olmadığı hâlde bazen yaşama olgusuna yakın etkiler uyandıran bir güce sahiptir. Yazıdaki bu gücü, yine o “ateşte yürüyenler” örneğinden sürdürebiliriz; mesela çok usta bir yazar, ateşte yürüyenlerin hâlini veya böylesi bir yürüyüşün insanda meydana getirdiği hissi o kadar güçlü bir ifade ile anlatır ki, sizde, bizatihi yürüme eylemini yapan sizmişsiniz gibi bir duygu veya ıstırap yoğunluğu meydana gelebilir.
Yaşama ise konuşma ve yazma’dan daha ileri bir olgudur. Erişilme açısından da, bu ikisinden daha zordur. Bilfiil acı veya tatlı, olumlu veya olumsuz, artı veya eksi bir eylemin içinde olmaktır. Şayet bu yaşama; tatlı, olumlu ve artı ise bir baht, bir İlahi ödül veya imrenilesi bir şans olarak görülebilir. Zengin olmak, genç olmak, özgürlükler içinde yüzüyor olmak gibi. Tabii burada zengin veya genç oldum demekle zengin veya genç olunmayacağını hatırlamamız gerekiyor. Veya olumsuz örnek vermek gerekirse yine o “ateşte yürüyor olmak” ile “ateşte yürüdüm” demenin veya “ateşte yürümeyi yazma”nın aynı şeyler olmadığını göz önünde bulundurmamız lazım geliyor.
Gelelim en son ve en önemli eylem öbeğimiz olan ‘olma’ya. "Olmak" fiili ise, eylem içre bir olgudur ve varlığın en “kendilikli” hâlidir. Dahası olmak, bir eylemin en zâti ve en zor reelliğini ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkar. Olmak; hem en külli yaşamsal hâli, hem yukarıda verdiğimiz “zengin olmak” ve “ateşte yürüyor olmak” örneklerinde olduğu gibi bir yardımcı fiili ve bir süreci ifade eder. Bundan böyle yukarıda da kısmen vurguladığımız şekliyle, “olmak” fiilinin veya hâlinin içeriğinde “bir yardım” veya “zaman gereksinimi” söz konusu olduğundan bizatihi Tanrı için kullanılması absürttür. Mesela “Tanrı Tanrı oldu” veya “Tanrı zengin oldu” şeklindeki bir ifade veya olgu aklen ve dinen anlamsızdır. Çünkü Tanrı, bir yardımcı fiile veya zamansal bir sürece gereksinim duymayandır. Bu nedenle olmak, biz sonradan var olanlara (hâdislere) özgü bir fiil veya oluştur.
Mesut ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.