- 905 Okunma
- 3 Yorum
- 3 Beğeni
683 - NERGİS
Onur BİLGE
“Nergis
Taç yaprakları beyaz ve sarının tonlarında olan, Farsçada adı güzelin gözü anlamına gelen, çok güzel kokan soğanlı bir bitki vardır. Adı halk arasında aşk çiçeğidir. Aşkın ve güzelliğin simgesidir. Yunan mitolojisinde kendini beğenmişliği, imkânsız aşkı, sevip kavuşamamayı da sembolize eder.
Kış aylarında sevgililer birbirlerine birer demet nergisi aşk, güzellik, saflık ve yakınlık gösterisi olarak armağan ederler. İki üç tanesi bile odanın havasını değiştirmeye yeter. Birkaç gün o güzel kokuyu yaymaya devam ederler. Ne yazık ki onlar da bütün ölümlüler gibi hayatlarının en güzel çağlarına ulaştıktan sonra geri dönerler. O dönemlerinde vazodaki görünümleri de kokuları da tahammül edilecek gibi değildir.
Kaptan o hususta şöyle söylüyor: “Tek solmayan güzel vardır. O da Allah’tır! Allah, yaratılan her güzel canlıdan “Ben varım! Çok güzelim! Hayatı verenim. Güzelliğimi sergiliyorum. Bakın, görün! Fakat aynı zamanda solduran ve öldürenim! Sonunuzun ne olacağını seyredin. Anlayın ki dönüş banadır! Hesaba çekileceksiniz! Kalıcı olan yalnız ve ancak benim!” demektedir.”
Güz yağmurları başladığında, evimin bahçesine gömülü taşların arasında yavaş yavaş yeşermeye başlayan, giderek çoğalan ve sıklaşan o acı yeşil gümrah yaprakların içinden tomurcuklu başlar, ardından da katlı beyazlı sarılı yapraklarıyla övgüye değer çiçekler birer birer arzı endam etti. Koparmaya kıyılacak gibi değildi! Ancak dalında da kalsa, nasıl olsa solacaklardı. Onun için bugün onları köklerine yakın yerlerinden keskin bir bıçakla verevlemesine keserek topladım. Sak uçlarını bir hizaya getirdikten sonra demetin etrafına yeşil yapraklarından birkaç tane yerleştirip iple bağladım. Güzel bir buket oldu. Sevgilim yok ki ona vereyim! Tabii ki Kaptan’a götürdüm.
Havayı güneşli bulan gelini bahçenin bir köşesine koymuş sacayağını, onun üstüne de sacı, oturmuş senidin başına, elinde oklava gözleme açıyordu. Kaptan da yanında, küçük bir tahtadan çakma oturağa oturmuş, elinde döndürgeç, bir yandan onları çeviriyor, bir yandan da tereyağıyla yağladığı gözlemeleri çayla beraber mideye indiriyordu. Etraf mis gibi kızarmış ekmek kokuyordu. Duman gözlerini yakmış. İkisi de kaşlarını çatmış, gözlerini kısıyor, kırpıştırıyorlardı.
Beni görünce gülümsediler. Sevinçle karşıladılar. Nergisleri Kaptan’a uzattım. “Ağabey, bunlar gönül bahçemden güzel gönüne…” dedim. Teşekkür ederek aldı. Şöyle bir kokladı. “Oh!.. Mis gibi!.. Allah’ın işine bak! Pis gübre kokusunu nergis kokusuna çeviriyor! Ey Yüce Rabbim!.. Bu nasıl bir sanat!.. Bu ne güzellik!.. Bu ne güzel bir koku!.. Yarattıkların bu kadar güzel! Acaba sen ne kadar güzelsin? Dünyan ve içindekiler bu kadar güzel! Acaba cennetlerin ne kadar güzel?” diye bir başladı… Hiç susmayacak sandım! Gözlemeler yanacak!..
Neyse ki hem konuştu hem işine baktı. Sonra kalktı, içeriye girdi, iki iskemle alıp geldi. Betonun üstüne koydu. Birini işaret ederek: “Buyur İstanbullu! Buraya otur!” dedi. Diğerini de önüme çekti. Sonra gidip bir çay tepsisi getirdi mutfaktan. Tepside temiz birkaç bardak, çay tabağı, çay kaşığı, şekerlik ve geniş bir tabak vardı. Onu da o boş sandalyenin üstüne koydu.
Oturduğu yerin sağ tarafındaki maltızın üstünden çaydanlıkla demliği aldı. Benim için bir çay doldurdu. Kendi çayını da tazeledi. O gelinceye kadar vaziyeti gelini idare etmiş, sacın üstüne attığı gözlemeleri çevirmiş, pişenlerden bir tanesini döndürgecin ucuyla alıp, Kaptan’ın önündeki büyük tepsinin içine atmıştı. O da hemen, soğumadan yağlayıp tabağıma koydu. Yerine oturup döndürgeci gelininin elinden alarak tekrar işe koyuldu.
“Aman Allah’ım!.. Böyle bir nefaset yok!.. Ellerinize sağlık! Aslında karnım toktu ama bu dayanılacak gibi değil! Bayıldım! Bayıldım!..” dedim. Analığım aklıma geldi. Sağ olsaydı yine çocukluğumda dediği gibi: “Ağzı dolu konuşulmaz! Çok ayıp! Boğulacaksın! Yavaş ol! Arkandan atlı kovalamıyor!” derdi.
Kaç bardak çay içtiğimi ve kaç gözleme yediğimi hatırlamıyorum! Çok fazla yemiş olduğumu, üstüne bir bardak su içtikten ve ayağa kalktıktan sonra anladım. Karnım davul gibi şişmişti. Sığınamıyordum. Analığım derdi ki: “Oğlum, o kadar yenir mi! Ekmek elinse mide senin!..” Bunları onlara da söyledim.
Hamur topakları bittiği zaman tepsinin içinde yağlanmış ve birbirinin üstüne konarak üzerleri bezle örtülmüş gözlemeler yığılmış haldeydi. Gelin hanım kalkınca üstünü başını silkeledi. İçeriden getirdiği orta boy bir tepsiye onların yarısını koydu ve yakın komşulara üçer beşer dağıtmak üzere sokağa çıktı. Kaptan çaydanlığı, ben de büyük tepsiyle bana gelen çay tepsisini aldım. İçeriye girdik.
Ne ara yapıverdiyse, Kaptan nergisleri bir vazoya ıslatmış, onu da oturma odasındaki beyaz üstüne çok renkli çiçeklerle kanaviçe işli etaminle örtülü küçük yemek masasının üstüne koymuş. Nergis kokusu odanın içini sarmış.
Bu defa Kaptan vaaz yerine Yunan Mitolojisine giren, Ovidipus tarafından aktarılan, nergisle ilgili, dilden dile söylenegelen bir efsaneyi nakletmeyi tercih etti. Aklımda kaldığı kadarıyla ben de sana aktarayım. Çünkü bugün senin adın Nergis olacak.
Vakti zamanında, senin gibi çok güzel bir peri kızı varmış. Adı Ekho’ymuş. Dağ perisiymiş. Dağlarda yaşarmış. O kadar mağrurmuş ki kendisine âşık olan delikanlıların yüzlerine bile bakmazmış! Güzelliğini gören onu aklından çıkaramaz olurmuş ama o bunlara hiç aldırmazmış. Burnu havalarda dolanır durur, çok canlar yakarmış.
Ekho, bir gün yine bahçelerde bağlarda, kırlarda dağlarda dolaşırken çok ama çok yakışıklı bir avcıya rastlamış. O delikanlının adı Narkissos’muş. O kadar yakışıklı ve sağlıklıymış ki Ekho bu hayat dolu gence bir görüşte âşık olmuş! Fakat Narkissos da yakışıklığıyla gururluymuş ve onun gibi o da kimseye aldırmıyor, kendisine âşık olan kızlara yüz vermiyormuş. Doğal olarak, Ekho’nun da aşkına karşılık vermemiş. Onu umursamadan uzaklaşmış gitmiş.
Ekho, Narkissos’un aşkından sararıp solmaya başlamış. Başkalarına yaptıklarının acısını çıkarmak istercesine başına adeta ceza olarak gelen bu kara sevda sonunda ölümüne sebep olmuş. O güzelim yüzü tanınmaz hale gelmiş. O muhteşem vücudu erimiş akmış. Geriye iskeleti kalmış. Kemikleri kayalara dönüşmüş. Sesi de kayalardan yankı halinden gelen eko olmuş. Ekho, o zamandan beri kayalar olarak karşımıza çıkar, sesi de sesimize yankı olarak gelirmiş.
Olimpos dağını mesken tutan uyduruk tanrılar bu olaya çok kızmışlar. Narkissos’u cezalandırmaya karar vermişler.
Günlerden bir gün, Narkissos yine avlanmaya çıkmış. Hava cehennem sıcağı gibiymiş. O kadar susamış ki bitkin düşmüş. O haliyle bir su kaynağı aramaya başlamış. Nihayet bir nehre rastlamış. Hemen su içmek için kenarına yaklaşmış. Baktığı suda kendi yüzünün aksini, vücudunun güzelliğini görmüş. Yüzüne yakından bakmak ve su içmek gayesiyle nehrin kıyısına avuçlarını dayayıp yere yatmış. O zamana kadar hiç fark etmediği güzelliğini suda görünce kendisine hayran kalmış. Su içmeyi falan unutup, hayranlıkla yüzünü seyre dalmış. O kadar ki oradan kalkamaz hale gelmiş.
Gözleri kendi güzelliğiyle kamaşmış. Büyülenmiş vaziyette orada öylece kalakalmış. O zamana kadar kimseyi beğenmeyen Narkissos, kendisine âşık olmuş. Yemeden içmeden yüzünü seyrederken günler haftalar geçmiş. O da tıpkı Ekho gibi günden güne erimiş akmış. O güzel yüzü ve vücudu nergis çiçeklerine dönüşmüş.
Yunan mitolojindeki efsaneler arasında o güzel kokulu çiçeğimiz hakkında bir rivayet daha varmış. Narcissus göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip bir genç… Annesi ona demiş ki: “Sakın güzelliğini seyretmeye kalkma! Bunu hayatınla ödersin! Şayet aksine bakmazsan uzun süre sağlıklı ve mutlu bir şekilde yaşarsın.”Hangi genç anne sözü dinliyor ki! Narcissus da merakına yenik düşmüş ve nehre yansıyan aksine bakmış. O anda kendisine âşık olmuş. Aksini yakalamak için eğildiğinde nehre düşmüş, boğulmuş. Hayatını kaybettiği yerde boynu bükük bir çiçek bitmiş. Ona, boynu bükük, yere bakan nergis adını koymuşlar.
Ben Narkissos olamam! Asla! Yaratılışımın uzaktan yakından onunla alakası yok. Bence Ekho da sensin Narkissos da… Çünkü sen peri kızı kadar güzelsin öncelikle ve Narkissos gibi de narsissin! Kendini beğenmişliğin olmasaydı, öyle çekip gitmezdin. Her ikazıma ters bir cevap ekoladın.
Kaya gibi sert oluşun doğrudur. Önüme kayalar gibi dikildiğin de gerçek… Ancak sana seslenmediğim için böyle sessiz kalıyorsun. Ne bir ses çıkıyor benden ne de yankılanıyor senden… Böylesi daha iyi diye düşünüyorum.
Orada öyle Toroslar gibi kal! En küçük bir ses duyma benden. En küçük bir karşılık verme! Her seslenene ses vermeye devam et! Kendini de kahret beni de kahret!..
Güzelliğini ben görüyor, kalemimle resmediyorum. Ben yazıyor, ben yayıyorum dünyaya… O zaman ben nehir oluyorum. Güzelliğinle sarhoş olmuş bir halde, bana değil kendi aksine bakan, bende kendini seyreden Narkissos’sun sen. Ben, seni sana gösteren nehir… Kendine âşık olma sebebin…
Gösterdiğim güzelliğin sebebiyle kendine duyduğun aşkla büyülenerek kendinden geçip, ne kadar susadığını bile unutan, sunduğum hayat suyundan bir yudum dahi içmeyen narsis kız! Bu adressiz, pulsuz, asla okuyamayacağın mektuplardan güzelliğin aksetmeye devam edecek cümle âleme…
Sen benim yansıtmamla gördün kendini ilk kez. Henüz öğrenciydin… Önlüğünü çıkarır çıkarmaz gelinlik giydiğinde de benim yüzümden, gönlümün aynasından seyrettin muhteşem güzelliğini… Ancak ne yazık ki o gözlerinin önünü bile göremeyecek kadar kör ve gafil avanakların eline düştün. Onun için sararıp solmaya, eriyip akmaya mahkûm o güzelliğin.
Ekho da olsan, Narkissos da olsan sonun belli, güzeller güzeli peri! O kendini beğenmişlik varken sende, daha çok seslenir durursun sana seslenenlere! Bir bana duyurmazsın sesini.
Ben de sessiz sessiz akarım…
Nehir”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖTKÜLERİ - 683