- 583 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kör Baykuş
“Kör Baykuş” kitabı ile tanışmam doğum günüme rastlar. Öncelikle, değerli Matematik Öğretmeni Sibel AYDIN’a bu güzel eseri kitaplığıma ve ruhuma kattığı için teşekkürlerimi sunuyorum. Böylesi kült bir romanla geç tanıştığım için kendime kızdığımı da itiraf etmeliyim. Öykü kitabı yazarı olarak kendime katkısı olacağını düşündüğüm bu sayfaca kısa ama anlamca derin romanı bir çırpıda okudum dersem yalan olur. Satırlar arası çokça molalar vermem gerekti. Daha önce okuyanlar ne demek istediğimi kolayca anlayacaklardır. Açıkçası geri dönüşler yapmadan yazarın ruh alemine girmek benim adıma zordu. Kitabın yazarı Sadık Hidayet gibi ben de gölgelerle az savaşmadım.
Nasıl ki basılan toprağı iyice tanımadan öylesine dolaşmak ne geriye ne de ileriye dönük bir şey kazandırmazsa insana; Kör Baykuş’un yazarını da tanımadan, eser tam anlamıyla kavranamayacak, özüne ulaşılamayacaktır kanaatindeyim.
17 Şubat 1903’de Tahran’da doğan yazar Sadık Hidayet, İran’ın saygın ailelerinden birinin oğludur. Tahran’da bir Fransız Koleji’nde okumuştur. 1926-1930 yıllarında Paris’te sürdürmüş öğrenimini ve bu şehirde de yazmaya başlamıştır. Ailesinin forsunu kullanmadan sıradan bir katiplikle yetinmiştir. Sizlere anlatmaya çalışacağım Kör Baykuş ise 1936’da Hindistan’da yayımlanmıştır. İran’da satışının yasaklı olmasına da kitabına iliştirdiği bir notla bizzat kendisi karar vermiştir. 1951’de Paris’te canına kıymıştır. Ölümünden 10 yıl sonra herkesçe İran’ın en önemli yazarı kabul edilmiştir.
Yazarın yakın dostu Bozorg Alevi’nin eserle ilgili kaleme aldığı “Sonsöz” günümüzde insanların çokça başvurduğu “yargısız infaz, önyargı, yanlış anlama” gibi düşülen hatalar üzerinde bir kez daha düşünmemiz gerektiğini vurgulaması anlamında çok kıymetli. Kötü adamı çok gerçekçi oynayan oyuncunun sokakta linç edilmeye çalışılması gibi çoğu şair ve yazar da kurgu olduğuna inandıramaz yazdıklarına. Oysa kusursuz bir cinayet romanı yazmak için seri katil olmaya gerek yoktur. Bu bağlamda iyi ki yakın dostu Alevi , Sadık Hidayet’in karakteri konusunda okuru yeterince aydınlatmıştır. Romanında kadını koyun gibi boğazlatan yazar normal yaşamında hayvansever olduğu için ağzına hiç et sürmemiş. Eserinde nefret söylemlerine oldukça fazla rastlarken yine dostunun dilinden nefret ettiği insanları bile asla incitmediğini öğrenmemiz şaşırtıcı gerçeklerden. Ömrünün son yıllarında düştüğü afyon düşkünlüğü de hayatını yavaş yavaş ölüme teslim etme niyetinden ileri gelmiştir.
Kör Baykuş’un eylemi, olayları, zaman ve mekan dışında kalır. Olayları bölüşenler tipik kimselerdir. Daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır. Bu kişiler mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. Şimdiki zamanla geçmiş zaman, anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle kaynaşmıştır. Sebeple sonuç arasında nedensellik yoktur. Onları birbirine masallardaki mantık bağlar. Ama buna rağmen olay şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. Korku, özlemler, ümit, ümitsizlik bu olay içinde öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir. Berlin’de Humbold Üniversitesi’nde Modern İran Edebiyatı ve Kültürü Profesörü Bozorg Alevi’ye bizi yazara daha da yakınlaştırdığı için teşekkür etmek istiyorum. Kör Baykuş; bir bölünme, parçalanma, değişim ve dönüşüm hikayesi.
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.” İşte böyle başlar yazar ruhsal serüvenine. İnsanın ruhundaki yaraya merhem arayışının çaresizliği, yardım istemedeki ürkekliği, kalabalıkların arasındaki içşel yalnızlığını yoğun bir şekilde hissettiren yazar derdini paylaşmak yerine unutmayı yeğlemiş, afyon ve şaraba tutunmuştur.
“Acaba bu kendinden geçme halinde uyku veya uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı? sorusunda cevap arayışı da kendiliğinden başlar. Dıştan içe kapanmaya başladıkça kendinden medet ummaya başlıyor. Belki de kendini daha iyi tanırsa, ilk yardım eli kendinden uzanacaktır sorunlarına. Sıkıntılarını birilerine anlatırsa kendisiyle eğlenecek bir avuç gölge yerine kendi gölgesinden hayata tutunma isteğiyle duvardaki gölgelerle hasbihal ve kendini tanıma, tanıtma çabasını gözlemliyoruz sıkça.
Roman aynı şehirde, aynı dört duvar arasında, aynı zaman diliminde geçiyor iki ay, dört güne sıkışıyor her şey. Dünyayı aşağılık, içindekileri yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü olduğunu hisseden birinin çekildiği yer kocaman yalnızlık…
Gün güneşle, bu roman da güneş gibi bir kadınla doğuyor aslında. Çok güzel, melek kılığında bir kadın ama ışıltısı çok çabuk kayboluyor. Koyu bir aşk daha koyu bir nefretle karışıyor. Kahramanımızın evi şehir dışında. Kendini uyuşturmak ve zamanı öldürmek için kalemdanlar yapıyor. Üzerine çizdiği resim hiç değişmiyor. Hep bir servi dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor, bir Hint fakirine benziyor. Bir abaya sarınmış, başına bir şal bağlamış, sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüş. Burayı görmüş müydü yoksa hayal miydi ama hep aynı resmi çiziyordu gözü kapalı. Amcası aracılığıyla Hindistan’a gönderiyor ve para kazanıyor. Nevruz’un 13. günü doğduğunu ve ona özel yapılmış gizemli bir şişe şarabın varlığını öğreniyoruz. Yeni okuyacak olanlara kitabın gizemini bozmamak adına gölgeleri aydınlatmayacağım. Baba ve amcasının ikiz oluşunu, annenin bir rakkase olduğunu öğreniyoruz. Asıl vurucu hadise her ikisinin de aynı kadına aşık olmaları. Güzel rakkasenin kime yar olacağına bir kobra yılanının karar verecek olması düşüncesi bile tüyler ürpertiyor. Vahşetin şiddetinden saçları bembeyaz çıkan bir amca. Sözünde duran rakkasenin amcasıyla evlenişi ama kurtulanın gerçekte amcası mı yoksa babası mı olduğu konusundaki iç kemiren şüphe.
Romanın akıcılığı, edebi dili, anlatımındaki doyumsuz lezzette çeviriyi yapan kişinin Cumhuriyet döneminin önde gelen şairlerinden Behçet Necatigil’in oluşu da bambaşka bir doyum sağlamıştır Kör Baykuş’a. Necatigil’in şiir, öykü, roman ve oyun çevirileri, çeviri edebiyatındaki en büyük zenginliğimiz.
Romanda etkilendiğim pek çok satır var ama ben sizler için sadece bir paragraf paylaşacağım.
“Yalnız ölüm yalan söylemez!
Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Hayatın derinlerinden seslenir. Yanına çağırır bizi. Ve biz, henüz insanların dilini bile anlamadığımız yaşlarda, ara sıra oyunlarımızı yarıda kesiyorsak, bunun nedeni, ölümün seslenişini duymuş olmamızdır… Ömrümüz boyunca ölüm bize el eder, çağırır bizi. Her birimiz ansızın, sebepsiz düşüncelere dalmıyor muyuz, bu hayaller bizi öylesine sarıyor ki zamanı, mekanı fark etmez olmuyor muyuz? İnsan bilmez bile ne düşündüğünü; ama sonra kendini ve dış dünyayı hatırlamak, düşünmek için toparlanmak zorundadır. Bu da bir sesidir ölümün.”
Kolay kolay unutulmayacak bir roman. Yeni başlayacak olanlara naçizane tavsiyem; bütün algılarınız açık olsun okurken ve hatta notlar alın kendinize. Hissederek okumak, yazarı anlayabilmek, derdine ortak olabilmek için dediklerim fazlasıyla değer.
YORUMLAR
Kitap, yüreğinde acılar hisseden, hem ruhi hem de fiziki olarak hastalıkla boğuşan bir kişinin ağır, üzücü, yorucu ve bazen de korkutucu düşüncelerini aktaran bir roman. Ancak bence Sadık Hidayet’in yaşam öyküsü bilinmeden okunduğunda hep eksik anlaşılacak bir eser.
Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan birini buraya taşımanıza çok sevindim.
Emeğinize sağlık.