- 473 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
BENDEN KİM OLACAK
BENDEN KİM OLACAK
Küçük yaşta yürüme engelli olduğum için her yere gidemiyordum her oyuna katılamıyordum. Her işin ucundan tutup gönlümün istediği gibi yardımcı olamıyordum. Sınırlarım belliydi... Bundan dolayı da kendimi eksikli görüp bir işe yaramaz olanlardan sanırdım.
Bir köylü çocuğuydum. Köyün merkezi sayılan Yukarı Cami, ya da Orta Çeşme mevkisinde bizim sülaleye ait büyük bir mahallemiz vardı. Evler diyorum; ev dersem tek bir ailenin oturduğu yerdir. Halbuki biz çok geniş bir sülale olarak bir çok evlerde kalıyorduk.
Hacı Efendiler bizim evlerin bulunduğu mahallenin adı. Mahallenin ortası geniş bir meydandı. Bu meydanın tam ortasında antik dönemden kalma düzgün ve köşeli kesilmiş blok şeklinde büyükçe bir taş vardı. Kazan Taşı dediğimiz bu taş normal zamanlarda ata, eşeğe rahat binebilmek için “binek taşı“ görevini görürdü. Çamaşır yıkamak için kazanlar bu taşın dibine, güzün pekmez ve bulgur kazanları hatta ölen birini yıkamak için sıcak su kazanı da buraya kurulup, altına kütükler odunlar atılıp ateş yakılırdı. O yüzden taşın yan tarafları dumandan ve isten simsiyahtı. Taşın üstü ise kül rengindeydi.
Bu kazan taşı aynı zamanda mahallenin hem ortak kullanım alanıydı, hem de merkeziydi. Bu taş ortak alanları belirler sınırları tayin ederdi. Kazan taşına yakın ama bir kenarda bir de dibek taşı bulunurdu. Bu dibek taşında mahalleli keşkeklik buğdayını, hatta haşhaş, kuru biber gibi şeyleri döğerdi.
Kazan taşı biz çocuklar içinde önemliydi. Ceviz, badem gibi kabuklu yiyecekleri onun üzerinde kırardık. Yerler çamurlu iken ortası delik paralar ve iğde çekirdeğiyle yaptığımız domaları onun üzerinde döndürürdük. Üzerine çizdiğimiz bir şekil üzerinde üç taş, dokuz taş, oniki taş gibi oyunları oynardık. Mevsimine göre karpuz kabuğuyla darı molasıyla, ya da yırtık ayakkabılarımızla
üzerinde hayali yolları varsayıp “buurmmm buuurmmm düüütttt!..” diye ses çıkarıp ehliyetsiz ve trafik polisi korkusu olmadan son model arabalarımızı sürerdik.
O zamanlar her evden en az beş altı çocuk çıkardı mahalleye. Kalabalık ve köklü bir sülaleye mensuptum. Amcalarım, dedem, dedemin kardeşleri, dedemin amcaoğulları, çocukları, torunları velhasılı Hacı Efendi Oğulları bu mahalle meydanını çeviren evlerde oturuyorlardı.
Dedem sülalenin en yaşlısı ve gün görmüşü olduğu için yaşlılar “gaga“, gençler “ dayı – amca, ağa, dede deyip sayarlardı. Kimse önünü kesip hürmette kusur etmezdi. Dedem iri yarı geniş omuzlu, birazcık koyu tenli bir sekseni aşan uzun boylu güçlü kuvvetli birisiydi. Hafızası çok sağlamdı. Gördüklerini kolay kolay unutmazdı. Cesurdu, sertti ve adalete çok önem verirdi. Yalana çok kızardı. Abuk sabuk konuşup birliği ve dirliği bozan birisi söz dinlemezse onun meşhur tokatından nasibini alır ve kendisini yerde bulurdu.
İstanbul da askerlik yaparken; orada meydana gelen olayları ve paşaların isimlerini teker teker sayardı. Hiç unutmam; Mahmut Şevket Paşa nın kalpağını eğri giydiğini, bıyığının duruşuna kadar tasvir ederdi.
Onsekiz yaşında iken babasının yerine askere gitmiş. Babası “Balkan Harbi’ne“ gönüllü askere yazılınca; hanımı Ümmü Gülsüm Ebemiz;
“Bu kadar çocuğu kime bırakıp da harbe gidiyorsun? Kim bakacak bu çocuklara? Düğüne gitsen dönecek diye bekleriz harpten dönmeyi kolay mı sanıyorsun sen ?... diye haklı olarak serzenişte bulunmuş.
Garibim İbrahim Dedemiz;
“Hanım, devletime söz verdim amma!.“
Ümmü Gülsüm Ebe akıllı kadınmış:
“Sözü vermeden önce bana niye sormadın?“
İbrahim Dedemiz göğsünü kabartarak;
“Bu iş vatan meselesi ... Vatan, devlet söz konusu oldu mu kimseye sorulmaz! diye haykırmış.
Ümmü Gülsüm Ebe ailesinin başsız kalmaması için bulur...
“Madem vatan meselesi... yarın askerlik şubesine git! Durumunu anlat. Yanında da koca oğlanı götür. Benim yerime bu gidecek diye söyle. Neden derlerse evde altı tane daha ufak çocuk var. dersin.
İbrahim Dede, ertesi gün koca oğlanı yani dedem Hüseyin’i alarak Demirci Köyüne (Çal’a) askerlik şubesine gitmiş. Durumunu askerlik şubesi reisine anlatmış. İbrahim Dede, o zamanlar elli altı yaşındaymış . Şube Reisi her ikisine de bakarak;
“Bu yaşlının savaşta ne işi var? deyip“ babasının yerine Hüseyin Dedemi askerliğe kabul etmiş. Hüseyin Dedem önce İstanbul’a daha sonra da Yemen’e gitmiş. İstanbul’da askere bandoya almışlar. Orada trompet çalmayı öğrenmiş. Öğrenmiş ama hem de nasıl öğrenmiş. Okuma yazması olmamasına rağmen; bazen nota kağıtlarına bakmadan; marşları, türküleri, şarkıları, oyun ve oyun havalarını senfonileri vals ve sonetleri çok iyi çalar olmuş. Askeri geçitlerde törenlerde eğlencelerde bando subayının yardımcısı durumuna gelmiş.
İstiklal Harbi’nden sonrada terhis olunca köyüne dönmüş. Kendisi gibi savaştan dönen klarnetçi Abdullah ve Mustafa Çavuş ile beş kişilik Denizli’de ilk sivil bando takımını kurmuş. Ege Bölgesi’nin birçok yerinde düğün, tören ve kutlamalarda Dedemin; “Tam Bando Takımı“ aranan ve sevilen bir duruma gelmiş. Ailesinin ve çocuklarının geçimini trompet çalarak temin etmiştir.
Sert mizaçlı ve acı da olsa her zaman doğruyu söyleyen eski asker Hüseyin Dedem; düğüne gittikleri her yerden sosyal ve kültürel konularda çok şey öğrenip yaşamış, tecrübe ve dostlar kazanmıştır. Zengini yoksulu güçlüyü garibi mazlumu erkeği kadını çoluğu çocuğu velhasıl genci ihtiyarı görüp tıpkı her çiçekten polen alıp bal yapan arılar gibi o da toplamış ve toplumsal barışı, huzuru başarılı düzgün ve baş olmayı, insanları idare etmeyi pratik yaparak öğrenmiştir. Öğrendiklerini kendi çevresinde barış içinde uygulayarak devamlı hayatın merkezinde olmuştur. Gerçekten de Hüseyin Dedem; kralın adamı kesinlikle değildi; fakat, adamın kralıydı...
Bir gün bizim Koca Kapı’nın baktığı Yukarı Cami’nin yanındaki düğün ve
mevlitlerde keşkek döğülen beyaz mermerden olan Büyük Dibeğin yanında; Yukarı Mahallelerin çocuklarıyla yeni bir oyun kurmak için “Vagıl cuğul!“ bağırarak sanki uzaktan geçenlere kavga ediyormuşuz izlemini veriyorduk. İki ayrı küme olacaktık. Ben de oyuna katılmak istiyordum. Benim durumum malum. Zayıf ve çelimsiz çocukları kimse kendi tarafına almak istemiyordu. Herkes güçlü kuvvetli cingöz olanları seçmek istiyordu. Gerçi benim durumumda olan başka bir çocuk yoktu. Cılız, kardeşsiz, sessiz, öksüz ve kimsesizleri hiç bir küme başkanı seçmiyordu. Bizlerde cılız seslerimizde oradaki çocukların arasında ellerimizi kaldırıp;
“Ben kimden olacağım? Ben kimden?“ diye bağırıyorduk.
Aslında bizi bir duyanda yoktu. İkindi namazını eda eden hoca, cemaatıyla camiden çıkmıştı.
“Bu gürültüde ne?“ der gibi bize baktılar. O anda çocuklarda susunca;
“Ben kimden olacağım ?“ diye bağırınca sesim dağı göğü inletti. Dedem cemaatten ayrılıp ağır ağır yanıma geldi. Uzun parmaklı koca eliyle minicik omuzlarımdan tuttu. Sonra biraz sıktı. “Aklını başına al” der gibi sarstı ve tane tane:
“Ben kimden olacağım deme! Benden kim olacak de! Benden kim olacak derken de; önce bilgilen! Eğer bilmiyorsan sus!“ diye öğüt verdi.
Dedemin bu öğüdü sayesinde başkasının izinden değil, dünya üzerinde kendi izimi yaparak; resim, şiir, hikaye, edebiat, eğitim ve sanat konusunda sayısız esere imza attım. İnsanların önüne geçip tekerlekli sandalyem ile yaptığım her türlü etkinlikler de yürekleri titrettim. Adamın kralı olan Hüseyin Dedem sayesinde özgüven, kişilik kazanıp, hayata geniş bir açıdan bakıp, ufuklardaki hedeflerime doğru adeta koştum.
Halil GÜLEL
Dortmund / 05.10.2018
(Ah Bir Zengin Olsam)