- 567 Okunma
- 4 Yorum
- 4 Beğeni
652 - EN SEVGİLİ
Onur BİLGE
“En Sevgili,
Antalya caddeleri elden geçiyor. Taşlı tozlu sokaklar düzleniyor. Ara sokaklara bile beton yollar yapılıyor. Belediye Reisi Dr. Avni Tolunay, elinden geldiği kadar çalışıyor. En çok da yollara önem veriyor. Kurumuş ağaç gövdelerinden yapılma ve zamanla çürüyen elektrik direklerini söktürüyor, yerine beton direkler diktiriyor. Boyuna harç karılıyor beton dökülüyor. Onun için ona Beton Avni deniyor. Çok seviliyor.
Kaptan’la bu konuda konuşmaya başladık. Ağzımdan aldığı gibi lafı, direklerden başladı, fenerlerden, akşam gezmelerine, oralardan kahvehanelere doğru açıldı. Adam kaptan! Mesleği bu! Limandan çıktı mı tutabilirsen tut! Açılmadığı deniz, uğramadığı liman kalmaz! Ne bisikleti kaldı, ne pantolonu, ne pantolonun paçası, ne paçasının çamuru…
Bir kez söz almaya görsün! Başlar tıkır tıkır anlatmaya… Konu içinden konu çıkarır, matruşka gibi… Bir konuyu açar içinden başka konu çıkarır. Onu açar içinden başka bir konu… Derken o kadar hızlı ve daldan dala anlatır ki takip etmekte güçlük çekerim! Fakat yine de onun sohbetlerini çok severim. İnsan birini sevdi mi onun her halini, her şeyini sever! Spiker olmalıydı aslında. Neden kaptan oldu ki sanki?
“Geceleri zifiri karanlıktı Adalya. Onun için yıldızlar alabildiğine parlaktı. Kuru ağaçlardan yapılmış elektrik direklerinin üstlerine fenerler asılırdı sokak aralarına. Akşamüstleri, daha hava kararmadan ellerinde yakılmış fenerlerle gelirler, direklere tırmanır, oralardaki kancalara teker teker asar inerlerdi adamlar. Ayaklarında orağa benzer demirler takılı olurdu. Galiba onları ayakkabılarının üstünden bileklerine geçirerek sağlamlaştırıyorlardı. O eğri demirlerle, kedi gibi hızlı bir şekilde tırmanıp iniveriyorlardı. Sabah erkenden de gelip bıraktıkları gibi alıp gidiyorlardı fenerleri. Geceleri Adalya sokakları o şekilde aydınlatılıyordu.
Biz de akşam gezmelerine gideceğimizde fenerlerimizi ellerimize alır, yola o şekilde çıkardık. Her ne hikmetse, yürürken kollarımızı sallamaya alışık olduğumuzdan, farkında olmadan onları da sallardık. Işık bir gider bir gelir, etrafa kayar dururdu. Yerlerde çalılar taşlar da, yağmurlardan kalma çamurlar da olurdu. Zemin düz değil, engebeliydi. Hele kenar mahalleler, köy yeri gibiydi. Hiç umulmadık anda sokak kenarında, yol ortasında bir çukura girebilirdik yahut da taşa takılıp düşebilirdik. Onun için yolda yürürken önümüze bakınmayı adet edinmiştik. Temkinli ve tedbirli kişilerdik.
İlkbahar, sonbahar ve kış aylarında geceleri sokağa çıkacağımız zaman pantolonlarımızın paçalarını birer hareketle dışa çevirirdik, her ihtimale karşı, çamur olmasın diye. Kadınlar kızlar da eteklerini hafifçe toplarlardı.
Yanımızdan geçen bisikletler yavaşlarlardı çamur sıçratmamak için. Onlar da pantolonlarının paçalarını çizmelerinin ya da çoraplarının içine sokarlardı. Dış taraflarından iğneleyenler, mandallayanlar da olurdu, saç tokası gibi bir şeylerle. Bisiklet zincirinin arasına girip de kapkara gres yağı bulaşmasın, mümkün mertebe tekerleklerden, çamurluklardan çamur sıçrayıp kirletmesin diye. Yine de tam manasıyla korunamazdı. Sıçrayan çamurlar kuruyunca çitilenerek düşürülür, elbise fırçasıyla fırçalanır, çıkmazsa ıslak bezle silinerek temizlenirdi.
Pantolon diktirmek epey pahalı, bayağı büyük bir meseleydi. Kumaşına ayrı, malzemesine ayrı, dikişine ayrı para verilirdi. Bir ölçü aldırmaya iki kere de provaya gidilirdi. Meşhur erkek terzisi Topbaş’ın dükkânı vardı Antalya Lisesi’nin arkasında. Hemen hemen bütün Adalyalılar oraya giderdi. Daha sonra top top kumaşlar getirip dizdi raflara… Seç, beğen, al, diktir giy! Sen paradan haber ver! Para var mı para?
Hey gidi hey! Neydi o günler! Gaz lambasının sarı ışığı altında, gaz odalarında, ders çalışacağız, kitap okuyacağız diye gözlerimiz çıkardı! Arada bir kitabı bırakır, kanlanan gözlerimizi kapatır, dinlendirir, öyle devam ederdik! Bir de uyku basardı azizim! Gazdan mı zehirlenirdik hafiften, yoksa gözlerimiz artık iflas mı ederdi! Gaz bitti mi sırı dikme giderdik! Kendimizi yatağa zor atardık! Kafamızı yastığa koyar koymaz sızar giderdik yani.
Geceleri arkadaş ziyaretleri yapılırdı. Bazen maile, bazen kadınlar kendi aralarında… Erkekler kahvehane müdavimleriydi daha ziyade. Kış gecelerinde onlar da kendi aralarında eğlenceler tertip ederlerdi.
Belli başlı kahveler daha neşeli olurdu. Oralarda radyolar da vardı. Saat başı ara haberler, belirli saatlerde Ana Haber Bülteni adı altında ajans dinlenir, nerde ne olmuş, bilgi sahibi olunurdu.
Büyük kahvehanelerde meddahlar da olurdu. Hele Ramazan akşamlarında, ellerinden geldiği kadar halkı güldürür, eğlendirir, nükteleriyle kırıp geçirirlerdi! İrticalen konuşmalar yaparlardı onlar. İçlerinden geldiği gibi çıkardı ağızlarından sözler. Bir yerden okuyup ezberlemek suretiyle değil. Bayağı bir sanat işiydi sergiledikleri!
Karagöz de oynatılırdı. Siyaset hicvedilirdi. İnce ince dokundurulurdu o partililere, bu partililere… En çok da baştakilere…
Yılbaşına yakın, tombala oynanmaya aşlanırdı. Oradakiler her çekilişte havalara fırlarlardı, tombalaya yakın. Birinci çinko önemli değildi, ikinci çinko da çok değil ama tombala, büyük olaydı! Doksan numara çekildiğinde “Bamburya!..” diye bağırırlardı. En büyük sayı olduğu için olsa gerek. Sözlükte de bulamadım anlamını. Bazıları da İsmet İnönü’nün dalya diyeceğini, yani yüz yaşına kadar yaşayacağını söylüyordu. Bu kelimeler lisanımıza yeni yeni giriyordu.
Gelsin çaylar gitsin kahveler… Adalyalılar kahveye gave derler. İlk sesli harfi de kalın söylerler ve uzatırlar. Sanki o zaman, bol köpüklü, okkalı bir kahve sipariş etmiş olurlar! Bazıları da kant isterler. O da sıcak suya limon sıkmak demekmiş! Yani sıcak limonata… Hay aklınıza turp suyu sıkayım sizin e mi!.. İçkiyi de sek içerlermiş. Duble muble… Kardeşim, nerden çıkarıyorsunuz bu kelimeleri? Türkçemiz yetmedi mi!.. Türkçemiz, Dil Bayrağımız!..
Kadınlar evlerde fincanlarla yüzük oyunu, beş taş, el el üstünde kimin eli var gibi oyunlar oynarlar, birbirlerine akla hayale gelmeyecek şakalar yaparlarmış. Gülmekten yerlere yatarlarmış!.. Hanım eve gelince anlatırdı, kış gecelerindeki komşu muhabbetlerini.
Radyo sahibi olmak meseleydi. Bütçeyi sarsacak bir olaydı. Çok az evde vardı. Sabah kulağı burulur, yayın bitinceye kadar kapatılmazdı. O evlerin şenlik aracıydı. Başköşeye kurulan en önemli varlığı… Hane halkının can yoldaşı… Hayata hayat katan sihirli kutu… Haberler keder, haberler umuttu… Haberler sevinç, haberler muştu… Yurttan Sesler Erkekler ya da Kadınlar Korosu, Yemek Müziği, Batı Müziği, Türk Musikisi… Mediha Demirkıran, Neriman Altındağ Tüfekçi, Zeki Müren, Nuri Sesigüzel… Şimdilerde de Adamo’lar madamolar… Arkası Yarın, Mikrofonda Tiyatro… Ajans mahans, Spiker mipiker… Uydurukça muydurukça… Çokça bu zamanlarda…
Savaş günleriydi. Hava gergindi. Cephelerdeki gelişmeleri an be an takip etmek isteyenler, ajans başlayacağında kahvehanelere arı gibi üşüşürlerdi. O kadar insan, adeta nefeslerini tutarak kulak kesilirler, çıt çıkarmadan ajansı başından sonuna kadar dikkatle dinlerlerdi. Esnaflar dükkânlarına, işçiler işlerine giderler, yoldan geçenler yollarına devam ederlerdi.”
Telefonumu kapattıralı aylar oldu. Sen de bana günlük ve anlık haberler veriyordun. Her gün spikerlik ediyordun. Ben de sana meddahlık yapıyordum. İsmail Dümbüllü işitseydi beni, görseydi ne kadar başarılı olduğumu, sarığını başından çıkarır, Münir Özkul’un başına değil, benim kafama giydirir, elini ona değil, bana verirdi.
Aklımda kalan bütün fıkraları anlatıyordum. Espriler yaparak güldürüyor, eğlendiriyordum. Bazen de doğaçlama uzun tiratlar atıyordum. Şiirler okuyordum en içli, en tesirli sesimle…
Nasihat gerektiğinde ciddileşiveriyor, babacan bir tavır takınarak yol gösterici, şekilleyici nutuklar çekiyordum bıkıp usanmadan. Hiçbir tesiri olmayacağını başından tahmin edebilseydim, o kadar dil dökmezdim.
“Bırak oğlum sarhoşu, kendi başına! Yıkılıncaya kadar gitsin!..” derdim.
Der miydim acaba? Yok! Demezdim. Yine aynı olaylar için ezberlemiş gibi yine aynı şeyleri derdim. Ben kıyamazdım ki sana! Kimseye kıyamam ki ben! Sana, en çok sevdiğime, uğrunda yuvamı bile yıkıp, evlatlarıma hasret kalmaya bile razı olduğum kişiye, yani en sevgiliye nasıl yapabilirdim ki o umursamazlığı!
Bir defasında bu en sevgili sözü ağzımdan kaçtı, Kaptan’ın yanında. Bir anda öfkeden yüzü karardı! Kötü bir şey demedi. Demez de zaten…
“En Sevgili, yalnız Allah’tır!” diye kestirip attı.
Meddah”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 652