Uzun yollu kısa hayatım (yeni)
un…
1. Bölüm
Yetmiş altı veya yetmiş yedi yılları arasında doğmuşum, ay, gün ise tam bir muamma. Doğuran anama sorarsak orak ayı -ki bunu temmuz veya ağustos arasında aramak lazım gelir. Biyolojik babamın ise ilk düğün gecesinin sebebi varlığı olduğum dışında pek fikri yoktu. Siyah ineğim cömert’in doğum tarihi, gün, ay, yıl olarak ahırımızın tahta kapısına özenle işlenmişti. Bu sayede yaşının kaç olduğu, ne zaman çiftleşmesi gerekip tahminen kaç yavru yapabileceği, vereceği sütten besleneceği yeme kadar eksiksiz bir gelecek hesabı yapılmıştı onun. Benim içinse böyle programın olmadığı daha ilk günümden belliymiş anlaşılan. Cömert namını verdiği bol sütten ötürü babaannemden almıştı, belki de sırf bu yüzden doğum yılının, burcunun, hatta yükselenini bilinmesi gerekliliğini hakkediyordu belki de. Nede olsa o bu ismi hakkederek edinmişti, benim gibi büyükbabamın ben daha doğmadan birkaç ay önce vefat eden, Abdurrahman abisinin adına yakınlığı ölçüsüyle hesaplanıp verilen bir ad değildi,
Abdullah…
Rahmetli Abdurrahman amcam ile adaş olamamamın sebebi; yengemin acısının henüz çok taze olması ve o isimle hitap edenleri duydukça canının yanacağı endişesi ile engellemesi imiş. Bu beklenmedik durum karşısında büyükbabam başkanlığında toplana köy ihtiyar heyeti, madem ki Abdurrahman olamıyor, o halde o isme daha yakın ne olabilir, ne olacak, ne olmalı uğraşlarının zorlu neticesinde Abdullah’ta karar kılmışlar. Bu gayretlerinin sebebini şimdi kendileri de bilmiyorlar, kaldı ki o heyette bulunanların hiçbiri bana verdikleri isimle tam olarak hitap etmeyip, her biri kendince kısaltmalar yaparak; Aptul, Abdül, Abdul, Apo diye seslenmeyi tercih ettiler…
Çocukluğumun annesini pek bilmem, fakat ayrılığı çocukluğumdan annemden bilirim. Ben dört yaşındaydım bizi terk ettiğinde, kız kardeşim bir.! Köhne bir yer sofrasında acele tavırlarla şimdi tam hatırlayamadığım yarı ve yarım bir şeyler yedirdiğini, ve daha doymadığımı düşünmüş olacak ki elime haşlanmış bir yumurta tutuşturarak gidişini hatırlıyorum. Bir de ardı sıra ağlayarak yavru adımlarla düşe kalka koşarak onu takip gayretimi…. Karanlık gökyüzüne beceriksiz fırçalarla yapılmış solgun bulutlar gibi durur hayali, bu hayal de hafızamın oyalanmasını gerektirecek bir fotoğraf yok. Kısacık bir film şeridi sadece; sıralı zambak desenli siyah bir elbise, çevresi iğne oyalı ve aynı renkte uzun omuzlarından dökülen gizemli bir baş örtüsü. Ardına bir kez olsun bakmadığı için son fotoğrafını göremediğim sisli bir hatıra, yüzsüz bir anne işte benim anam…
O en saf duygunun duygusuzluğu yakalamaya çalıştığı bu beyhude kovalamacadaki düşüş kalkışlarımda, başıma aldığım fiziki yaranın izi zamanla küçüldü, hani neredeyse kapandı diyebilirim. Fakat o günün bende açtığı ruhsal yara hiç kapanmayacak, aksine her geçen gün daha da büyüyerek tüm benliğimi saracaktı…
Bu iki yara birbirlerine hiç benzemeyecek biri aydan aya kaybolurken diğeri yıldan yıla genişleyecekti. Tek ortak yönleri vardı ki; ikisi de yaklaşıp çok dikkatle incelenmedikleri sürece dışarıdan kimseye görünmeyecekti. Yemekte doyuramadığını düşünerek elime yumurta tutuşturacak kadar duyarlı ah benim annem, Asıl doymam gerekenin kendisi olduğunu bilememişti…
İnsan yaşayan bir varlık olduğuna önce duyumsama, sonra duygularıyla vakıf olur. Bu ilk farkındalıkla birlikte artık hiç yerinde durmayacak gelişim ve değişime hızlı bir dönüşümümüz başlar. Duyumsama önce kördür, güçlü bir mıknatıs gibi her şeyi kendine çeker. Gözümüzün gördüğünü daha bilmeden altımızın ıslandığını hisseder ağlarız. Sonra aksak duyular girer devreye, annemizi memeleri süt ve gülümseyen bir yüzle karşımızda görerek, sevgi dolu yüreğini hissettiğimiz zaman, karnımızın doyurulup ihtiyaçlarımızın giderilmemiş olmasına rağmen, ağlamayı kesebilir hatta bizde ona, henüz onun kim olduğunu, kime olduğunu bilmeden gülümsemeye başlarız.
Kuvvetle muhtemeldir ki, insan yavrusu mutluluğu ilk olarak bu hal durumun da, karnı aç ve bedensel bir acı ile tadar. Artık ağlamayı kesmiş aksine gülüyoruzdur, bunun sebebi ihtiyaçlarımızın giderileceğine dair bir mantık hesabı yaptığımızdan değil, her şeyin artık yoluna gireceğini duyumsamamızdandır. O sebeple farkındasızbilincim bu ayrılıktan çok etkilenmemişti, fakat henüz filizlenmeye başlayan taze duygularım ve kırılgan hislerim, ana kökünden kopuşu çok keskin ve acı şekilde hissetmişlerdi. Ben henüz bilmesem de, onlar artık hiçbir şeyin olağan seyrinde gitmeyeceğini biliyordu. Bana şimdi o kopuşumu hatırlatır yoksa annesini bilmeyen yavruyu mu bilmem, hiç sevmem haşanmış yumurtayı. Başka elden bir şey yemek ise, çiğnedikçe ağzımda büyüyen yenilip yutulamayan bir hüzün lokmasına dönüşür ağzımda…
Rahmetli anneannem anlatırdı, baba silahının dipçiği ile vurarak yaralamış o gün anneyi, başındaki kanı durdurmak için yarasına bir avuç şeker basıp, üzerine de o zambak desenli eşarpını sıkıca bağlayarak gitmiş ogünanne. Büyükbabam bu olay üzerine babayı evden kovarak anneye; sen benim öz kızım gibisin, kocan sen oldukça bu eve bir daha giremeyecek, gitme çocuklarını düşün ve onların başında ol diyerek bütün gayreti ile engellemeye çalışsa da, dinlememiş bırakıp gitmiş bizi anne. Her türlü şiddetin baskının etkisine direnç kabiliyetimiz, karakterlerimizin çapıyla doğru orantılıdır. Şekli ne olursa olsun hiçbir zorluğun bir anneye yavrularını terkettirebilecek ağırlıkta olabileceğine ikna olabilmem çok güç. Bu varlıksal korumacı duyguyu kuştan ceylana kadar en ürkek ve en zayıf yaradılışlı hayvanlarda dahi gözlemlemek mümkündür. Tavuk bile civcivlerini korur.! Tabi ben tabiat yasasının yegane temsilcisi imiş gibi davranacak değilim, biz bu dünyaya var olmamızın sebebi o yüksek merciye dilimizi, ırkımızı, ailemizi veya başka herhangi bir talebimizi seçebilmeyi talep eden bir dilekçe sunarak gelmiyoruz. Benden tamamen bağımsız yetki ve etkimsiz geçmişimdeki bu yaşananlardan birilerini haksız veya haklı bulsam ne olacak, yaşadıklarımın yükümü hafifleyecek, hayır. Kaldı ki bizler, inançlarımız ve şartlandırılmış kültür yapılarımız gereği, baş edebildiğimiz her soruna karşı gerekli mücadeleyi verip, baş edemediğimiz durumları çaresizce kabullenen kaderci insanlar değillmiydik.
Anne baba hiç zaman kaybetmeden ikinci evliliklerini yaparak kendilerine yeni bembeyaz sayfalar açıverdiler, kız kardeşim ve ben ise kullanılmış eski sayfalarda silinmesi gerekip silinemeyen, israf edilmiş çirkin ve şekilsiz mürekkepler gibi kaldık. Büyükbabam anne gitmiş olsa da belki geri dönecek umudu taşıdığından, belki de verdiği sözün gereği içindir bilmiyorum, babayı bir daha eve almadı. Annemin gidişinden bir ay sonra imam nikahı ile evlendiği yeni eşi ile hemen yakınımızdaki eski evi restore edip oraya yerleştiler. Üvey anne şefkatli bir insandı, adı Şengül’dü kendisine Şengül anne diye hitap ettiğimi hatırlıyorum. Bana sıcak samimi davranıyordu, yemek yemeye babanın evde olmadığı zamanları kollar hep oraya giderdim. Küçük bir tepside hemen önüme bir şeyler getirir doyururdu beni, bir kez olsun ona açım dediğimi hatırlamıyorum, o da hiç sormazdı evine gitmem acıkmış olmam demekti bunu bilirdi. Kapısından girdiğim anda beni samimi bir güler yüzle karşılar, hemen ardından yemeğimi hazırlamaya koyulurdu. Annemiz yok diye bize acıyordu belki, bir nebze olsun buna sebep olduğu için kendini suçlu hissettiğinden vicdan yapıyordu belki de. Zira anne varken dahi babanın onunla gönül ilişkisi olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti. Her ne gerekçe ile olursa olsun üzerime hakkı emeği ve hatta sevgisi geçmiş bir insandı. Baba ise itinalı duyarsızlık ve manasız katılıkta despot bir kişilikti. Varlığı sürekli gizemli bir yokluk, bedensel yakınlığı uçsuz bucaksız uzaklık taşıyordu. Soğuk ve ürkütücü havası vardı, şimdi o zamanki duygularımın ifadesini gerektiği gibi yapamam ama, yemek yemek için evine giderken onun evde olmadığı zamanları kollayan, ve o gelebilir kaygısıyla yemeğini hızla yiyerek, kaçar gibi evden uzaklaşan o çocuğun bir nedeni olmalıydı…
Sanıyorum beş veya altı ay böyle geçti, sonra baba ve Şengül anne istanbula taşındılar, o da yanında götürmeyi yük görmüş tıpkı anne gibi hiç ardına bakmadan terk edip gitmişti bizi. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum evet, lakin babanın gidişine değil Şengül annenin yemeklerinden artık yiyemeyeceğime duyduğum üzüntüydü bu. Babanın babam olduğu bilinci yerleşmemişti bende, sürekli kendisinden kaçtığım, bir arada bulunma mecburiyetine yakalandığım anlarda bir kez olsun yüzüme bakmayan, yüzüme bir kez olsun güldüğünü görmediğim dökme kurşundan metalik bir insandı o benim için. Bu defa ne elime yumurta tutuşturan olmuştu ne de ardından ağlayarak koşmamı gerektiren bir ebebeyn. Baba’ya duygusal ve bilinçsel bir bağlamım olmadığı için ondan ayrılığı hissetmemiştim, şu halde ayrılık travmasını ikinci defa yaşamadığım için mutlumu olmalıydım, ya da babayı da anne gibi var iken kaybettiğim için üzülmelimi?
İlk ne zaman kesilmişti benim saçım? tırnaklarım mesela, o ilk kopuşları nasıl olmuştu? sünnette edilmiştim değil mi ben? Ağlamışmıydım? Hatırlamıyor bilmiyorum…
Artık anne baba yoktu, kız kardeşim Hacer, büyükannem büyükbabam, isa amcam ve eşi Meryem yengem onların çocukları İlknur, ilkay ve aramızda 5 yaş farkımız olan Aşkın amcam aynı evde yaşamaya başlamıştık.
Büyükbabam elli yaşın üzerinde alkol sıgara asla denememiş son derece sağlıklı ve yaşına göre oldukça hiperaktif sayılabilecek biriydi. Çocukluğundan itibaren çiftçiliğin en ağır şartlarında yetişmiş, sabah namaza oradan gün doğarken tarlaya, sonra eve ve tekrar camiye sonra yine tarla veya ormanlara koşturmakla ömür geçirmiş, halen de bu döngüde yaşamaya devam eden biriydi. Sözlerine oldukça itimat edilen, köyün ciddi sorunlarında akıl danışılan, en hassas meseleleri dahi büyük bir olgunluk ve soğukkanlı bir öngörü ile çözen, ama bizi çok sudan sebeplerle üzerinde hiç kafa yormadan dövebilen bir adamdı. Çalışmak onun dini gibiydi, ve bunu tüm ev halkı için de bir ibadet şekline getirmişti. İnsanın kendini pek yormadan yapabileceği işlere bile büyük zorluklar ve gereksiz stresler yükler, bu ruhsal ve bedensel ağırlığı da herkese yaşatmakta üzerine yoktu. Her daim yatsı namazı ardına yatar, sabah ezanı üzerine uyanırdı. Asla boşta durmaz ev halkının bir şeyler ile meşgul olmaması onu çılgına çevirirdi. Herkeste kendi çalışma hırsını görmek isterdi. Ortada yapılması gereken bir iş olmamasına rağmen, anında sıfırdan meşguliyetler, hiçten uğraşlar bulmakta müthiş yaratıcıydı. Haliyle Köyde hemen her işe genelde en erken biz başlardık, eğer ki bizden evvel tarlaya bir giden olmuşsa sanki kıyamet kopmuş ve herkes kaçmış kurtulmuşta, biz evde habersiz kalmışız gibi aniden eve dalar, büyük bir panik havası ve kargaşayla hepimizi acele traktöre bindirerek tek güvenli bölgeye, yani tarlaya ulaştırırdı. Sürekli başkalarıyla kıyaslanarak, yerli yersiz daimi tembellikle itham edilen aile bireylerimiz, kendilerinin her zaman başkalarından daha değersiz olduğu psikolojisinden sıyrılıp, hak ettiği özgüvene hiçbir zaman sahip olamamışlardır. Benim yarı adaşım olan Abdurrahman amcam, ailenin büyüğü olarak dış işlere hep o bakar, büyükbabam ise çok gerekmedikçe dış dünya ile pek teması olmaz, ailenin iç işleriyle ilgilenirmiş. Tarlalar, ormanlar, hayvanlar ve benzeri bütün köy işleri ile bütünleşmişti adeta. Zaten bu uğraşlar yeterince ağır ve zordu, büyükbabam çocukluğundaki o yokluk, yoksunluk ve savaş artığı yılların daha da zor çalışma psikolojisinden kendini çıkaramamıştı. Oysaki ne o eski yaşam şartları ne de o kadar yoğun stresle çalışmayı gerektirecek aç kalma riski vardı. Ama bunu büyükbabama anlatabilmenin bir yolu bulunmuyordu, bu yapısı gereği bizi çok yordu. Yaşımız ve çapımızdan büyük ağır işlerin altına girmek zorunda kaldık, çok dövdü çok ezdi bizi lakin bugün o günleri hatırladığımda tüm bunları çok görmüyorum ona. Hep kendi kabuğunda yaşadığı için zamanın hayatın değişimlerini idrak edip ayak uyduramamış, belki bu dönüşümleri farketse bile kendi taşlaşmış sosyal döngü kabuğunu kıramamış, ömrü cami, ev, tarla ve ormanlar arasında geçmiş tam bir toprak adamıydı. Arazilerimizin bolluğu ve aileden çok çevrenin işini gördüğünden bu namı almış olacak ki, köylünün deyişiyle; meşhur Salim ağa idi o.
Marabası ev halkından ibaret, elleri marabasıyla birlikte çalışmaktan nasırlaşmış bir köy ağasıydı. Bize güler yüzünü ve sevgisini pek göstermese de, değerli olduğumuzu konuşması hatta enteresandır, dövmesiyle bile bir şekilde hissettirebilen baba bildiğim tek insandı…
Babaannem Emine;
O da yine elli yaş üzerinde her işinde pratik her şeyden az çok anlayan ve her konuda yeterli yetersiz fikir sahibi, sevdiğine çok düşkün gönlü zengin, vicdanlı merhametli anaç bir çerkez kadınıydı. Köyde komik sayılabilecek sebeplerden küstüğü kadınlara, çözük, matıra, cin garı gibi inanılmaz yaratıcı olduğu kadar bir o kadar da manası anlaşılamaz lakaplar bulur ve bunlar babaannemi bile şaşırtacak hızla herkeste kabul görürdü. Öyle ki bu kişilerin gerçek isimlerini dahi unuturduk. Çok defalar cozuk yenge, matıra abla, cin garı teyze diye hitap ettiklerim tarafından terlikle sopayla kovalandığım olurdu. Ben bu tepkilerin sebebini daha önce yapmış olduğum yaramazlıklardan birinin onlarla bilmediğim bir temasına bağlardım. Büyükbabam kadar olmasa da -ki onun kadar kimse olamaz- o da çalışmayı severdi, elinin değdiği her işte de müthiş hızlı ve hamarattı. Üç kişinin yaptığı bir çok işi tek başına yapabilme becerisine rağmen, kocası tarafından taktir edilmenin aksine hepimiz gibi o da tembel ve ekmek düşmanıydı. Bizler büyükbabam tarafından onun kendince doğru veya yanlış uygulamaları altında çok ezildik kabul ediyorum, ama yine bir derece eski performansının düşüşe geçtiği dönemdi bizimkisi. Babaannem ise kocasının en baskın diri ve genç yıllarını görmüş, baskı ve şiddetin en ağırları altında kalmıştı. Büyükbabamın elli üzeri yaşlarındaki durumunu görünce, yirmi veya otuzlarında nasıldı tasavvuru çok güçleşiyordu. Aralarında sürekli kedi köpek ilişkisi benzeri bir durum olsa da, kocasına düşkün her sözüne itaatkar, hepimizi kollayıp gözeterek sorunlarımızla ilgilenmeye çalışan son derece duyarlı duygulu bir Anadolu kadınıydı benim anam. Anne bildiğim tek insandı.
Onlara ne zaman anne baba demeye başladığımızı hatırlamıyorum. Sanıyorum biyolojik anne babaların ansızın eksikliği ve bu hayati değerlere duyduğumuz zaruri ihtiyaç neticesinde, karşımızda da bu boşlukları tam manası ile doldurabilecek iki mükemmel insanın var oluşu, onları gerçek anne baba gibi görerek o duyguyla bağlanmamıza etken olmuştu. Bilinç onlarla kendi boşluğunu anında doldurmuştu, yere düşürdüğü elmanın yerine sepetten bir diğerini almak kadar kolay ve hiçbir eksiklik algısı edinmeden gerçekleştirivermişti bunu. Fakat içgüdülerim ve daha tomurcukta olan duygularım ana karamdan kopuşun farkındaydı, benliğimi sakatlayan ruhi hastalıklar o zamandan bulaşmaya başlamıştı bana, o zaman farkında değildim ama bunun asli belirtileri ve yan etkilerini ileride daha iyi görecektim..
Artık anam babam onlardı, insana en yakın olan bu ifadeleri kendileri kadar hak edebilecek başka insanlar tanımadım. Köylüydüler, eğitimsiz cahil ve dış dünya şartlarından habersizdiler, o sebeple bizi hayata istediğimiz, belki de istedikleri gibi hazırlayamadılar. Ama biyolojik anne babanın verebileceğinden çok daha fazlasını vermiştir onlar bize. Eleştirilecek yanları da çok fazla vardı muhakkak, lakin sevgimizle sarıp sarmaladıklarımızın gönlümüzde kutsal dokunulmazlıkları vardır. Onların samimi sevgileri ve sıcak ışıkları altında soğuk ve karanlık bir yaşama, Uzun yollu kısa bir hayata hazırlandığımı, ne onlar ne ben bilemezdik elbette…
İsa amcam yirmi üç yaşında aslan gibi bir delikanlı fakat geç yaşta kalp hastasıydı. Defalarca ameliyatlar geçirmişti, babam bir garip, köyden dahi pek çıkmamış biri olarak yol iz bilmez ama oğlunun sağlığı için Ankara’lar da koşturup durmuş, hastahane koridorlar ve bahçelerindeki banklarda sabahlamış. İsa amcam ayrı garip, genç yaşında ağır hasta bir yığın ilaç kullanan, vücudunun ayrı bölgelerinden alınan doku parçaları ellerinin üzerine kadar ameliyat izleri taşıyan ama her şeye rağmen bakımlı yakışıklı biriydi. Hastalığı sebebiyle haklı olarak üzerine titrenirdi, o çok istiyor diye babam katırlarımızı satmış yirmi yaşında eski bir traktör almıştı. Çocuk gibi sevinmişti dersem çok yerinde olacaktır zira kendisi gerçekten çocuk yaşta sayılırdı, traktör onun en sevdiği oyuncağı oluvermişti. Sanıyorum erken yaşta evlendirilmiş olmasının sebebi de onu hayata motive etmek moral yükleyip yaşamaya olan azmini arttırmak içindi. O eski ama çok değerli traktörü hemen her gün yıkar, başına oturur bir süre seyreder sonra eline bezi alarak belli belirsiz yerlerini tekrar silmeye koyulur kullanmaya dahi kıyamazdı. Yine o çok istiyor diye eve siyah beyaz televizyon alınıp odasına konulmuştu ki, o tarihte köyde bir evde televizyon büyük olaydı. Odası evin ikinci katındaydı, benim odam ise hemen onun altına denk geliyordu. Üst kata açık mavi boyalı ahşap bir merdivenle çıkılır, ikinci katı ayıran ara zemin tamamen ahşaptan olduğu için yattığım odadan televizyonun sesini rahatlıkla duyardım. Hastalığı sebebiyle odasından pek çıkmaz, çok nadir olarak evin önüne ve belki biraz daha iyi ise kısa bir mahalle yürüyüşü yaparak dönerdi. Odasına kimseyi kabul etmezdi, anama ısrarla yalvarmalarımız neticesinde onu kıramaz, aşkın amcamla beni çok arada olmak şartıyla televizyon izlememiz için kısa süreli kabul ederdi. O çok istisna ve şanslı zamanlarda da önce el ayaklarımızı yıkattırırdı. Akşama kadar çamur içinde gezinen çocuklar olarak sürekli kir pas içinde yaşlardık, bize zor gelse de isa amcam bu prensibinde çok haklıydı. Gerekli temizliğimizi yaparak anam veya yengem ile hazır olduğumuzu haberini yollardık, bizi kapıda ayakta karşılar temizliğimizi doğru yapıp yapmadığımızı tam bir disiplinle denetlerdi. Bazen bu denetimden geçemez muhakkak bir kusur çıkar ve bu kusur hangimizde çıkarsa çıksın o yine ikimizi de tekrardan banyoya gönderirdi. Sonra usulen tekrardan bir denetimden geçerek o muhteşem odaya girebilmenin üstün zaferini yaşardık. Suyu hiç sevmezdim, değil banyo yapmak, elimi ayağımı hatta yüzümü yıkamak bile çok zor gelirdi bana. Anam tarafından bilmem kaç zaman sonra artık banyo yapmam için zorlandığımda, kovadaki su ile saçımı ıslatır kalan suyu döker, erken süre şüphe oluşturmasın diye banyoda biraz bekler üzerimi değiştirip çıkardım. Su ile aramdaki hasımlığı bilen anam haliyle bana güvenmez, çıkışta saçlarımın ıslaklığını kontrol eder, banyo yaptığıma kendince ancak o zaman ikna olurdu. Aslında böyle durumda banyo yapmak yapmamaktan daha uğraş gerektiriyordu, ama yine de ben yapmamayı tercih ederdim, anlamsız bir şekilde sudan öylesine nefret ediyordum. Tabi eğer sonunda televizyon izlemek gibi büyük bir ödül varsa bunun için gerçek banyoya kesinlikle değerdi, hatta bu uğurda suyun iticiliğine katlanır denetimde aksaklık çıkmaması için hiç üşenmeden kendime kese bile yapardım. Bazen tüm standartları yerine getirip odaya girmeyi başarmış olsak dahi, İsa amcam şu an tam hatırlayamadığım küçük bir şeye kıl kapar aşkın amcamla beni apar topar dışarı atardı. Büyük bir hayal kırıklığı içerisinde o ahşap merdivenleri inerken, televizyon izleyememiş olmanın üzüntüsü yanında, boş yere üstelik gerçek bir banyo yapmışlığım için etkin pişmanlık duyardım. Yine de her akşam eve geldiğimde büyük bir umut ve beklenti içerisinde el ayaklarımı yıkar, hatta şansımı arttırabilmek adına yine gerçek bir banyo yapar beni kabul etmesi için yengem ile İsa amcama haber gönderirdim. Cevap bazen olumlu, çoğunlukla olumsuz olurdu, fakat her akşam aynı imtina ile bu sistemi tekrar edişlerim sayesinde zamanla suya alışmaya başladım. Artık eskisi kadar korkunç gelmiyordu bana su, hatta kovada çinko tas ile oyunlar icat etmiştim, çıkmak bilmiyordum girdiğim banyodan. Durum beni olduğu kadar annemi de şaşırtmış olmalıydıki, daha o söylemeden benim banyo talebime gözlerime garip garip bakarak cevap veriyordu. Bugün benim suyu sevmem de (gerçek) banyo yapmaktan hoşlanmamda, İsa amcamın ve tabi ki o siyah beyaz televizyonun çok büyük etkilerinin olduğu muhakkaktır.
Odaya alınmadığım zamanlar hemen alt kattaki kendi odama koşarak yatağıma girer, aranın da ahşap olmasından kaynaklı lehime olan durumdan istifade ederek İsa amcamın odasından gelen televizyon sesini dinlerdim. Göremediğim görüntüleri çocuk zihnimde canlandırıp sanki izliyormuşçasına resimleştirir müthiş keyif alırdım. Hayalimde oluşturduğum bu sahnede,herkesi belki gerçekte olduğundan çok daha harikulade görünüme büründürür, kimini çirkinleştirip kimini güzelleştirerek her karakteri görmek istediğimi imaja sokardım. Hiçbiri istemediğim sevmediğim bir tipte olamazdı, ve bu konfor o televizyonu gerçekten izleyenlerde dahi yoktu, ne şanslı ne kadar ayrıcalıklıydım…
Dinlediği arabesk eserler benim ilklerimdi, müzik zevkimi yıllarca bu arabesk şarkılar oluşturacaktı. Bana hitap etmediklerini de söyleyemem, öyle ki zamanla ruh halimin sözcüsü olup ve sanki hepsi benim için yazılmış ağıtlar halini alacaklardı…
Çocukluğumun belki bir yılı bu sosyal etkinlikler döngüsünde geçmiştir, her şeyin aynı kalacağı inancına sahip melankolimin alacağı ilk darbelerden birine, ağlama ve bağrışma sesleriyle uyandım bir sabah. Sesler İsa amcamın odasından geliyordu, yataktan hışımla fırlayarak iç çamaşırımla üst kata odasına koştum. Yeni doğan güneşin genç ve taze yüzüne vurduğu bıçkın delikanlının, her an yeni güne uyanacağı intibasıuyandırıyordu yarı açık yorgan altında yatış durumu. Bana inanılası gelmiyordu her şey bir oyun gibiydi fakat, güneş aydınlık imajında parlayarak son defa selamlıyormuş meğer o gün onu.
İsa amcam ölmüştü, hayatının baharındaydı daha, geride on dokuz yaşında eş, biri üç diğeri bir yaşında iki küçük çocuk ve geride yasa boğduğu bir hane bırakmıştı. Ev acı haberi duyup gelen insanlarla doluvermişti bir anda, beni hemen odadan çıkardılar, bir süre evin önünde gelenleri izlemiş anlamsızca etrafa yine oyunmuş gibi baktığımı hatırlıyorum. Sonra tekrar içeri girdiğimde odama dolan kalabalık içinde kıyafetlerimi bulamamıştım.
Hiç unutamadığım şeylerden biri;
Annem çocuk yaşta kaybettiği oğlunun ölüsü başında ağlarken, o kalabalığın enerjisinden de ürkmüş olmalıyım ki, anlamsız şekilde bende ağlamaya başlamıştım. Lakin benim ağlayışım İsa amcama değildi onunki hala bir oyun gibiydi, herkesin bir değerini yitirdiği noktada benimde o anlık çocukça saf ve ahmakça değerim olankıyafetlerimi bulamadığım için ağlıyordum ben.
Sonra cenazeyi alt kata evin salonuna indirdiler, kapıyı yarı araladığımda anamı oğlunun başında ağlarken görüp; Ana, Anaa pantolonumu bulamıyorum diye bağırarak ağladığımı da iyi hatırlıyorum. Kalkıp gelmiş kıyafetlerimi bularak beni giydirmiş ve tekrar kalktığı yere, oğlunun başına oturarak ağlamasına devam etmişti. Oğlum sen daha çocuksun ölmüş olamazsın ağzında daha sütümün kokusu var oğlum diye üzerine kapaklanıyor ve belli aralıklarla da ağzını koklayarak kendi sütünün kokusunu almaya çalışıyordu. Ne kadar açıl ise o kadarda duyguluydu o gün benim anam. Ben ise dokuz yaşında olmama rağmen ne farkındasız, yaşıma göre ne kadar daha çocukmuşum. Yakın bir köyde yaşayan halam vardı, köyümüzün muhtarı olan ve ilerde kendisinden detaylı bahsedeceğim babamın yeğenlerinden Hüseyin amcam, halama haber vermeye aynı zamanda onu cenazeye getirmeye gidiyordu. Ben bunu nasıl öğrendim bilmiyorum, belki de sırf oradan uzaklaşmak yada araçla gezeyim hevesiyle yanında yerimi aldım şuan hatırlamıyorum fakat halama doğru yola koyulduk. Araçtan iner inmez halamı görüp; hala isa amcam öldü seni almaya geldik dememle kadının olduğu yere yığılması bir oldu. Neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadığım gibi, başına toplanan kalabalıkta evdeki cenaze kalabalığın bir başka oyun şekli gelmişti bana. Evet dokuz yaşındaydım fakat mantık yaşım üç falan olmalıydı. Bu durum anne babasız geçirdiğim ilk beş yılın ciddi eksikliğinin göstergesiydi. Ben daha o zaman gerçek anne baba figürlerini kafamdan silmiş, gidişlerini zihnimin en arka odalarına atmış olsam da, eksiklerinin gelişmeyen geliştirelemeyen her şeyimi, duygu düşünce ve davranışlarımı nasıl örselediğini çok daha ileriki evrelerde anlayacaktım. Akıl zenginliğim, mantık yoksunluğum tarafından hiçlere harcanacak, kendimi manevi iflas madden bir çukurda bulacaktım. Mantığım işte o noktada devreye girecek, fakat yine ileri değil geriye doğru acımasızca sırf beni kendi içimde hem ruhsal hem psikolojik daha da cezalandırmak için çalışacaktı. Köye dönüp Hüseyin amcam, cenazeyi haber verip birilerini getirmek için kasabaya gittiğinde hemen yanında yine ben vardım. Tek amacım araçla gezebilmekti sanırım, geri kalan her şeye farkındasızdım. Gittiğimiz her yere acı haberi ben verdim, hatta gidebileceğimiz daha da çok yer olmayıp araçla gezmelerimiz erken bittiği için üzülmüştüm belkide?.Bunu hatırlamıyorum fakat ihtimaldir, hatta kendim hakkında şöyle bir iddia da bile bulunabilirim ki, o kadar gezdiğim mutlu olduğum için İsa amcamın ölümüne sevinmiş bile olabilirim o gün.
Dönüşte elimde boru şeklinde yeşil, ucunda ise açmış gül şeklinde sarı pervanesi olan kullanımını öğrenebilme fırsatı bulamadığım bir oyuncağım vardı. Bunu kim almış nasıl edinmiştim hatırlamıyorum, ama telden tahtadan yapmadığım kendi icadım olmayan ilk ve tek oyuncağımdı o benim. Herkes mezarlıktaydı artık, bende merakla mezarın başına koştum isa amcamın beyaz kefen içinde toprağa indirilişini yine bir oyun gibi meraklı bakışlarla izliyordum. Ama ne zaman ki son kez görelim düşüncesiyle yüzünü açtılar, ve ben onu gözleri kapalı, o sabahki güneşin tenine yansıyan aydınlığından mahrum kalmış yüzünü karanlık mezarda kefen arasından gördüm. İşte o zaman İsa amcamın öldüğünün ve artık geri gelmeyeceğinin acı farkına ancak varabildim. Önce nefesimde bir dengesizlik hali hissettim, sonra içimde bir balon şişmeye başladı sanki, ben nefesimi yukarı çektikçe o alttan alta yükseliyordu. Ansızın boğazım bir yengeç saldırmış gibi nefes alamamaya başladım, gözlerim karardı ve tam mezarın içine düşeceğim anda acı bir soluk üflendi boğazıma. Böğürerek koca adam gibi ağlamaya başladım, ağladım, ağladım çok ağladım. Vicdanlıydı, sert görünürdü ama merhametli duyarlıydı, yaşasaydı sağlıklı gelişebilmem adına doğruları gösterecek idolüm, abim olabilirdi -ki babaanne ve büyükbabama anne baba dediğim gibi ona da abi derdim. Belki de o kadar etkili ağlayışımın sebebi onunla birlikte geleceğimde kaybettiğim artıların, onun ortadan kalkmasıyla eksiye dönüşerek çocuk ruhumda kaybolmasının dayanılmaz etkileşimleriydi. İçinde bulunduğum o minicik ana gelecek yaşamımın tümünden gelen kadersel bir yüklenme vardı sanki. Biraz olsun kendime geldiğimde elimdeki oyuncağımı henüz kapanmayan dokuzuncu tahtanın arasından İsa amcamın baş kısmına atmıştım. Anlamıştım ölmüştü ama çocuk ve yetersiz aklımla gittiği yerde onunla oynar düşüncesindeydim, zaten o da bir çocuk değilmiydi daha? Başka verebileceğim değerli şeyim yoktu, yine mezarın başına çökmüş herkesin birbirinden kürek kapma yarışına girerek anlamsız bir hırsla mezarı doldurma gayretini, İsa amcam ve oyuncağımın toprakta kaybolmasını izliyordum. Yarışırcasına bu toprak atma gayreti de neyin nesiydi, bundaki amaç ne idi neden yavaş gömmüyorlardı belki de kalkardı kim bilir?. Hayatımdan çıkıp giden her değer gibi onun ölümü ile de çok şey kaybetmiştim, kadermi kedermi diyelim bilmem fakat o ünlü deyişte söylendiği gibi tek gerçek vardı; gün akşamlıdır devletlum, dün doğduk bugün ölürüz…
Babam aynı gece yengeme; kızım sen erini ben oğlumu kaybettim, daha çok gençsin önünde uzun bir hayat seni bekliyor gidersen anlarım, eğer gideceksen bugün git bana ikinci bir acıyı başka bir gün de yaşatma dediğini çok net hatırlıyorum.
Yengem ise; baba ben senin gelinin değil öz kızınım, buradan başka gidecek yerim yok ve olmayacak dediğini, sonrasında birbirlerine sarılıp ağladıkları da çok net kayıtlıdır hafızamda. Bilincimin çoktan unutup zihnimin en arka dehlizlerine atmış olduğu ikinci bir haşlanmış yumurta faciası da yaşanmamış olmuştu böylece. Baba cenazeye iki günlüğüne gelmiş imiş o zaman, fakat ne ben onu görerek hatırlamış ne de o beni farketmişolmalıydı, zannederim baba ile ortak bir duygumuz var ise o da karşılıklı unutulmuşluktu.
Bu aşamadan sonra maalesef aşkın amca isa amcamın yerini almıştı, onun boşluğunu kendi bomboşluğu ile doldurmaya başlayacaktı. Aşkın amca rahatına aşırı düşkün, her işinde aşırı disiplinli lakin çalışmayı sevmeyen, her şeyin iyi ve güzeline sadece kendisinin layık olduğunu düşünen yetersiz egoist yeterince narsistbiriydi. Tanıdığım insanlar içerisinde hiç rastlanmayacak kadar önemli ve büyük kişi olma gereğini duyan küçük bir zavallıydı. Erken yaşlarda herkesten daha zeki ve yetenekli olduğunu keşfetmiş her konu da en iyinin kendisi olduğuna hastalık derecesinde inanmıştı. Sırf çevresi değil, hiç görüp bilmediği insanlardan bile üstün olduğu iddiasında olan, kendini yükseklerde yer tutmuş gören oldukça alçak bir adamdı. Tanıdığım insanlar içinde hiç rastlanmayacak kadar önemli ve büyük kişi olma gereğini duyan küçük bir zavallıydı. Erken yaşlarda herkesten zeki ve yetenekli olduğuna inanmış, her konuda en iyi ve en üstünün kendisi olduğunu keşfetmişti. Onunla büyümek benim için zor olacaktı, çünkü el attığı her alandan çekilmem gerekecekti ve maalesef onun anlayıp bilmediği konu yoktu olamazdı. Sözünün olmadığı fikrinin bulunmadığı bir durumu kabullenmek yüksek şahsiyeti için çok aşağılayıcıydı. Babamın kıyıp ta kimseye teslim edemediği İsa amcamın yadigarı o eski ama değerli traktörü kaçırır, gittiği düğünlerde yine babamın en özeli olan silahını yastığının altından aşırarak tüm mermilerini bitirirdi. Dönüşlerinde eve babam korkusu ile yaklaşamaz bana haber gönderirboş silahla traktörü teslim ederek kendisi günlerce babama gözükmezdi. Çünkü işlediği suç ciddi bir dayak sebebiydi. Babam ise bu siniri ev halkından özellikle de anamdan çıkarır hanede huzur adına bir şey kalmazdı. Tabi aşkın amcamın şansı her zaman böyle yaver gitmez babamın ani baskınlarıyla yakalanıp dayak yediği de olurdu. Bu baskınlardan kaçıp boş silahla traktörü bana teslim ederek ortalardan kaybolduğu zamanlarda, genelde anam tarafından saklanır babamın siniri geçinceye kadar kendisine gözükmezdi. Eğer mevsim kış ise babamın öfkesinin haftalarca geçmediği olurdu, ama mevsim yaz ve tarla işlerinin yoğun olduğu bir dönemde isek kızgınlığı çabuk geçer ya da geçmiş gibi görünürdü. Çünkü er yada geç sona erecek kızgınlığı uzatıp işlerin en yoğun zamanında bir ırgattan mahrum kalmanın hiçte mantıklı bir yanı yoktu. Aşkın amca küçükken menenjit hastalığı geçirmişti, anamın tezine göre buna bağlı olarak sinirsel hastalıkları vardı, az biraz baskıya maruz kaldığında dudaklarını ve parmaklarını sonra finalde kollarını ısırırdı. Anam bu durumu kendi tezine bağlar sürekli olarak korumaya alırdı onu, aşkın amca bunu sanki devlet hastahanesinden alınmış ciddi bir heyet raporuymuş gibi sahiplenir lehine olarak çok iyi kullanırdı. En küçük bahaneler basit sebeplerden ötürü aniden kendini ısırmaya başlar olmadık yerlerini kemirirdi, bu dişlemeler basit kızarıklıklardan öteye geçmezdi, bir kez olsun ciddi bir ısırıkla bir yerini kanattığına şahit olmamışımdır. Aramızda ciddi bir yaş farkı yoktu, fakat şartlandırılmış aile kurallarımız gereği ona babama gösterdiğim saygı ve itaatin aynını göstermem gerekiyordu, aksi düşünülemezdi. İleride yeri geldikçe daha detaylı değineceğim üzere, beni çok ezdi çok yıprattı, yaptığım bir yaramazlıktan ötürü hem ondan hem babamdan ayrı ayrı iki dayak yerdim. Bütün arkadaşlarımız ortaktı ama asla beraber bir arada oturup eğlenmemize müsaade etmezdi, eğer bir yerde oyun oynanacaksa ya da bir eğlence varsa bu onun hakkıydı beni ortamdan ayırır eve gönderirdi. On derviş bir kilim altında yatar, iki padişah bir ülkeye sığamazdı evet ama, ben ne padişahtım ne vezir ne yeniçeri, insan bile değildim onun gözünde. Küçücük sebeplerden ötürü toplum içinde arkadaşlarımın yanında hiç düşünmeden -ki bu konuda hiç düşünmezdi- bana saldırır, ardımdan ne kadar haklı olduğunu pişkinlikle anlatırdı. Kendi vicdanı için kendine yaptığı tanıklıklar yeterliydi onun için, söylediklerim doğru olup herkesçe kabul görse bile o sırf ben söylüyorum diye kudurganlıkla muhalefet eder kişiliğimi önemsizleştirirdi. Aynı veya benzer yaramazlıklarda babamın ona gösterdiği tolaransı o bana asla göstermezdi. İş zamanı olup olmaması farketmezlazım gelen şiddeti illa üzerimde uygulamadan rahat edemezdi. İnsanoğlu varlıksal olarak böyle değilmiydizaten, kendisinin belki defalarca işlediği suçları başkaları işlediği zaman ilk taşı atmak için en öne o geçme gayretiyle çırpınması gereken…
Oysa biliyordu ki anne babalarımız yoktu, hayatın zalim anlarında yalpalayıp devrilmemem için bana abilik amcalık yapabilir, örselense bile gelişmeye çabalayan korunmasız yanlarıma güçlü bir destek olabilirdi. Amma velakin o, sahipsizliğimi vicdandan uzak eylemlerini gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsat olarak görüp, kişiliğimin ve ruhsal durumumun sağlıklı oluşamaması, kalan zayıf direncimin de sakatlanması için ne gerekiyorsa yaparak büyük bir çaba sarfetti. Sayısız türde acımasızlık, duygu ve duyarsızlıktan oluşan varlığı önümde bir dağ gibi sürekli durarak, çocukluk ve ergenlik dönemlerimden pis gölgesi hiç eksilmedi. Anambeni analı babalı yetimim diye ağlayarak severdi, o ise, senin anan ikinci defa evlendi, bir am’a iki sik değmişse o kadın orospudur ve sende bir orospu çocuğusun diye döverdi…
Bu sinkaflara karşı neden nasıl bir orospu çocuğu olduğuma dair analitik hesaplar yapacak, gördüğüm şiddetten ötürü başımı kaldırıp kafa yoracak çapta değildim. Ayrıca hangi anne, kime ne sik değmiş bunu çözümleyebilecek bir mantık yolu da yoktu bende. O sebeple edilen küfür ve yediğim dayaklar maruz kaldığım günlük olağan söylem ve eylemlerden biriydi benim için. Şimdi düşünüyorum da, benim suçummuydu annenin ikinci evlilik yapmış olması, babanın da başka bir aile kurup her ikisinin de bizi terketmiş olması sahipsiz ve korunmasız kalma sebebimiz benim yaramazlıklarımın neticelerinden birimiydi?
Belli aralıklarla yatağa işerdim, anam bunu yediğim dayaklara bağlardı, sağolsun benim için de bir tezi vardı ancak hiçbir işime yaramıyordu. O beni üzerimde uygulanan fiziki şiddetten korumaya çalıştıkça, aşkın amca; merak etme sakatlamıyorum der ve bunu hafifletici bir neden sayardı. Edilen küfürlerin alışkanlığından olacak bunlar üzerinde bunlar üzerine düşünmesem de,bu hususu o zaman da anlamaya çalışırdım ve hala düşünürüm; ruhsal duygusal sakat bir yetimi sakatlamadan dövmek nasıl oluyordu, bunun için nelere dikkat edilmesi gerekirdi?...
Köyüm yüksek dağlar yamacına kurulu, karadenizin o ürkütücü karartısına on iki kilometre tepe pencereden bakar, yeşil ve mavinin her tonunu kendi içinde barındırırdı. Derin vadisinde çok boyutlu sisler yükselir, tepesindeki sık ormanlar sabahın o ilk güneşine geçit vermez ve köyüm yamacının en üst tepesinde yer tutmuş olan evimiz en son aydınlanırdı. Hemen alt deresinde camdan berrak durulukta akan sularının çıkardığı sese, horozların günaydın ötüşleri de eklenerek köy halkı her sabah bu senfoni ile uyanırdı. Kutsal bir hale gibi yükselen dağ yamacı sisi altından, çiğle kaplanmış gümüş kahvesi kiremit çatılı ahşap evleri, ve yine gümüş yeşili ormanları ortasında güneşin altın sarısı ile birleşerek, bu manzarayı görmeyene yazı söz ile anlatmayı imkansız kılan bir hayal sunardı. Tabiatın kendini sanki bir nokta da kanıtlıyormuşçasına tüm cömertliğini bu küçük merkezde gösterip, bütün güzellikleri bir arada ortaya koyduğu şirin bir yeryüzü cennetiydi benim köyüm. Dere kenarına oturduğunda insanın ruhunu sürükleyerek,akıntısı ardından karadenize doğru çekmeye davet eden hadi gel sesleri, ormanlarının başında durduğunda ise, sanki sonsuzluğa uzanıp giden bir deryaya bakar olurdun. O engin yükseklere doğru bin bir farklı tür ve şekillerde birbirlerine dal dala sarılmış ağaçların görülmeye değer kardeşlikleri, çakıl taşlı yolları, düzmece sokak lambaları, tarlaları ormanları dağ ve tepelerine doğru doğaçlama uzayıp giden şirin patikaları, kırmızı benekli çay balıkları yabani üzümleri, böğürtlenleri ormanlar dolusu kuşburnuları, kayasından fışkırarak boşa akan tertemiz maden suları, küçük şirin bahçeleri ve kendini hala zorla saydırtmaya çalışan daha nice güzellikleriyle, mistik huzurun gölgesiydi benim köyüm.
Adını ise istenmediğinde yılışık, istendiğinde ise istikameti pek belli olmayan bir bitkiden almıştı, Sarmaşık.
Enterasandır ki köyümde bu bitkiden yoktu, her karesini yıllarca adımlayıp tarla ve ormanlarında çok defalar sabahlamış biri olarak, Sarmaşık bitkisinin tek bir örneğini dahi görmedim köyümde. Bu ismi nereden nasıl aldığı konusunda da kimse bilgi sahibi değildi. Köyüm onu ortadan ayıran küçük bir çayın iki şirin yamacına kurulu yüz yirmi hanelik iki mahalleden oluşurdu. Çayın hemen kenarında köhne bir camisi vardı, bahçesi köyümün ihtiyar heyetinin namaz öncesi toplanma yeri, hemen yanındaki öteki mahallenin meydanı ise biz çocukların oyun alanıydı.Karşı mahallemiz çerkes, türkmen, gürcü, lazlardanoluşan ve sanıyorum birinci dünya harbi zamanlarında getirilip yerleştirilen çok renkli bir topluluktan oluşurdu. Bizim yaklaşık kırk hanelik mahallemiz ise, rivayete göre bir sel sonucu Trabzon ile Rize arasında bir bölgeden, yaklaşık iki yüz yıl önce o bölgeye yerleşen tek bir ailenin devamıydı. Her hane birbiriyle akraba herkes kuzendi, mahallemizin Adem babası Recep dedemizdi, hepimizin bilinen soy ağacı ona çıkıyor tek bir haneye bağlanıyordu. Soyadımız ise sülalemizin geçmişi araştırıldığında bir Aydın’ın kelime anlamına vakıf biri bulunmamasına rağmen Aydın dı.tıpkı köyümüzün adı gibi bunda da bir tezatlık olduğu belliydi. Zannederim soyadı kanunu ilk çıktığında nüfus müdürlüğüne giden büyük dedemiz, bu soyadını ya orada duymuş ya da bir ön sıradakinden kopya çekerek, görevli memura benimki de ondan olsun demişti. Kaldı ki kasabamızda soyadı Aydın olan başka aileler de var. Başka bir ihtimal düşünemiyorum kuvvetle muhtemel böyle olmuştur, tabi buda tezleri çok olan bir ananın oğlu olarak benim kendi küçük tezimdir. Her iki mahalle de müşterek esaslardan hareket ederek, birbirlerine samimi ve gönülden bağlı tek bir bütünü oluştururdu. Köyümüzde bir kahvehane vardı sahibi babamın yeğenlerdinden ve aynı zamanda köyümüzün muhtarı olan, İsa amcamın cenazesinde arabasıyla evden eve acıyı dağıttığım Hüseyin amcamdı. Altmışlı yıllarda üniversitede okurken sanırım bir gönül meselesi yüzünden eğitimini yarım bırakmış, seksenlere kadar İstanbul da kulüp işletmiş sonra her şeyi bırakarak gelip köye yerleşmişti. Çok donanımlı kültürlü adamdı, genlerinde bizim gibi dağlılık taşıdığını belli eden fevri davranışları olsa da, hitabeti kılık kıyafetiyle tüm diğer amcalarımızdan açık ara ayrılırdı. Köylerde siyah beyaz televizyona henüz alışılmışken, Hüseyin amcam kahvehaneye renkli televizyon getirmişti. Biz çocuklar başta olmak üzere köyün büyükleri hatta tüm çevre köyler için dünyanın en ileri teknolojik icadıydı bu. Onu görebilmek için her yerden insanlar gelir, kahvehaneye sığmayan kalabalıklar dışarıya taşardı. Haliyle bütün gündemimizi o renkli televizyon oluşturur olmuştu, hep onu konuşur sürekli ondan bahsederdik. Biliyor musun, içindeki insanlara dokunabiliyormuşsun? Yalnız izlersen renkli camından canavarlar dışarıya çıkıyormuş biliyor musun? Biliyor musun içinde gerçek insanlar varmış gece seni kaçırmaya çalışıyorlarmış, yine biliyor musun ile başlayan hayali yalanlar uydurur, sonra bizzat bizim söylediğimiz yalanlar dilden dile dolaşıp evrilerek bize geri döner, kendi yalanımıza mutlak gerçeklikte inanırdık. Küçüktük bizi kahvehaneye almazlardı, zaten her yerden akın akın gelen meraklı büyükler yüzünden biz ufaklıklara yer açılması mümkün de değildi. Sabahları kahvehane henüz açılmadan erkenden gider, kapalı pencereden kapalı renkli televizyonun diğer siyah beyaz televizyonlardan farklı kasa görünümünün ilginçliğini, sanki açıkmış gibi ilgiyle izlerdik. Pencerenin kenarında sadece bir kişinin sığabileceği daracık bir yer vardı, o kutsi yeri kapabilmek için ne kavgalar ederdik. Komşu köyden gelen meraklı çocuklara izleyemediğimiz televizyonumuzla hava atar, onları pencereden uzak tutmak için kimsenin farkında bile olmadığı ne savaşlar verirdik. Büyüklerin göremediği kadar minik, lakin nefeslerimizin ciğerlerimize, zamanların günlere sığmadığı kocaman dünyamız vardı. Kahvehane açıldığında tacizlerimiz taaruza dönüşür, Hüseyin amcam laf sözden anlamadığımızı farkettiğiiçin, hepimizi içeri alarak bizi inanılmaz sevindirirdi. Sözleşmemiz hep aynıydı, neticesi de aynı. Bizlere birer oralet ısmarlayacak bunlar bitinceye kadar en ön masada renkli televizyon izletecek, bunun karşılığında evimize gidecektik ve o gün bizi artık pencere kenarlarında görmeyecekti. Böyle bir teklifi kabul etmememiz söz konusu olamazdı hatta dünyanın en karlı anlaşması denen şey bu olmalıydı, tabi oralet içme süremizi ne kadar uzatabilirsek o kadar da kardaydık. Tabi bir çocuğun mutluluk süresinin o bardaktaki oralet oranının ölçüsü ile eş zamanlı olduğu hesaba katılırsa, kesinlikle bitmemelilerdi. Ağızlarımıza götürür çok minik yudumlar alır veya hiç almaz, ama alırmış gibi yaparak dudaklarımızı ıslatırdık sadece. Hüseyin amcam bu küçük numaramızı yemese de , kahvehanenin uygunluk durumuna göre yermiş gibi görünürdü. Çocuklara düşkündü ve bizleri çok severdi. Oraletlerimizin artık soğumuş olduğu gerekçesiyle bardaklarımızı tazeletme teklifini hep bir ağızdan reddederdik. Hem ne malumdu bardakları götürdüğümüzde elimizden alarak, haydi bakalım çocuklar oraletleriniz bitmiş hepiniz dışarı demeyeceği? Böylesine tehlikeli bir riske atamazdık kendimizi, hem biz soğuk severdik sıcak olursa ağzımız yanabilir dudaklarımız kabarır hatta kim bilir belki ölebilirdik bile. Zaten duyduğumuza göre de bir çocuk sırf bu yüzden ölmüştü. Böylesi saçma ve gerçekten uzak yalanları uydurmalarımızı hep bir ağızdan, hatta kelime sıralarını bile şaşırmadan doğaçlama öyle güzel ekip halinde yapardık ki, Hüseyin amcamın halimizin komikliğine tebessümünü bizim ikna başarımız olarak görürdük. Bir süre sonra -ki bu süre ne kadar uzun olursa olsun bizim için kısacıktı- Hüseyin amcam kendi yaptığı anlaşmayı kendi bozarak, artık imamın apdest suyuna dönsede henüz daha yarısını içebildiğimiz bardaklarımızı bitirmeden hepimizi ansızın kapı dışarı ederdi. Hayal kırıklığı içerisinde köy meydanına kaçar ve orada yaptığımız toplantıda, bize belki yarım saat daha renkli televizyon izletecek oraletlerimiz kaldığını, açıkça haksızlık ederek anlaşmayı onun bozduğunu, bu durumda pencere kenarı ve duvar diplerinde olmayacağımıza dair sözün geçersiz olacağının haklı kanaatine varırdık. Böylelikle tacizlerimize kaldığımız yerden devam ederdik. Fakat hep huzursuzduk, belli aralıklarla kahvehaneye girip çıkanlar Hüseyin amcamın bizim için geldiği korkusu uyandırırdı. Bir zaman sonra buna da bir çözüm bulmuştuk, kahvehanenin arka kısmı tarlaydı ve oradaki pencere renkli televizyonu uzaktan da olsa tam karşıdan görürdü. Gündüz orası Hüseyin amcam tehlikesine açık bir yerdi fakat gece bizi orada kimsenin görmesine imkan yoktu. Tüm çocuklar geceleri orada roplanır olmuştuk, dışarıda olmamız renkli televizyonumuzun uzak duvarda olması ve kahvehanenin gürültülü kalabalığı sesini duymamıza olanak tanımazdı ama mutluyduk. En huzurlu en heyecanlı zamanlarımızdı onlar, akşamı iple çekerdik. İsa amcamın siyah beyaz televizyonundan görüntüsüz sırf sesle tv keyfine alışmışlığım vardı, burada ise durum tam tersiydi, görüntü var ses yoktu. Ama bu sisteme de alışmam çok sürmedi, mutlu olmaktan başka tasası olmayan her çocuk gibi, minik şeylere dev gibi heyecanlar üreterek evrimden evrime hızla geçiveriyordum.
Mart Nisan aylarında dere kenarları ve orman diplerinde kabuklu salyangoz toplardık, bu bizden önceki kuşaktan devraldığımız ve azda olsa maddi getirisi de olan bir gelenekti. Genellikle geceleri otlayan bu hayvanları o dönemin aydınlatmadaki en büyük icadı Lüks ile, ya da benzin dolu şişenin ucuna takıp yaktığımız bir bez parçasıyla arardık. Köyüme fikrinin kim tarafından getirildiğini bilmediğim bu aparatı şehirlerde tanıyacak, ileride ortasında kaldığım eylemlerde adının Molotof kokteyli olduğunu öğrencektim…
Lüks denilen o süper aydınlatıcı alet benim için gerçekten de lükstü, çok pahalıydı ancak bir devre büyüklerimiz ancak ortaklaşa alabilirlerdi. Çalıların en dip kuytularından dere kenarlarının karşı yamacına kadar gündüz gibi ışıtırdı. Bu aylarda geceleri salyangoz toplamaya çıkanların ışıklarıyla dağlar aydınlanır, sabaha onlarca ışık, ateş böcekleri gibi oradan oraya gezinir dururdu. Lüks sahibi olanlar salyangoz aramaya çuvalla çıkardı, ben ise bir elimde küçük poşetim diğerinde Molotof kokteyli ile dikenlerin içerisini ışık tutup görebilmek için çok büyük çabalar sarf ederdim. Kollarım bacaklarım ellerim diken yırtıklarından kan içinde kalırdı, ama bu uğraş sırf maddi getirisi için değildi, herkesin bu işin içinde olması eylemi renkli ve eğlenceli kılıyordu. Bazen Molotof kokteylini hazırlayabilecek benzinim benzinim olmazdı, bu durumda anama beni erken kaldırmasını tembihler salyangozların gece otlamalarından inleri toprak altlarına dönmezden evvel yakalayabilmek için düşerdim yollara, daha doğrusu dere ve ormanlara. Bu hayvanlar genelde sisli ve yağmurlu havalarda otlanmaya çıktıkları için çizme giymek elzemdi, daha o yaşlarda bile ayak numaram büyük olduğundan eldeki çizmeler bana olmaz, babamın mesh ayakkabılarıni giyerdim. Çocukluğum bu mesh ayakkabılarıyla geçmiştir, yenileri alındığında bir süre giymeye kıyamaz onları yastığımın altına koyar tatlı gelen lastik kokusunu içime çekerek uyurdum. Toplanan salyangozları kasabaya götürerek çok küçük miktarlarda paraya satardık, elimize para geçtiği istisna zamanlardı bunlar. Hatta bazen satışlarını birkaç gün geciktirir kilosu fazla gelsin diye içlerine toprak atar yemelerini umardık. Bu hileyi kim öğretmişti, ayrıca salyangoz toprak neden yesindi mantığı neydi hatırlamıyorum, kaldıki satışını yaptığımız yerde onları araç yıkama hortumuyla tazyikli suda yıkayarak tüm topraklarından arındırır ışıl ışılyaparlardı. Yine bu dönemde Hüseyin amcamın kahvehanesinin arka bahçesinin penceresinden izlediğimiz baş rolünde hülya Koçyiğit’in oynadığı sessiz ama renkli filmlerimizden birinde, kurbağa toplandığını ve bunların tomar tomar paralara satıldığını görmüştüm. Köyümde böyle bir sektör yoktu, ama bu işi ilk ben patlatabilir çok paralar kazanabilirdim, bu sayede o çok istediğim Lüks’ü alabilirdim üstelikte köyümüz ve çevresinde kurbağa salyangozdan çoktu. Göller dereler hemen her yer onlarla doluydu, köyüm gecelerini tüm yaz boyunca onların vıraklama sesleriyle geçirmiyormuydu, ayrıca onlar salyangozlar gibi genellikle geceleri dışarıya çıkan hayvanlarda değilllerdi. Toplamak için ne Molotof kokteyline ne de Lüks’eihtiyaç vardı kararımı vermiştim kurbağa işine girecektim. Bu fikrimi arkadaşlarıma açtığımda saçma bulup hiç sıcak bakmadılar, bende yalnız başıma işe girişip hemen ertesi gün elimde poşetimle göllere derelere koştum. Durum tam da tahmin ettiğim gibiydi her yer kurbağa kaynıyordu, fakat poşet yanlış seçimdi çok kısa sürede doluvermişti. Çuval ile gitmiş olmalıydım ama köyden bir hayli uzaklaştığım için de geriye dönmedim, arkadaşlarını alıp götürdüğümü gören kurbağalar bunu tüm dereye haber verebilir ve ben döndüğümde hepsini kaçmış bulabilirdim. Zira bunlar salyangozlar gibi ağır hareket eden canlılar değillerdi, bu riski alamazdım! Pantolonumu çıkarıp paçalarını bağlayarak bir çeşit heybe yaptım, belki on iki veya on dört yaşlarımda olmama rağmen iyi ki yaşıma göre oldukça kalıplıydım, büyük pantolon paçalarım dolmak bilmiyordu. Belki yüzlerce kurbağa toplamıştım o gün ve kimse beni pantolonsuz görmesin diye sık ormanlarımızın patika yollarını kullanarak eve gelmiştim. Hepsini evde çuvala doldurduğumda içeriden bir sürü çift göz bana bakıyordu, Tanrım ne zenginlikti bu, artık o Lüks’ü alabilecektim ve belki de bisiklet, evet bisiklet bile alabilecektim hemde vitesli olacaktı bu, zatenbölgemizin dik bayırlarında vitessiz bisiklet zor olurdu evet kesinlikle vitesli olmalıydı. Sınırlı olduğu gibi, ağzına kadar da olasılıklarla dolu bir hayatım olabileceğini ilk o zaman farketmiştim. Kurbağa çuvalını salyongazları da sürekli koyduğum evin tuvaletinin uzunca koridoruna koydum. Sabah onları satmaya kasabaya satmaya götürecek, dönüşte ise vitesli bisikletimin arkasına Lüks’ü bağlayıp mutlu mutlu pedal çevirerek köyüme gelecektim. Bisikletimi hangi renkte almalıyımın kararsızlığı ve daha çok kurbağa toplayarak kim bilir neler alabileceğimin zengin hayalleri ile güçlükle uykuya dalabildim. Tabi ben salyangozların poşetteki sessizliklerine, nasıl bıraktımsa tekrar ayni bulma eylemsizliklerine alışık olduğumdan, kurbağalardaki el, ayak ve tırnak gibi farkları düşünüp hesap edememiştim. Gece kurbağalarım çuvalı yırtarak dışarı çıkıp tuvaletin o uzun koridoruna doluşmamaları imkansızdı, babamın gece tuvalete kalkarak uyku sersemliği ile üzerlerine basıp ilerlediği o yumuşaklıkları sonradan fark etmesi ile gördüğü sahneyi ancak kendisi ifade edebilirdi. Kükreme gibi bağırış ve bir yığın küfür sesine uyanıp panikle salona koştum, gerçekten inanılmaz bir görüntüydü. Babam tuvalet kapısında dikilmiş duruyor, kapıyı yarı açık bulan onlarca belki yüzlerce her renkte kurbağalarım, salona doğru vıraklayarak koşuşturuyorlardı. Tam bir gece yarısı şokuydu her yer kurbağaydı. Babam yine küfür azar ve dayak eşliğinde çoğunu tutturup dışarı attırdı, bulamadıklarım ise günlerce evde kaldılar. Haftalar sonra bile yengemin çeyiz sandığı, anamın tel dolabı, babamın palto ceplerinden olmadık zamanlarda vıraklayamabaşlayıp gecenin bir yarısı tüm ev halkını uyandırıyorlardı. Bu durum uzunca bir süre devam etti, hele bir tanesi vardı ki aileden biri gibi olmuştu, ben evde olmadığım zamanlarda ortaya çıkıyor fakat kimse onu eline almak istemediği için müdahale edilmiyor, ben varken de ortalarda görünmüyordu. Böylelikle bütün zenginlik hayallerim facia ile son bulmuş ve benim en o Lüks’ü ne de vitesli veya vitessiz bisikleti alacak param hiç olmamıştı. Diğer işlerimiz başında inekleri otlatmak gelirdi, bu benim en sevdiğim işti bir nevi sosyal aktiviteydi, çelik çomak oyunları oynar ateş yakıp közde mısır pişirir ve mevsim meyve ağaçları arasında daldan dala atlayarak müthiş eğlenceler yaratırdık. İnekleri en uslu sayılanlar benimkilerdi, diğer arkadaşlarımın hayvanları sürekli mısır veya tütün tarlalarına kaçar sahiplerini beş dakika oturtmazlardı. Siyah ineğim Cömert’te ahır kapısına işlenmiş olan doğum tarihine istinaden bir boğa burcu dişisi olarak, taze yeşil renkte mısır yaprakları başta olmak üzere doğadaki diğer bütün canlı renklerin cazibesine dayanamaz, bulduğu ilk fırsatta onlara doğru yönelmeye bakardı. Bazen bir bağırışımla durarak kafasını yere kor tek gözü beni denetleyerek önünden otlanıyormuş numarası yapardı. Dikkatimin başka yöne kaymasını sabırla bekler, kendini unutturduğunu fark ettiği anda hedefine doğru ilerlemeye başlardı. Eğer onu mısıra varmadan fark etmişsem, oraya ne kadar yaklaşmış olursa olsun, daha da sert bağırışımla beraber yerimden kalkıp yanına gidiyormuşum gibi hareketler yaptığım için umudu kırılmış halde geri dönerdi. Ama eğer hedefine ulaşmışsa ne bağırıp çağırmalarım ne de yaptığım sahte beden hareketlerimin onu mısırlardan ayırabilmesinin imkanı yoktu. Ben bizzat gidip onu oradan çıkarıncaya kadar olan süreyi iyi değerlendirerek, seri bir şekilde mısır yapraklarını mideye indirmeye bakardı. Aslında bir hayvandan özellikle inekten beklenmeyecek kadar zekice numarasını taktir etmiyor da değildim, ama otsuz bir alanda bir saat bağlı kalma cezasından da kurtaramazdı bu onu. Ali abimiz vardı yine bizim Aydın’lar sülalesindendi, bizden yaşça oldukça büyüktü hayatı kumardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde küçük yaştan beri garsonluk yapması bir nevi kumarın içinde yetişmesini sağlamıştı, hastalık derecesinde kumarbazdı cebinden iskambil kağıtları hiç eksik olmazdı. Bizlerle inek otlatmaya gelir hepimizi kumara takar o varken çelik çomağın yüzüne bakan olmazdı. Hiç kimseyi bulamasa kendi kendine pişti oynar, sanki karşısında gerçek bir rakip varmış gibi kağıtları dağıtır önce kendi yerine, sonra hiç üşenmeden yer değişerek rakibi yerine geçip kağıt atardı. Bu yer değişimini yapmadan karşı tarafa dağıttığı kağıtlara bakmayacak kadar da dürüsttü. Hemen bütün iskambil oyunlarına vakıftı, onun sayesinde küçük yaşlarımızda türkiyede oynanan kağıt oyunlarının çoğunu öğrenmiştik. Kaybedenler inekleri mısırdan çeviriyordu, lakin Ali abimiz gerçekte olmayan o hayali rakibine karşı gösterdiği dürüstlüğün yarısını dahi bize göstermez, daha kartları karıştırırken hangilerini bize verip kendisine hangilerini alacağının eksiksiz programını yapar uygulardı. Hile de bize karşı müthiş yaratıcıydı, akşam kahvehanede uygulamak için bizim üzerimizde bir nevi hile antrenmanları yapsa da, yine de akşam yenildiğinden bahsederdi. Tabi onlar saf ve çocuk değildiler bütün numaralarını çözmüşlerdi biliyorlardı. Ama bizleri her defasında ezici güçle yener, sonrasında bir ağaç gölgesinde camış gibi yatardı. Bir sürü ineği vardı ve bunlar hiç yerinde durmayan iğrenç hayvanlardı, sürekli onun aksi hayvanları ile uğraşmaktan dinlenmeye vakit bulamazdık. Böyle durumlarda Cömert’i ne uslu ne güzel hayvan olduğu için gönülden taktir ederdim. Sabahtan akşama kadar Ali abinin hayvanlarını sürekli oradan buradan çevirip durmamıza rağmen, yine de hesabımızı kapatamaz ertesi güne de borçlu girerdik. Ama sağ olsun abimiz alçak gönüllülüğünü gösterir dünden kalan tüm borçlarımızı silerdi. Sanıyorum bu iyi niyetinin altında, nasıl olsa yine kazanacağının mutlak bilinci ve olmayan bir rakiple oynayarak, sürekli yer değiştirme zahmetinden de kurtulma isteği yatıyordu. Aynen de düşündüğü gibi oluyor biz yine bir yığın borçla kalkarken, o aynı ağacın altına yatmaya giderdi. Belli bir süre sonra uykusunu aldığında uyanır ve ağaç altında tek başına oturmaktan sıkılarak bizi çağırıp tekrar tüm borçlarımızı siler yine kumara takardı. Eğlendirilmekten yorulup tekrar uykusu bastırınca kumarı yarıda keser, biz daha büyük borçlarla kalkarken o yine olduğu yere zıbarırdı. Zamanla bizlerde ustalaşıp bütün hilelerini çözmüş hatta onu yenebilir duruma gelmiştik, ama o bize asla borçlarını ödemez ineklerimizi çevirmezdi, yine de buna çok aldırmazdık şükür ki onun pis hayvanlarıyla uğraşmaktan kurtulmuştuk artık ve bu bizim için en büyük kazançtı.
İlkokulu bitir bitirmez babam köyde açılan kuran kursuna vermişti beni, aynı dönemde de sıgaraya başlamıştım.Babam bunu öğrenip ağzıma yanan sigarayı sokmaya kalkışmak başta olmak üzere, türlü şiddet türleri uygulamış olsa da işe yaramamış çaresizce durumu kabullenmişti. Kurs hocamız caminin imamıydı kız erkek karışık yaklaşık otuz kişilik bir sınıftık. Hocamızın elinden sopa hiç eksik olmazdı, öğrenemediğimiz veya öğrenmekte geciktiğimiz her harf her süre ve her ayet için dayak yerdik. Çok acımasız bir adamdı bizleri yetişkin döver gibi döverdi, ve onun için kız erkek hiç fark etmiyordu. Ailelerimize bu durumu şikayetimiz bir de onlardan azar işitmemiz dışında işe yaramazdı. Herkes ona büyük hürmet gösterirdi, ne de olsa o bir din adamıydı okul öğretmeninin çok üzerinde kutsal bir mevkiye sahipti. Bütün sınıf inanılmaz bir hızla kuran öğrendik, zaten malum şartlarda aksi düşünülemezdi. Sesim güzeldi, eğer ezanı okursam babam bir paket sigara ile ödüllendirirdi beni, tütünün o yeni başlangıç tadı ve hevesiyle babamla günde en az bir kez camiye gider ezanı ben okurdum. Günde bir paket sıgara içtiğim için de diğer vakitleri türlü bahanelerle atlatırdım. Babamın camiye gitmezden evvel içmeme zorladığı çiğ yumurtanın tadı ve evde makam alıştırmaları katlanılması güç şeylerdi. Hoca babamla beni şadırvanda gördüğünde durumu bilir ezanı okumamı ya kendi teklif eder, ya da ben sürekli cami kapısının paspası altında duran anahtarı alarak ezanı okumaya başlardım. Hocamız vakit namazlarında öğrencilerine müezzinlik yaptırır, bazı ayetleri veya süreleri okuturdu. Sınıfta sürekli hep aynı şeyi tembihleyerek; bakın çocuklar eğer camide kuran okuyan arkadaşınız bir yerde takılacak olursa ayeti bilen herhangi bir arkadaşınız cemaatin içinden de olsa onun takıldığı yerden devam etsin. Unutmayınız ki kur’an asla beklemez çocuklar derdi. Tabi takılan hatırlayamayan heyecana kapılarak donup kalan çok olur, cemaatin içinden bir başkası devam ederdi , bu durum takılan öğrenci için ertesi gün sınıfta alay konusu olmak demekti. Benim de bu takılma hatırlayamama durumlarım çok olmuştur. Ancak babam tarafından sigara ödülü, hoca tarafından acımasızca dayak sistemi arası ters yönde iki öğretici itiş gücü, birazda kendi yeteneğim sayesinde bir yıl sonunda küçük bir hafız olup çıkıvermiştim. Kuranı kerimi çok defalar hatmettim, bazen de hatim edermiş gibi yaparak yarısını okumadan atlayıp geçtim. Ödül sistemim yine aynı şekilde işliyordu, babam yarısını okumadan geçtiğim bu hatimlerin hızından şüphelense de, kuran okuduğum için benimle gurur duyar ve o kadar hızlı okuyabilme becerim olduğu için de ekstradan bir paket sigara ile daha ödüllendirirdi. Kaldı ki hatmin kendisi zaten on paketti, bütün kuranı bitirmek öyle ucuz ve kolay iş değildi. Bir ramazangecesi hocam teravih sonrası amentüyü okuyordu, cemaat hınca hınç tabirinin tam karşılığı durumundaydı. Hoca ayetin birinde takılıverdi, baştan aldı tekrar takıldı bekledi bir daha denedi yine olmadı yine takıldı, hocanın takıldığı yerden cemaatin içinden ben devam etmeye başladım. Bunun benim için bir facia ile sonuçlanabileceği içime doğmuş olmalı ki, hem okuyor hem de hocanın tepkisini gözlüyordum. Gözlerini sıkıca yummuş kıpkırmızı olmuştu, bu çıkışımla yanlış yapmış olabilirmiydim? Hayır olamazdım zira kendisi değilmiydiçocuklar hiçbir durumda kuran asla beklemez diyen. Bu gurur verici hareketim hemen o gece babam tarafından üç paket sigara parası ödülü ile bana dönmüştü, haliyle üç gün camiye gitmemiştim. Sıgaram bitince bu üç gün sonunda babam ile birlikte caminin yolunu tuttum. Hoca ortalarda yoktu, abdestimi alıp kapı önündeki paspasın altına koştum fakat anahtar her zamanki yerinde değildi. Ben daha bu şaşkınlığımı atamadan hoca göründü, geldi, geldi, daha yaklaştı ve sonra hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girdi ve ezanı okumaya başladı. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, o saf çocuksu niyetimle beni dalgınlıkla falan unuttu zannetmiştim, fakat o günden sonra ne zaman camiye gitsem aynı dejavu yu yaşadım. Ben yine anahtarı yerinde bulamıyor, sonra hoca o meymenetsiz suratıyla görünüyor ve hiç yüzüme bakmadan anahtarı cebinden çıkarıp camiye girerek ezanı o okumaya başlıyordu. Bu durum günlerce aynı şekilde her öğlen namazında devam etti, sonra ben vakitleri değiştirip ikindiyi, akşam ve yatsıyı denedim ama işe yaramadı, vakitler dışında değişen hiçbir şey olmadı. O iğrenç çiğ yumurtayı içerek babamla camiye gidiyor abdest alıp ezanı okuyamadan namazı kılıp dönüyordum. Aslında namaz kılmayı sevmiyordum, amacım sevap falan değil sigara kazanmaktı, ama ezanı hoca okudu diye namazdan kaçabilme şansım da yoktu. Bazı günler ramazanda oruçta tutmuyordum, tabi bunu kimseye söyleyemiyor gizliden aşırdığım birkaç lokma ile hiç sevapsız yarı aç duruyordum. Ramazanlarda köyde çok mistik bir hava oluşur değil oruç tutmamak, namaz kılmayanlar bile o ay namaza başlar herkes ibadetini eksiksiz yapardı. Bu ayda birilerinin seni yerken görmesi demek, köyün eşeklerine tecavüz etmişsin ve bunu yaparken tüm köylüye yakalanmışsınla aynı utanç ölçüsündeydi. Namaz kılmayı sevmiyordum evet ama çok bir günahımda yoktu (henüz), Allah bunu biliyordu ki ben iyi bir insandım, küçük günahlarımı da öteki tarafta ya affeder ya da başka bir neticeye bağlardı elbet. Bu tarafta ise ezan okumadıktan sonra namaz kılıyor olmamın, sıgara almaya değer bir yanı yoktu babamın gözünde. Her Müslümanın yerine getirmesi gereken olağan bir farz vazifesiydi bu. Anlamıştım hoca bana çok kızmıştı ve artık ezanı falan okutacağı da yoktu, o halde boş yere çiğ yumurta içerek ezanını okuyamadığım namaza gitmemin de bir anlamı yoktu. Radikal bir karar alarak namazı bıraktım, beni camiden soğutmuş ekmeğimle oynamıştı adi herif, Hristiyan olsa bu kadarını yapamazdı böyle taze bir Müslümana. O günden sonra hoca ile hiç konuşmadım, nerde görsem başımı çevirdim, zaten kendisine bir ihtiyacımda kalmamıştı. Ben zaten kendim bir küçük hoca etkili kuran hatibi olmuştum, herkes sesimin güzelliğinden bahsediyor bana kuran okutma teklifleri havada uçuyordu. Artık namaza gitmemem ile ilgili babamın gösterdiği tepkiye karşı, hocanın bana ezan okutmadığı şikayetime babam; okutmuyorsa bir şey biliyordur, zaten doğru dürüst yıkanmıyorsunda, cenabet misin nesin pezevenk! Cevabı veriyordu. Ezan işini bırakıp kırkbir yasin sektörüne girdim, getirisi de çoktu içemeyeceğim kadar sıgaram oluyordu ve bunun yanında yediğim güzel yemeklerde cabası idi, üstelik namaz kılmak zorunda da kalmıyordum. Tek sorun çok uzun sürmesiydi, neden üç değil beş değil hatta neden kırk değil de kırkbir di, oku oku bitmiyordu. Zamanla bunun da kolayını bulmuştum, ilk beş veya on tanesini sesli okuyor, sonra sessize alıp çoğu ayetleri atlayarak kırk bir yasini neredeyse kırk bir dakikada bitiriyordum. Bu hızımı şaşıranlar olmuyor değildi elbette, fakat hatim hızımı bilenler tarafından bir nevi tescillenmiş durumum vardı. Zaten beni denetleyebilecek tek kişi hocaydı onunla da küstük. Fakat bu karlı sistemim de küçük bir ihmalim sebebiyle umulmadık bir anda çökecekti.
Bir gece Mahallemizde yeni vefat etmiş olan büyük amcam için yengem tarafından kırk bir yasin okumaya davet edildim. Hava soğuktu dışarıdaki çeşme de abdest almaya da gözüm kesmedi içeri de alırım dedim. Eve girdiğimde sanırım köyümün tüm kadınlarının bir arada olduğu aşırı bir kalabalıkla karşılaştım. O kargaşada abdest almak istemedim soranlara abdestliyim dedim geçiştirdim. Beni oturttukları baş köşede yasinleriokumaya başladım, tabi yine bir kaçını sesli okuyup sonra sessize alıp devam etme düşüncesindeydim. Fakat oradaki kalabalık cemaatin, yaptığım bence önemsiz işe acayip kutsiyet yükleyip, ellerinde tespihlerle bir nevi transa geçerek sıradan okuyuşlarımı sıra dışı şekilde dinliyor olmaları ilk başta ürpertti beni. Salondaki o mistik hava ve konuya olan ciddiyetlerinin üzerine, o kadar insanın da bana odaklanması sayesinde enerjilerini üzerimde hissetmem bir korku soktu içime. Abdestsiz olduğum düşüncesi zihnimde büyüyerek tüm benliğimi sarıverdi. Evet abdestsizdim bu insanlar bilmiyordu ama Allah biliyordu, herkesi kandırmıştım ve her an çarpıldım çarpılacaktım, bunu tüm hücrelerimde hissediyor kendi yarattığım korkumu her saniye büyütüyordum. Başladığım işi yarım bırakabilmemde söz konusu değildi, abdest almadığım için ölümüne pişmandım ama artık çok geçti. Herkes böylesi katışıksız trans halindeyken, gaz çıkardım bahanesiyle okumayı yarıda kesip abdeste koşmaktansa, çarpılmak az utanç vericiydi. Korkudan kalbim kuş kanadı gibi çırpınıp dursada, kimse benim bu halimin farkında değildi. Gözler kapalı, başlar önde, ellerinde tespihlerle başka alemlerde idi onlar. Artık ne olacaksa olsundu kurtuluş yoktu, ben tüm gücümle ayetlere odaklanıp hepsini sesli ve eksiksiz okumakla kendimi sürüklediğim korkudan onlarla kurtulmaya çalışarak, hayatımın o en uzun en korkutucu kırkbir yasinseansını tamamladım. İnsanlar ağzına sağlık Allah razı olsun evladım diyerek üzerime yürüdükçe ben daha da korkuyordum. Çocuktum o güzel yemekleri bile yiyemeden kendimi binbir güçlükle kırkbir yasinortamının dışına zor atabildim. Öyleki kazandığım sıgaralarımı bile almayı unutmuştum, peşimden yolladılarsa da hiç ilgilenmeden yatağımın altındaki stokuma atıp hemen yattım. Sanıyorum gecenin o soğuk etkisinin üzerimde bıraktığı ruhsal durumdan olacak, o vefat eden büyük amcam rüyama girdi. Üzerime her adımında büyüyerek haykırıyor, hep aynı cümleyi kuruyordu; Abdullah ver sıgaralarımı!. Yatağın altından o gece onun için aldıklarımı hatta diğer biriktirdiğim sıgaraları da ne varsa üzerine üzerine atıyor olsam da, o hala aynı pelesengi haykırıyordu; Abdullah ver sıgaralarımı. Koşamıyor kaçamıyordum- ki rüyada kesinlikle koşamam- ter içinde uyandım. Titriyordum kalp atışlarım dinmiyor nefesimi kontrol altına alamıyordum. Odamda bulunan soğan patates çuvallarını kapının ardına yığdım hemen, anamın benim odami, bir nevi evin kileri olarak kullanıyor olması işime yaramıştı sanki. Fakat büyük amcam yine çıkar gelir korkusuyla sabaha kadar uyuyamamıştım. Böyle durumlarda koynuna koşabileceğim ebebeynlerim olduğu bilincim vardı, fakat iç güdülerim hemen onlara koşmam için gereken talimatı vermiyordu. Bilinçsel olarak anam babamdılar, ama duygusal bağlamda onlar annem babam değildi ve her çocuğun hemen yapması gereken şeyi ben yapamıyor en güvenli sığınağım olacak koyunlarına koşamıyordum. Evet vardılar hemen yan odadaydılar, ama yoktular işte…
Benliğimde yaşadığım bu tezatların sebebini henüz bilmiyordum, kişiliğimde yaşadığım dalgalanmaların psikolojimi sallamaya başlamaları o zamanlardan başlamıştı. Bütün korkularımla yalnız başıma mücadele etmeyi öğrenecektim, lakin insanın o çocuk yaştaki yetişkin, veya yetişkinken çocuksu korku kapılarının, öyle soğan patates çuvalı koymakla kapanması da mümkün olmayacaktı…
Sabah ilk işim yengeme koşarak tüm olan biteni anlatıp af dilemek oldu, geri götürdüğüm sıgaraları almadı şirin bir gülümseme takınarak, ondan değil büyük amcamdan helallik dilemem gerektiğini söyleyip, mezarına gidip dua okumam gerektiği gibi korkunç bir teklifte bulundu. Hiç cazip değildi ama başka çarem de yok gibiydi, hayır desem büyük amcam gece yine gelebilirdi bunu göze alamazdım. Kesin emin olmak adına üç defa üst üste abdest almış olsam da yinede korkuyordum, mezarına yaklaşırken kalbim yine deli gibi çarpıyordu, sanki birden mezarından çıkacak ve sıgaralarının peşine düşecekti yine. Okudum, okudum çok okudum, tamamını bilip yarısına vakıf olduğum bütün ayetlerle bütünleşerek okudum. Diyebilirim ki; hiçbir hafız dua ve sürelere benim oradaki ölçüm kadar yakın olmamıştır. O aşamadan sonrası göğe yükselme durumu olmalıydı. O gece verilen sigaralara dokunmadım bir zaman, başka sigaram kalmayıp artık gelen olmayacağına bir ölçü kanaat getirdikten sonra tüketebilmiştim. O günden sonra kırkbir yasin sektöründen de çekilmek durumunda kaldım, lakin neredeyse bir iam kadar bilgim vardı hatta ben değilmiydim imamın takıldığı yerden devam edebilen. Namaz kıldırabilir cenaze bile kaldırabilirdim. Cenaze demişken bir küçük anımı daha buraya eklemek isterim. Yine o dönemde ineklerimi otlatırken çok ilginç renklere sahip sıra dışı bir kurbağa yakalamıştım, onu dini ritüellere uygun şekilde gömmeye karar verdim. Bu fikir nasıl oluşmuştu hatırlamıyorum, ya onlara olan o çuval kızgınlığım geçmemişti ya da yeni bir cenaze olayına tanık olmuştum bilemiyorum. Mezarını itina ile açıp ağaç kabuklarından bıçakla tam dokuz tahta yaparak dualar eşliğinde tam bir Müslüman gibi gömdüm onu. Tek fark varsa o da kurbağanın canlı olmasıydı, sanıyorum bir hafta sonra aynı tarlaya yolum düştü, merakla mezarı açarak baş tahtayı kaldırdığımda kurbağanın sanki on dakika önce gömülmüş gibi bana bakışı ile karşılaştım. İkimizin gözlerinde de birbirimizi tekrar görmenin şaşkınlığı vardı, bir süre öylece bakıştık sonra diğer tahtaları da açtım ve sanıyorum belli bir zaman daha göz göze kaldık, onu mezarından çıkardığımda bile hala bana bakası vardı sanki. Sonra aniden arkasını dönerek zıplayarak uzaklaştı, hiç normal değildim…
Bir birine çok uzak ve alakasız yerlerde irili ufaklı bir çok tarlamız vardı, bunlar nasıl bir paylaşım ve bölünme sonucu bizim olmuştu fikrim yok. İsimleri de bir o kadar enteresandı, elmalık gölü dediğimiz tarlada ne elma ne göl vardı. Eriklik bahçesi adı ile anılan yerde erik, üzüm bağı denilen yerde üzüm yoktu. Kurak tarla kurak değil, su dibi isimli yerimizde su yoktu. Tıpkı köyümüzün adı gibi buralarında adları enteresandı fakat benim kendi adımın konuluş şeklinin tuhaflığından yola çıkarsak, tarlalara kafa yorası da gelmiyordu insanın.
Yöremiz tütün yetiştiriciliğinde ön sıradaydı, ilimiz Samsun çok bilindik bir sigara markasıydı, ilçemiz Bafra yine öyle, sadece köyüm Sarmaşık adı bir sigara paketi üzerinde yer almıyordu lakin o da bu markalaşmayı fazlasıyla hak ediyordu.
O zehirli tütünün yetiştiriciliği içiminden daha öldürücüydü, mart nisan aylarında bahçeler hazırlanıp tohumları ekilir, bahçe başındaki göllerden hortumlar bağlanarak bu tohumlar sabah akşam sulanırdı. Büyüyüp tarlalara dikilecek hale gelene kadar bütün gün o fide diplerindeki zararlı otları yolardık. Buna rağmen her sabah bahçeye gidişimizde sanki dün hiç yolmamışız gibi o lanet otları aynı şekilde bekler bulurduk, biz yoldukça onlar daha fazla çoğalıyorlardı sanki. Bu mücadelemiz yaklaşık bir ay boyunca aynı taaruzla devam eder parmaklarımızdaki nasırlar at tırnağı gibi olurdu. Sonra çok şükür bu savaş biter artık yetişmiş olan tütün fidelerini tek tek yolarak tarlalara dikme işi başlardı. Babam işte tamda bu günlerde daha istekli çalışmamız için çok çeşitli vaadleri önümüze kor, samsun fuarına eğlenceye götürmekten tutunda kola ve dondurmalar ısmarlamak başta olmak üzere bir çocuğun hayalini süsleyen herşeyi bir bir sıralardı. İşler tamamen bitsin hepsini yapacaktı yeter ki biz çok çalışalımdı. Bu kışkırtıcı vaadleri acayip işe yarar çalışmakta çok ciddi gayret sergilerdik. İş mevsiminde babam her gün bir paket sigaramı alır ve köye gelen motorlu dondurmacılardan dondurma ısmarladığı da olurdu, ısmarlamadığı zamanlarda ise kümesten yumurta çalarak dondurmacıya verir karşılığında istediğimiz kadar dondurma alabilirdik, hammaddelerinden bir yumurta olduğu için bu hem bizim hem dondurmacının işine gelirdi. Sabahın altısından saat on a kadar dört saat boyunca bu fideleri bahçeden koparır hızlı bir şekilde kahvaltımızı yaparak tarlaya koşardık. Oralarda bahçedeki gibi göl konforu yoktu, su sorununu traktörün ardına bağladığımız tanker ile köyün hemen altındaki dereden çözerdik. Su tankerini tütün tarlasını çiğnememek için bayır yamacına çeker varilleri tarlanın ortasına yerleştirerek bunlara tankerden su verirdik. Tütün fideleri sivriç denilen L şeklindeki bir odun parçası ile delikler açılıp ibriklerle sulanarak dikilirdi. Benim görevim bu varillerden tütün dikenlerin ibriklerine daha büyük bir ibrikle su taşımaktı. Neredeyse yarı boyum kadar olan bu ibrikle su yetiştirmek için akşama kadar canım çıkar çamur ve su içinde kalırdım. Büyük ayağıma çizme bulunmadığı yada eldeki çizmeler bana olmadığı için diyelim, babamın mesh lastikleriyle koştururdum. Islaklıktan ayağım içinde dönmemesi için yaz günü kalın çoraplar giyerdim ve bunlar eskilerden seçilir biri başka diğeri bambaşka olurdu. Anam herkesten hızlı olduğu için en fazla suyu o harcar sürekli ibriğinin boşalmasından şikayet ederdi. Bu oldukça sinir bozucuydu çünkü ona su taşımak neredeyse ötekilerin tümüne yetiştirmekle eşit derecedeydi. Yengem öğlene doğru yemeğimizi hazırlamak için eve erken gider bizde bir saat sonra traktöre doluşur ardından evin yolunu tutardık. Giderken tarladaki varillere tankerden su verir onlar dolup taşarak tütün diktiğimiz yerleri mahvetmemesi için de, ben yemeğimi hızla yiyip tarlaya yetişmek durumundaydım. Bütün yaz yemek yeme sistemim hep böyleydi, ya saban yapmak ya tırmık ya su, muhakkak bir sebep için yemeğimi hızla yiyip biryereyetişmem gerekirdi. Hergün bir öncekinin tekrarı yoğunluktaydı, sabahtan akşama kadar boyum kadar ibriklerle çamur içinde tepinir, gece ise ertesi gün tütün dikilecek tarlaları traktörle sürerek sapanlardım. Gözlerim uykuya hasret kalır yorgunluktan ayakta duramayacak hale gelirdim. Bu tütün dikme işi yirmi gün sürse de bana bir ömür gibi gelirdi. Sonrasında on günlük bir ara verirdik ve ben yine bu arayı inekleri otlatmakla geçirirdim. Arkadaşlarımı tekrar görüp oyunlar oynayabilme şansına erişerek, ruhumu bedenimi dinlendirebilme fırsatı bulabildiğim en güzel zamanlardı bunlar. Ardından dikilen tütün fidelerini çapalama işine geçilir bu defa da tarladaki otlarla savaşımız başlardı. Standart boyutlardaki çapaya boyum gücüm yetmediği için babam bana özel kısa saplı bir çapa yapardı, yine herzamanki gibi karanlıkta kalkar güneş tarlaya vardığımızda üzerimize doğardı. Neyseki bu otlar bahçedekiler kadar taaruz gücü yüksek ve bize o kadar düşman değillerdi. Yengem bu defa bizimle tarlaya erken gelmez evde kahvaltımızı hazırlar ardımızdan el sepetiyle tarlaya getirirdi. Çapa yaparken sürekli tarlanın başına bakar yengemin yolunu gözlerdim, en nihayet elinde kahvaltı sepetimizle onun uzaktan görünmesi acayip mutlu ederdi beni. Çokmu acıkıyordum yoksa yemek yiyebileceğimiz süre kadar dinlenme fırsatı bulabileceğimemi seviniyordum şimdi bilemiyorum. Bu çapa işi de on gün sonra biter, artık daha büyümüş olan tütün fidelerinin daha da iyi gelişmesi için dibindeki gereksiz fazladan yaprakları koparıp sıyırmaya başlardık. Neyse ki bu uğraşta bir haftaya varmaz biter on gün sonra asıl maça başlamak için yine ara verirdik -ki ben bu arayı yine ineklerimin peşinde geçirirdim. Cömertte benimle birlikte büyüyordu, fakat o benden daha sağlıklı gelişiyordu, zira ben yeterince beslenip dinlenemeden yarı aç yarı tok uykusuz şekilde tarlalarda koştururuken. O karadenizin hiç bitmeyen bol yeşilliklerinde sabahtan akşama kadar türlü ot çeşitleriyle karnını doyurur, akşamdan sabaha kadar da ağılda yatarak geviş getirirdi. Kesinlikle benden daha şanslıydı. Bu on gün aranın ardından tarlalardan tütün yapraklarını toplayıp ipe dizme işi başlardı. Bu iş her gün boyum kadar ibriklerle bütünleşerek sular içinde kaldığım tarlaya tütün fidesi dikme uğraşı kadar zordu. En nefret ettiğim bu ikisiydi, tek farkları vardı o da tütün dikme işi en fazla yirmi gün sürerken, tütün yapraklarını toplama aylarca devam ediyordu. Sabah yine gün doğmadan kalkar tütün yapraklarını tek tek tarladan toplamaya koyulurduk, buna tütün kırma derdik lakin bizmi onu kırardık omu bizim anamızı ağlatırdı bilemiyorum.
Orta karadeniz şive ve aksanı ilçeden ilçeye değişkenlik gösterir, ne yapıyorsuna, napin derdik, geliyoruma, gelim, biliyoruma, bilim, seviyoruma, sevim, dostumuza topram derdik. Tabi bunlar benden daha Bafralı söylemlerdir. Tütün kırma işinde de yine en hızlımız anamdı, herkesi geride bırakır yarış pilotlarını kıskandıracak şekilde arayı açardı. Neyseki bu defa ona su taşımak gibi bir derdim yoktu. Benim bu işteki görevim dalından kırılıp desteler halinde yere bırakılan tütün yapraklarını arkalarından toplayarak sepetlere taşımaktı. Eve getirdiğimizde iğneye daha kolay dizilebilmesi için bu tütün destelerinin dağıtılmadan düzgün şekilde sepetlere yerleştirilmesi gerekiyordu. Bir türlü istenilen ölçüde başarı sağlayamaz , ya toplarken ya da sepete yerleştirirken dağıtıverirdim. Bu sebepten ötürü duyduğum azar ve yediğim dayaklara şu aşamada hiç girmiyorum, fakat ne kadar şiddete maruz kalsamda en küçük düzeltme sağlayamayıp yine dağıtmadan yerleştirmeyi beceremediğimi söyleyebilirim. Güneşin doğuşundan saat 10 a kadar toplanan bu yaprakları nevegetirerek yine iğneyle tek tek ipe dizer sonra kurumaları için güneşe asardık. Dizme işinde de yine en pratik olan anamdı, herkes birer ip dizinceye kadar o üç ip dizerdi, çok hızlı çok hamarattı, ama babama göre o da hepimiz gibi tembel beceriksiz bir embesildi. Sabah topladığımız yaprakları akşam üstü saat 5 e kadar aralıksız ipe dizer, gece dizeceklerimizi toplamak içinde o saatte tekrar tarlaların yolunu tutardık. Hava kararırken döner gece yarılarına kadar da bunları dizerdik, her gün bir öncekinin aynıydı, yine gün doğmadan uyanıyor gece geç saatlere kadar koşuşturma ve uykusuzluktan tütün yapraklarını dizmek için oturduğum anda gözlerim kapanırdı. Saatlerce iğne ucundaki sabit noktaya bakarak aynı hareketi yapmak ta ekstradan ayrı bir uyku sebebiydi. Bir elimde tütün yaprağı diğer elimde iğne öylece uyuya kalırdım. Aşkın amca hemen yanımda oturur benim bu hallerimi takip ederek saldırmak için hazırda beklerdi. Uyumak yasaktı, o tütün hiç aralıksız dizilecekti çünkü o yaprakların ertesi güne kalması demek hem o yaprakların kötüleşmesine hemde ertesi gün tarladan getireceğin tütünlere fazladan bir yığına sebep olurdu. Böyle yorgun anlarımda uykusuz ve yorgunluktan tükenmiş bedenimle aşkın amcaya beklediği bahaneyi altın tepside sunmuş olurdum, ya ansızın tekme tokat saldırarak uykumdan zıplatır, ya kafamdan aşağı bir bakraç su döker ya da boş tütün sepetini başıma geçirirdi. O işkencelerin anlık refleksleriyle kontrolsüz olarak elime ayağıma batırdığım tütün iğnelerinin izleri bedenimde hala durmaktadırlar. Aşkın amcanın o anki keyfi isteklerine göre üzerimde uyguladığı eziyet metotları ona göre çok keyifliydi, eğlendiğini görebiliyordum. Kendisi tarafından gördüğüm bedensel duygusal işkencelerin ifadesini zorlanmadan yazıya dökebilmek dahi güç. Tabi ben insanların her türlü kötü niyetlerini üzerimizdegerçekleştirmelerine, iyi niyetlerimizle katkıda bulunma aymazlığı içinde olduğumu bilmiyordum o zaman. Geceleri üç ip dizene babam uyuma izni verirdi bir ip dizebilmek ortalama bir buçuk saat falan sürerdi, aşkın amca hızlı olduğu için bu üç ipini erkenden dizer herkes için kutsal olan yatağa uykusuna benden önce kavuşurdu. Onu kıskanmanın aksine o gecelik bile olsa pis gölgesinin üzerimden kalktığı için mutlu olurdum. İsa amcamdan yadigar kalan siyah beyaz televizyonumuzu traktörün garajına kurardık, orası eve göre hem serin olur hemde tütünün macun gibi zifirini odalarımıza bir ölçü taşımamış olurduk. Tuvalet ihtiyacı için eve gittiğimde odamın kapısını aralar, boş ve yatılmaya son derece müsait dağınık yatağıma göz kapaklarımdaki tonlarca ağırlıkla kedinin uzanamadığı ciğere baktığı gibi bakardım. Birazcık uyumanın hayalini kurarken dahi, dizlerim beni çekme gücünü yitirirdi.
TRT nin 1. Kanalından başka kanal yoktu, çok az çizgi film olur onlarda sabah biz tarlada olduğumuz saatlerde yayınlanırdı. Sanırım bu yayın politikasındaki amaç, hayatın olağan akışına uygun yaşayan çocukların okullarına gitmezden az evvel bu çizgi filmleri kahvaltı masalarına denk getirmekti. Olağan çocuklar için bu haklı ve doğru gözüken yayın çizgisi benim için haksız ve yanlıştı. Fakat yapılabilecek bir şey yoktu, ben başkaları için planlanmış güzelliklerden ne yakalayabilirsem onunla mutlu olmak zorundaydım. Yaşadıkça bunu elbette daha iyi anlayacaktım…
Pazar günleri robot voltran olurdu, ondan hemen önce de Mehmet şimşek adında mülayim bir insanın sunduğu, Pazar konseri adıyla klasik batı müziği programı vardı. Dağ başında yaşayan bir köylü çocuğu için, dünyanın en sıkıcı en anlamsız müziğiydi bu. Onun biran önce bitmesini ve tarlaya gitmeden evvel voltranın biraz daha fazlasını izleyebilmek için umutla beklerdim. Maalesef o mülayim sunucu sürekli bir sonraki parçayı anons eder, o iğrenç programını bir türlü bitirmezdi. Ve nihayet bitip tam voltran başladığı anda, babam; tarlaya gitme vakti geldi hadi kapatın şu televizyonu derdi. Tarla yolunda tarlada dahi o sunucuya hiç durmadan küfürler ederdim ve bu sistem her Pazar tekrarlanırdı, bana gıcıklığına yapsa sanıyorum bu kadarını yapamazdı.
Birde himan vardı, hep ama hep o kazanırdı, kötü düşmanı iskeletor her bölümde muhakkak yenilir bir defa olsun kazanamazdı. Sürekli himanın galip gelmesi her bölümün sonunu baştan biliyor olmak gibi bişeydi ve bu çok sıkıcıydı. Sürekli iskeletoru desteklerdim, ama benim manevi desteğim de durumu değiştirmez yine o kaybederdi. Hele o tweety yokmu, ne sinir bozucu bir kuştu, bu defa da kediyi desteklerdim lakin o da o havalı pis kuşu bir türlü yiyemezdi. Tam ağzına atar hatta yutar, tamam şimdi oldu geberdi lanet olası pislik dediğim anda bir yolunu bulur oradan bile kurtulurdu. Sonra şirinler vardı, hele o kahrolası uykucu en büyük düşmanımdı! Ben yorgunluk ve uykusuzluktan geberirken o sürekli bir yerlerde uyurdu. Düşmanı gargamel ve onun çirkin kedisi ne beceriksiz ne aptallardı. Şirinleri bir şekilde yakalayıp kazana atarak pişirmeye başlıyor, sonra onları beceriksiz kedisine emanet ederek alakasız bir yerlerden tuz baharat almaya gitmesiyle, bu boşluktan yararlanan şirinler kaçıyorlardı. Bu beni deli ediyordu. Bari o uykucuyu yeseydin diye isyan ediyordum, özellikle de o hiçte şirin gözükmüyordu gözüme.
Hep iyiler kazanıyor hep onlar güçlüydü, türlü zorluklarla karşılaşsalar da sonunda hep iyiler mutluydu bu çok sinir bozucuydu. Gerçek hayatta kötülerden eziyet görürken, çizgi filmlerdeki masumlardan nefret edip zalim olanları destekleme isteğimin psikanalizini yapmak beni aşar, fakat gerçek buydu böyleydi. Bu ruhsal veya duygu durumumun tezatındaki nedenlerin de o çocuk travmalarımda saklı olduğunu düşünüyorum. Benimle beraber Çocukluğuma inebilmeyi başarabilen iyi bir psikanalist bunu çözecektir. Zira yaşamımın devamında bu kötü bakış açılarımla mücadele edip iyilerin, sadece iyilerin kazanıp mutlu olabileceğine kendimi tam ikna ettiğimde. Aslında iyilerin sadece normal veya çizgi filmlerde kazanabildiğini, oysa gerçek dünyada kötülerin kazanıp, kötülerin mutlu olduğunu görecektim. Üstelik amaçları aptal gargamel ya da beceriksiz kedi gibi sırf karınlarını doyurmak değil, sadece acı çektirmek olacaktı…
Maalesef böylesi buluşlarımda bu bir son da olmayacaktı, mantığın kısırlığı zekamın doğurganlığına zamanında yetişemeyecek, yaratıcı bütün becerilerim bana bir ceza olarak dönecekti. Ama tüm bunlar için daha vardı…
Ağır ve işkence ile geçen bu yorucu tütün kırma temposu aylarca devam etse de, bir süre sonra yapraklar azalmaya başlar son baharda nihayet tamamen biterdi. Ben yine kaldığım yerden çobanlığa başlar cömert ve diğer arkadaşlarıma kavuşurdum. Yine ali abimle inekleri mısırdan çevirmesine kumarlar, yine çelik çomak oyunları, yine kahvehane kenarlarında renkli televizyon ve pencere tacizleri ve yine yaramazlıklar yaramazlıklar…
Babamın bütün yaz boyu hemen hergün aynı istek ve heyecanla vadettiği eğlenceye götürme sözlerini unutup, üstelik hatırlatılmasına kızdığı dönem işte tam da bu zamana rastlardı. Bu sözlerin senelerce her yaz başı verilip son baharda tutulmamasına rağmen, san ki ilk defa duyuyormuş gibi her yıl aynı saflıkla inanırdık. Bir sonraki yaz başı tekrar tarla işleri başladığında, aslında geçen sonbahar neden götüremediğini sudan bahanelerle emazeretlendirir, bu defa kesin götüreceğinin vaadine tekrardan başlar ve bu söz sonbaharda tekrar unutulurdu. Dolayısıyla tüm çocukluğumuz boyunca samsun fuarı başta olmak üzere hiçbir eğlence türüne götürülmedik. Ben kendi adıma O bütün yaz boyu verilen bu sözlerin hayali ile heyecanla çalışsam da, sonbaharda tutulmuyor olmasına pek aldırmazdım. Zira o yoğun çalışma temposundan kurtulup arkadaşlarımla beraber inekleri otlatıp oyunlar oynayabilme konforuna kavuşmuş olurdum, bu benim için en büyük eğlenceydi ötesi çokta lazım değildi. Lakin kısa zaman sonra iki sorun baş gösterirdi, bunlardan biri, günlük bir paket sıgaraalımımın haftada bir pakete düşmesiydi. Çünkü tarla işleri artık bitmişti çalışmayan ırgata neden hergün sigara alınsındı. Babam gibi parasını çok seven biri için bu bir nevi israf sayılırdı hem zaten artık cami ve ezanla işimde yoktu. İkinci problem ise; babam arkadaşlarımla beraber olabileceğim ve herkesin aynı yerde inekleri otlattığı arazıler yerine, kendi belirlediği alakasız dağ yamaçlarında inekleri otlatmamı emrederdi. Bahsi geçen yerlere kimse gitmediği için oralarda çok ot bulunduğu doğruydu, ama bunu yaparsam arkadaşlarımdan ayrı kalmam gerekiyordu. Herkesin bir arada olup oyunlar oynadığını o karşı dağ yamacından görür, bir süre gıpta ile izler sonra dayanamayarak hayvanlarımı alır bende oraya giderdim. Ama babam eğer bir iş vermişse bunu sözde bırakmaz prensibi gereği fiziki takibini de yapardı. Bana güvenmiyor olmasının da bunda mutlak etkisi vardı sanıyorum. Çünkü yalan söylemeye başlamıştım, yapmadığım şeyleri yaptım, yaptıklarımı yapmadım dediğim bir çok hususta azar ve dayaktan korunmuştum demek ki o iyi bir şeydi. Sonradan yalanım ortaya çıkıyordu elbet, söylediğim yalan cezayı geciktiriyordu ya da işi soğutup cezada hafifleme bile oluyordu, neticede ben yalancıydım ve artık bu biliniyordu, babam ise kontrolcü idi bir birimiz tanıyorduk. Gizlice ardımdan gelir beni orada yakalar bir yığın dayak atardı, mısır sapı tütün kökleri çapa sapı odun eline o an ne geçmişse onunla dayak yerdim. Ne aşkın amca ne de babam neyi niçin yaptığımı sorunumu mazeretimi sormazlar dinlemezlerdi. Yaramazlıkmı yaptım? Dövülmeliydim. Yanlış bir sözmü ettim? Dövülmeliydim. Hatamı ettim? Dövülmeliydim. Yalan mı söyledim? Dövülmeliydim. Bir şeyi eksik mi yaptım? Derhal dövülmeliydim!
Daha kendim haline gelmeden bukadar aşırılıkla cezalandırılmam, sağlıklı ve doğru evrilmemi imkansızhale getiriyordu, hele de benim gibi yaralı duygulara sahip üstelikte ana babasızsa kişiliğini bulmak daha da güçleşiyordu. Siyah bir köpeğimiz vardı adı Babi, sürekli babamla gezer onun yanından hiç ayrılmazdı. Babam beni denetlemeye her ne kadar gizliden gelse de Babi’ninböyle bir derdi yoktu. Onu kuyruğunu sallayarak uzaktan geldiğini gödüğümde tehlikenin kokusunu alır, inekleri acele toparlayarak babam o gün nereye götürmemi emretmişse kısa sürede orada yerimizi alırdık. Babimaalesef bir süre sonra yaşlılıktan öldü ve ben artık yaklaşan tehlikeyi önceden sezemez oldum, yine ne dayaklar ne dayaklar. Bir defasında hiç unutmam ben yine bilmediğim bir yaramazlık için kaçarken, babamın ardımdan attığı taş kafama isabet etmiş kanlar içinde yere düşüp kalmıştım. O benden daha çok korkmuştu, ve o taşın izi halen kafatasımın arka kısmında durmaktadır, şimdi bile traş olurken oradaki saçları çok kestirmiyorumki kel olan kısım dışarıya gözükmesin..
Son baharında artık sonuna doğru ineklerin başında beklemeye gerek olmazdı artık, zira tarlalarda mahsülkalmaz tüm diğer köyler de dahil olmak üzere herkes hayvanlarını sabah salar, akşam her neredeyseler bulur getirirlerdi. Benim görevim ineklerin akşama kadar uzaktan takibini yaparak ve akşam alıp eve getirmekti. Eğer yavruları varsa küçük buzağalarını ahırda tutar bırakmazdıkki, anneleri başını alıp uçsuz bucaksız ormanlara gitmesin, ha gitseler bile karınları doyunca akşam eve buzağalarının yanına kendileri dönsünler. Bu uygulama inanılmaz işe yarardı, zira akşam hava kararmaya başlayınca cömert önde diğerleri arkada asker sırası yavrularına dönerlerdi. Hemen her gün tekrarlanan bu dramatik sahnenin benim için ne derin anlam taşıdığını bilmezdim o zaman. Cömert kadar olamayan bir annem, ve bir başka babam olduğunu çoktan unutmuştum artık. İneklerinin buzağalarının olmadığı dönemlerde ise asla geri gelmezlerdi, ben arkadaşlarımla derelerde ve göllerde yüzmekten, dağlarda mancınık oynamaktan orada burada gezip eğlenmekten, sorumsuzluktan onların gündüz nerede olduğuyla ilgilenmediğimden, hayvanları ancak akşam aramaya başlar haliylede bulamazdım. Tabi bunların gündüz takibi yapılmazsa uçsuz bucaksız karadeniz ormanlarında bulunabilmeleri çok zordu. Bu hallerde gördüğüm ilk yabancı at sürüsünü bir çıkmazda kıstırır, içlerinden en sağlıklı ve güçlü gözükene binerek dere tepe orman ineklerimi arardım. Tesadüf edecek kadar şanslıysam önüme katar getirir, yok eğer bulamamışsam babamdan korktuğum için eve gelmezdim. Hayvanların gözetim ve sorumluluğu bana ait olduğu için eğer onları bulup getirememişsem bu sağlam bir dayak sebebiydi. Böyle durumlarda samanlıklarda boşalttığımız eski evlerde mağaza dediğimiz tütün depolarında ve ağaç tepelerinde yatardım. Acıktığımda babama görünmeden anama ulaşırsam, ona yiyecek bir şeyler getirtirdim ya da komşulardan bu işi çözerdim. Onlar yılın bu dönemlerinde tekrarlanan mağduriyetlerimi bilir, inekleri yine bulamadığımı anlayarak karnımı doyururlardı. Evlerinde misafir etme tekliflerini kesinlikle reddederdim, çünkü babam yada aşkın amca gelip beni orada bulabilirdi ama ağaç tepelerinde, samanlıklar ormanlar ve eski evlerde kim beni yakalayabilirdi. Yine böyle mağduriyetlerimden birinde sanıyorum dışarıda geçirdiğim üçüncü gecemdi, çok acıkmış anama ulaşamamıştım. Gecenin bir yarısıydı komşu kapısı çalacak zaman değildi, büyük amcamların kümesinden bir horoz çalarak ormanda yaktığım derme çatma bir ateşte pişirip yemiştim ki, bir yıl boyunca sanki daha dün çalmışım ve benim yaptığım her an anlaşılacak korkusuyla yaşamıştım. Ömür boyu bu kaygı ve tedirginlikle yaşarım zannındaydım, gerçi öyle de olacak kaygı ve korkuyla geçirecektim ömrümü, fakat bunun o benekli horozla hiç alakası olmayacaktı. Bulamama sürem uzarsa anam genelde yattığım yerleri bilir eğer babamı sakinleştirebilmiş ikna edebilmişse gelir beni bulup uyandırarak eve götürürdü. Yine de kapının ardına soğan patates çuvallarını yığar tedirgin yatardım, çünkü gecenin bir yarısı beni uykumdan uyandırarak dövebilme özelliği de yok değildi. Kızgınlığı ben inekleri buluncaya kadar geçmezdi genelde, ne de olsa o dönem tarla işleri bitmiş olduğundan harici ırgata luzüm yoktu tek iş ineklerdi. En keyifli otel samanlıklardı, samanlardan kendime itina ile konforlu bir yatak yapar içine gömülürdüm. Tek sorun yatışımdan on dakika sonra hiç durmaksızın üzerimden sürekli sağa sola koşuşturan farelerdi. Aslında onların yaşam alanlarının ortasına alakasız bir saatte dalan fazlalık olan bendim, bir memnuniyetsizlik varsa bu onların hakkı olmalıydı. Zaten bir süre sonra durumu karşılıklı olarak kabullenirdik, yinede yüzümü ısırmamaları için başıma çuval sararak yatardım. Onlar yine sabaha kadar oradan oraya hiç ara vermeden üzerimden sağa sola yukarı aşağı koşuşturmaya devam ederlerdi. Yine böyle bol fareli bir gecenin sabahında samanlıktan çıkmış uyku mahmuru gözlerle üzerimdeki samanları temizlemeye çalışırken, yabancı köpeklerin ansız bir saldırısına uğradım. Nereden nasıl geldiklerini anlayamadığım üç köpek aniden üzerime atlamıştı. İkisini kendimden uzaklaştırmaya çalışırken bir diğeri sağ baldırımda iki noktadan ısırdı. Samanlık eve çok yakındı, bu vahim olayı görüp koşarak gelen babam (hala inekleri bulamamış olmama rağmen) beni kucaklamış, durumum doktorluk ciddiyette görülmediği için de köyümün en yaşlı bilgesi güllü neneye götürülmüştüm. Yaralarımdan bir çok kötü durumdaydı, parçalanmış bir et kütlesi deriden ayrılmış aşağı doğru sarkıyordu. Toplanan meraklı kalabalıkta kan tutan iki kişi yaraları görür görmez ard arda bayılıvermişlerdi. Güllü nenem bu acil vakalara da anında müdahale ederek, kolonya su ve kendisinin bilgelere özgü becerisi sayesinde onları hemen ayağa kaldırmıştı. Bacağıma bakar bakmaz da kesin iyi edecek förmülü hiç zaman kaybetmeden açıkladı. Bu formülün içeriği, köpek kıllarını hamurla karıştırarak yaraya sürmek ve hiç hava almayacak şekilde sıkıca bağlamaktı. Ve bu sargı beş gün boyunca kesinlikle hiç açılmayacaktı. İşin asıl önem arzeden ve bir okadarda ilginç yanı ise; hamurla karıştırılıp yaraya bağlanması gereken köpek kılının, herhangi bir köpeğinki değil, ısırıp o yarayı açan köpeğin bizzat kendi kılları olması gerekliliğiydi. Asıl şifayı verecek yarada iyileşme sağlayacak olan o kıldı, başka kılın faydası olmazdı.
O köpeği nerde nasıl buldular bilemiyorum fakat köpek yakalanıp bir şekilde huzura getirildi. Kılları kesilirken kafasına iki kişi sağlı sollu çökmüş yere bastırmışlardı. O şekilde birbirimize bakışıyorduk. Beni tanıdığını sezebiliyordum fakat onunda tıpkı benim gibi yapılan işlemden bir şey anlamadığı, çevreyi merakla tarayıp her turda gözlerimize odaklanarak birbirimize şaşkın bakışlarımızdan belliydi. Güllü nenem hamur ve köpek kılından oluşan o boktan karışımı hazırlarken, yaptığı işe büyük bir ciddiyetle eğiliyor olması o işleme ayrı bir kutsiyet kazandırıyor, sanki ölümsüzlük iksirini hazırlayan bir lokman hekim edasıyla hareketlerini ağırlaştırarak özeniyor özeniyordu. Oradaki kalabalık ise bu özel ana şahit oluyormuşçasına onu bir bilim insanını izlermişçesine seyrediyordu. Kimseden ses çıkmıyordu, o yoğun kalabalıkta birbirini anlayabilen birileri varsa onlar köpekle bendim sadece. Olayları kavrayamamaktaki bu ortak duygumuz kendisine olan kızgınlığımı geçirmiş, aramızda kimsenin farketmediği bir bağ oluşmuştu. Böyle tuhaflıkları görünce Eminim o da beni ısırdığına çok pişmandı ama artık çok geçti. Güllü nenem tıpkı dediği gibi bacağımı hiç hava almayacak şekilde sıkıca bağlayıp beni eve gönderirken, yine bir uzman hekim duyarlılığla ne alaka ise balık yememem, meyve ve sebze yememem, en önemlisi ne olursa olsun bacağımdaki sargıyı kesinlikle açmamam gibi sıkı tavsiyelerde bulunmuştu. İlk gün pek bir şey hissetmedim, ikinci günün sabahı bacağımda yoğun bir kaşıntı ve dayanılabilir bir acı başladı. Bu şikayetim güllü neneye iletildiğinde normal karşıladı, kaşınıyordu çünkü iyileşme gösteriyordu acısına da katlanacaktım okadarcık olurdu. Akşama doğru bu kaşıntı ve acılar artık dayanılamayacak duruma geldi, öyleki artık sırf yaramın bulunduğu bölge değil tüm bacağım ağrıyordu. Bu durum karşısında güllü neye acil kapısından giriş yaptık, sargıyı açmamakta halen ısrarlıydı fakat o kadar canım yanıyorduki kendim sökmeye başladım. Bu durumda istemeye istemeye o da el atıp sargımı kendi açmaya karar verdi, yaranın açıldığındaki o görüntü aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen hala gözümün önündedir. Bacağımın ateş ısısından olacak, artık katılaşıp neredeyse ekmek halini almış köpek kıllı hamurlar arasından küçük küçük belki milyonlarca beyaz kurtçuklar, sanki bir kaplıcanın kaynayan bataklığı gibi kabarcıklaşıp kayboluyor. Sonra orası çukurlaşarak bu defa başka bölgelerden küçük volkancıklar olarak püskürüyorlardı. Yaranın en derinlerine belki binlercesi doluşmuştu, böylelikle o yoğun kaşıntı ve dayanılmaz acının kaynağı da ortaya çıkmıştı, herkes şok içindeydi. İyi ama bu nasıl olmuştu tıp, yani güllü nenem yanılabilirmiydi? Görünen oydukinasıl olmuşsa olmuş maalesef o büyük hekimde yanılabilmişti işte. Doktorun hastaya hastalığından daha tehlikeli olduğu, çok nadir durumlardan biri olmalıydı bu. Güllü nenem yine farklı bileşim başka iksirlerden bahsetmeye başlasa da, babam bu defa gerçek hastahaneve gerçek doktoru tercih etmişti. Fakat gerçek doktorun da yarayı görür görmez illa ısıran köpeği isterim diye tutturması ile, ikinci bir güllü nene faciası korkusuna kapılmam bir oldu. Neyseki gerçek doktor onu kılları için değil kudur olup olmadığımın tespiti için istiyordu. Lakin köpek ogün ellerden kurtulduktan sonra, bu garip davranışlı insanların ona muhakkak anlamsız bir zarar verecekleri endişesine kapılarak ortadan kaybolmuş olmalıydı, bütün aramalara rağmen onu bir daha gören olmadı. Göbeğimden kolumdan birkaç iğne vurularak yaram ise olması gerektiği pansumanı yapılıp eve gönderildim. Köpek bulunamadığı için de kuduz muyum değil miyim zaman gösterecekti.
Bu olaydan kısa süre önce yine kahvehanenin arka penceresinden izlediğimiz renkli ve sessiz bir türkfilminde, köpek ısırması sonucu köydeki çocukların kuduz olduğunu çok korkunç acılar çekerek öldüklerini görmüştüm. Fazlasıyla etkisinde kaldığım bu filmin hemen ardından aynı olayın başıma gelmesi inanılmaz ürkütücü olmuştu. Evet bende kuduz olacak bağıra bağıra ölecektim tıpkı o filmde olduğu gibi beni kireçle gömecekler, kuduz oluruz endişesiyle mezarıma dahi yaklaşmaya korkacaklardı. Kuduz olan çocukların ilk belirtilerinin sudan korkmakla başladığını yine o filmde görmüştüm. Evimizin önünde derin bir su kuyusu vardı, onun dibinde simsiyah duran karanlık suya bakmak normal insan için bile ürperticiydi. O psikolojiyle bana daha da korkunç geliyordu, bu denemeyi daha sağlıklı yapabilmek için önüme bir kova su koyup sürekli ona bakıyor, içine elimi sokup belli aralıklarla yüzümü yıkıyordum. Günlerce sabahtan akşama kadar o kovadan ayrılmadım, nereye gitsem yanımdaydı. Netice itibarıyla kuduz olmadım ama kuduz olabilecek bir insanın kaygı ve korkularının tümünü eksiksiz yaşamıştım. Bir süre sağ bacağım aksadı sonra düzenli pansuman ve doğru tedavi neticesi yaramda kapandı. Sağ bacağımın aldığı ilk hasar buydu sonda olmayacaktı. Yine aynı yıl içerisindeydi sanırım, ormanda ağaç eğme oyunu oynuyorduk, bu oyun üç beş çocuğun genç ve diri bir ağacı zorlu uğraşlarla yere eğip, ucuna binilip zıplanarak yerden bir iki metre yükselip inilmesiyle oynanırdı, bir çeşit yaylı salıncak gibiydi. Her eşit zıplamada daha da yükseğe çıkar heyecan ve adrenalinimiz o ölçüde artardı. Yine böyle bir oyunda ağacın en ucunda bendim, güçlü ve eşit bir zıplama sonrası önümdeki arkadaşım dengesini daha önündeki arkadaşlarımı da tutarak kendisiyle birlikte hepsini düşürdü. Gereksiz ağırlıklarından bir anda kurtulan o diri ve çevik ağaç beni bir mancınık gibi fırlatıverdi, ne olduğunu anlamadan tüm ormanı bir anda ayaklarım altında buldum. Herşeyin fazlasıyla yükseğine çıktıktan sonra aynı hızla geri orman içine çakıldım. Yine sağ bacağımdı ve bu defa kalçadan çıkmıştı, babam yine beni acil olarak bu defa başka köyün en yaşlı bilgesine götürdü. Neden güllü nenem tercih edilmemişti bilmiyorum ama sanırım o cerrahtı, benim bu defaki durumum ortapediydi ve onun branşına girmiyordu. Neyseki o köydeki nene gerçekten işi biliyordu, bacağıma yine onun kendi icadı olan kaygan ve pis kokulu iksirlerinden sürerek kalçamı bir hamlede yerine oturtuverdi. Hemen orada ayağa kalkıp yürümeye başlamış dönüşte ise arkadaşlarımın yanına koşup ağaç eğme oyununa kaldığım yerden devam etmiştim. Günler aylar yıllar birbirini aynı tempomda kovalıyor aynı uğraşlarla geçiyordu, teknolojik ilerlemelerde olmuştu mesela köyüme telefon hatları çekilmişti, her ev için büyük yenilikti. İlk bağlandığı zamanlar kullanmamaizin verilse de, babam ne kadar çok konuşulursa o kadar fatura geleceğini öğrendiğinde telefonla her türlü ilişkim yasaklandı. Babam kendisi evde yokken kullanılmasını önlemek için, bir zincir ve iki küçük asma kilitten oluşan tuhaf bir sistemle avizeyi bağlamıştı. Bu kilitleri açmak olanaksızdı, kilitin birini çözerek avizeyi kaldırsan bile, öteki kilit sebebiyle numaraların merdanesini çeviremiyordun. O yaratıcılığı Abraham bell görse kıskanırdı, kesinlikle telefondan sonra en büyük icattı. Büyümek zordu lakin her baskının inadına ruhum parçalı bulutlu da olsa genişliyor, bedenim heybet kazanarak büyüyordum işte. Komşu köyde ilgilendiğim bir kız bile vardı, hemen her akşam onu camda görürüm umuduyla o köye gider, her attığım adımda ergen heyecanları taze sevgi pıtırcıklarını duyardım minik gönlümde. Eğer onu camda görebilmişsem ben yola değil yol bana yürürdü sanki, görememişsem bile bir umutla bin defa aşılabilecek dünyanın en güzel mesafesiydi o köy yolu benim için. İşin garip yanı kızın benden haberi bile yoktu, hazin yanı ise sonradan farkıma varıp gülümseyişleri hatta göz kırpışlarının sırf bana ait değil, başkalarıyla aramızda bölüştürülmüş işveler olduğunu öğrenmemdi. Yine de herkes ona aşıktı, başı açık olup lise de okuyan kot pantolon dar tişörtler giyebilen çevredeki tek kızdı. Diğer kızlar tütün tarlalarında çalışmaktan elleri nasırlaşmış, yüzleri güneşten solmuş bir güzellikleri varsa bile çamurlu paspal fistanları ve terden solmuş eşarpları altında kalmıştı. O yüzden tüm gözler tek sosyetenin üzerindeydi, kendisi de bu farklılığının farkında olarak aç gözlerin ilgisinden oldukça memnundu. Ve küçük bir yosma gibi herkesin ilgisini kendine çekerek kurallarını koyduğu oyunlar oynuyordu. Bir göz kırptığı günlerce o anı düşünürken, o kime göz kırptığını aynı saat unutup bir diğerine kaş göz etmeye başlıyordu. Herkes onu sahiplenir haberi bile olmadığı ne kavgalar eder, üzerinde yine onun bilmediği ne haklar iddiasında bulunurduk. Bedenen güçlü ve yapılıydım, tıpkı ailede gördüğüm gibi kimseyle fikir tartışmasına girmez her sorunu kavga ederek şiddetle çözmeye çalışırdım. Dayak yediğimde olurdu, bazen o köye gittiğimde köyün çocukları tıpkı zamanında bizim onları izleyemediğimiz renkli televizyonu kıskanıp kovduğumuz gibi , şimdi onlarda kendilerinin olmayan o sosyetik güzeli bizden kıskanıyorlardı.
Yaşadığım ezginliğe ve gelişimimdeki maddi manevi yüke rağmen inadına yapılaşmıştım akranlarımdan daha uzun ve iriydim. Kemikli bir vucüt düzgün yüz hatları, Karadenizli olduğumu belli eder bir burun, kahve gözler, seyrek kıllı kalın kaş, kumral ve çok yakışıklı olduğum iddiasında bulunamasamda farkındalık yaratan düzgün bir tipim vardı. Aynaya baktığımda kendimi beğeniyordum yüzümle barışıktım, fakat bir kusurum vardı ki on dört yaşına gelmiştim ve halen yatağa işiyordum. Anam bu duruma gübre çuvallarının naylonlarını çarşafın altına sererek çözüm bulmuştu, böylelikle yatağa geçmiyordu. Bazen bilinçsiz farkında olmadan, bazen ise nasıl olsa altımda naylon var diyerek yataktan kalkıp tuvalete gitmeye üşenir bilinçli olarak işerdim. Yatağın içi sıcacık oluyordu ve bu çok güzel bir duyguydu, tek sorun sabahları o yataktan kalkmaktı, zor olan oydu yoksa yatağa işemek kesinlikle güzeldi.
Karate filmlerinin patlama yaptığı yıllardı, birde komşu köylerimizden birinde ünlü bir boksör olan yunus abimiz vardı herkes ona hayrandı kaslarından çok ödülleri vardı. Böyle birinin varlığı da bizleri spora tetikliyordu herkesgibi bende bu hevese kapılmış yine kendi icadım olan spor malzemeleri yapmıştım. Bacaklarımı odanın tavanına gerdiğim saman balyalarının teliyle bağlar sıfır açabilirdim, on kiloluk ayçiçekyağı tenekelerinin içine beton döküp dambıllar yapmıştım. Artık kullanmadığımız eski öküz arabasının arka şase demirleriyle halterler icat etmiştim. Bu uğraşlarımın vücudumda yarattığı gelişimin gözle görülür şekilde artması beni spora daha da çok ateşliyor, her geçen gün daha da irileşip kas yaptığımı görüyordum. Her şey bir spordu, ormandan odun getirmek, kürekle ahırdan inek tezeklerini atmak, tütün taşımak, su çekmek, ineklerin peşinde koşmak, dayak yemek dayak atmak her şey bir antenmandı inanılmaz olmuştum. Tabi bunda o dönem filmi karateci çocuğun hocası bay miyagi’nin öğretici felsefesinin de katkısı büyüktü.
Karşı mahallemizden Adem abimiz vardı, beni sıgaraya o alıştırmıştı, bize köydeki kümeslerden tavuklar çaldırır götürür bir yerlerde satar elimize küçük paralar sıkıştırır asıl payı kendi alırdı. Bu paralar cüzi bile olsa bizim için çok değerliydi, sıgara alabilecek paramın olması benim için büyük zenginlik sayılırdı. Bu yaptığımız yaramazlıkların duyulupta dayak yeme ihtimaline pek aldırmazdım, zaten sudan sebeplerden hemen her fırsatta dayağa maruz kalmıyormuydum, bir eksik bir fazla ne farkederdi. Bu dayağı göze alıyordum üstelik karşılığında param oluyor sigaram oluyordu, buna değerdi. Küçük ya da büyük her yaptığım yaramazlıktan aynı şiddette dayak yerdim, o sebeple eğer yaramazlık yapacaksam daha büyük olmasına özeniyor böyle davranarak kendimi karda zannediyordum. Böyle bir koşullandırma hiç kuşkusuz ilerde bireysel çok daha büyük zararlara yol açacak, kendiliğinden olup bitiyormuş gibi görünen olaylar korkunç hesaplaşmalarla sonuçlanacaktı. Bu felsefem köyün kabuğundan çıkıp ta gerçek dünyaya adım attığımda başıma çok büyük işler açacaktı ama daha vardı. Yaramazlık yapma becerim vardı bunu kabul ediyorum, o da kendi içinde belli bir zekayı gerektiriyordu ama yaramazlığa illa meyilli biri değildim, biri çıkıpta oğlum senin sorunun nedir diye hala sormuyordu. Benimde isteklerim ihtiyaçlarım vardı herkes gibi giyinebilmek onlar gibi eğlenebilmek mutlu olmak istiyordum. İsteklerimin olağan fakat masraflı taraflarından kaçılınıyor, bu durum karşısında herşeyeheves eden ergen bir genç olarak kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılayabilmek adına aile eliyle yanlış yollara itiliyordum. Köyün en ağır işlerinde zor şartlarda çalışsakta bunun bana maddi bir getirisi olmuyordu, yazları sıgaramız alınır kışın bu sistem dururdu. Babamdan haftada bir paket sigara parası kurtarabilmek büyük bir başarıydı, benden beklentilerini şiddet uygulanarakta olsa eksik veya tam bir şekilde yerine getiriyordum benim beklentilerime ise kapılar sürekli kapalıydı. Aşkın amca lisede okuyordu ben ise ilkokul sonrası inekleri otlatacak adam olmadığı için eğitimi kesilmiş kuran kursuna verilmiştim, herşeyin iyisi güzeli onundu okumak onun, iyi giyinmek güzel yemekler yemek eğlencelere gitmek mutlu olmak hep onun hakkıydı. Baskın karakteri ve orasını burasını ısıraraktaolsa istediğini bir şekilde yaptırabilme becerisi, kendini hayata hazırlatmakta güçlü silahları oldu. Akıllı biriydi, gelecekteki şartları sömürerek ilk meyveleri kendisinin devşirebilmesini hesap edecek kadar mantıklıydı da, o sebeple her dönemin birinci sınıfı olan hep oydu. Onun eskileri benim yenilerim olurdu, ciddi düşüncelerden bilincim bihaberdi tek düşüncem mısırları cömertten nasıl korurum, bugün dayak yermiyim gece yatağa işermiyimdi. Değersizlik duygusu varlığımı yaralamıştı, kendime belli bir biçim verebilecek yaşlarda özgüvenimin bu derece örselenmesi, zihnimde daha o dönemde kızgınlık ve umutsuzluk fantazilerini üretime geçirmişti. Uygulanan baskı beni iyileştirmek yerine daha da zehirliyordu, kaba kuvvetle ıslaha çalışılmam beni eğitmiyor sadece davranışlarımı değiştiriyordu. Ön plana çıkarılan aşağılık duygum olası bütün çözüm seçeneklerini etkiliyor, o yaşlarda dahi etkin şekilde var olan yaratıcılığım kısırlaştırılıyordu. Bir bilince sahipsem o da Doğru olana yeteneklerimden, işe yarar biri olduğumdan şüphe duymamdı, hiç param olmadığından nereye ne kadar harcanır ne kadarı sende kalmalı onu dahi bilmiyordum elime geçen parayı bitirmeden rahat edemiyordum. özellikle de aşkın amca tarafından itinayla itibarsızlaştırılıyordum, köyün kızları veya arkadaşlarımın yanında yatağa işediğimi büyük bir keyifle anlatırdı. Kendine dair lağımları deniz gibi içinde barındırırken, başkasına ait tek pis yanı kusmak için çırpınır durur, böyledir insan. Arkadaşlarımın yanında yine sudan sebeplerden bana saldırır kendince ego tatmini yapardı, benim gibi güçlü kuvvetli birine vurabiliyor ve karşılık verilmiyor olması da ayrı bir hava atma sebebiydi. Çok çalıştırılıyordum sürekli bir uğraşla meşguliyetten, başka bir şey düşünmek için vaktim olmuyordu. Aklımı bir ölçü koruyum (henüz) delirmemi engellen de buydu belki de. Ailede bir çocuğu doğru olanda tutacak bağlar hep eksikti, gerçek anne babanın yokluğu ben bilemesemde hep eksikti. Sorumsuzdum günlerce eve gitmesem beni merak ederlermi diye düşünmezdim – ki zaten öyle ciddi anlamda merakta edilmezdim, günlerce eve gelmemem komşularda samanlıklarda uyumam olağan bir durumdu, mutlaka yaptığım bir yaramazlıktan dolayı aranıyor olurdum.Bana kılavuzluk edecek kimse yoktu nasihatler dahi dayak eşliğinde verilirdi. Ayıları ön ayaklarını bastıkları taşları ısıtarak artık dayanamayacakları hale getirip iki ayak üzerinde durmalarını sağlayarak eğitirlermiş, tef sesi duyduğunda ön ayaklarının yanacağı bilinci ile kaldırırlarmış bende benzeri şekilde eğitiliyordum. Fakat ben hayvan değildim, duygusal zayıflığım olsada zihnim hayvanlara özgü eğitim teknikleriyle güdülemeyecek kadar zengindi. Nietzsche bu konuda haklıydı; Bununaksi şiddet veya baskı içeren tüm çabalar hem başarısız hem alçaltıcıydı. Böyle yaklaşımlar karşısında düşüncelerimi ıslah edip davranışlarıma biçim verebilmek imkansızdı. İnsan kaygılarına hayvanlara özgü yöntemlerle yaklaşılıp insan gibi davranılmasını beklemek sert bir yanılgı anlayışıydı.
Kaldıki cömerte bile bana davranıldığı gibi davranmazdım ben, onunla güçlü bir bağımız vardı insanları tanıdıkça hayvanları daha çok sevdim gibi klişe laf edemem bile, çünkü ben insanları tanıyamıyordum. Cömertin bir yöne bakışı boyun kıvırmaları ne anlam ifade eder bilirdim. Hatta sırtına konan sineklerin hangisini kuyruğuyla kovabileceğini tahmin ettiğim bile olurdu, ancak babamın veya aşkın amcanın yaramazlık yaparsam beni dövecekleri dışında birşeylerinibilmezdim. Cömertin bağırışlarından buzağasınımıistiyor, otlanmakmı yoksa susadımı anlardım, babam ve aşkın amcanın her gün başka türlü bağırıp çağırmalarına rağmen tam ne demek istiyorlar bilemezdim. Bu benim güdük aklımdanmı kaynaklanıyordu acaba diye şimdi her düşündüğümde, cömertin o tek notalı bağırışlarıyla anlattığı bir yığın derdi gelir aklıma. O hayvan bile gösterdiğim özen ve sevgiyle eğitilebilmiş doğruyu yanlışı anlamıştı, bende onun kadar akıl olmaması mümkünmüydü?...
Kardeşim hacer de benim kadar olmasa da hemen benzer iş yükü altındaydı, manevi yoksunlukta bir kız çocuğu olarak onun benden daha ezgin olduğu muhakkaktı. Varlığı yokluğu belli olmayan sessiz sakin bir kız çocuğuydu, o da en az ben kadar duygusal yapıdaydı. İkimizde şiire merak sarmıştık, çok saçma şeylerdi belki yazdıklarımız fakat ikimizde de parçalanmış duygulara sahip olmaktan kaynaklı kendi çapımızda bir derinlik zenginlik ve yaratıcılık vardı. Beni ırgatlık onu kız olduğu için okutmamışlardı, oysaki ikimizinde karneleri başarılıydı, elimin kalem tutma okuduklarımı anlayabilme konusunda iddialıydım, istemeyerek gönderildiğim kuran kursunu dahi birincilikle bitirmemişmiydim. Ama okutmak masraflı işti, babam gibi herşeyi gereğinden fazla değerli biri için elinden gelenin en iyisini yapmış bizi büyütmüştü işte. Onunla maceralarımız çoktur, sırf onları yazsam ciltler dolusu entersan hikayeler çıkacaktır, onu daha iyi betimlemek adına bunlardan bir ikisine değinmeyi yararlı buluyorum.
Yine bir tütün dikme zamanıydı, deredeki küçük baraja su tankerini doldurmaya gitmiştik o zamanlar bana güvenip çok değerli traktörünü sürdürmezdi. Tankeri doldurmuş dereden çıkıyorduk ben tankerin üzerinde kapağı kapamaya çalışıyor o da traktörü sürerek ilerliyordu. Derenin üzerindeki köprüden geçmemiz gerekiyordu ve aşağısı en az otuz metrelik uçurumdu, babam tankerin kapağını kapayıp kapamadığımı denetlemekten -ki o anda bile verdiği görevin takibindeydi- önüne bakmadı, traktörün ön tekerlekleri köprünün cılız korkuluklarını kırarak aşağıya sarktı, direksiyon marifetiyle durumu kurtarmanın imkanı yoktu artık. Stop edip durdurduğu traktörden dahi inmekte her zaman zorlanan babamı o gün allah korumuş kendini yere atmıştı, ben hala tankerin üzerinde sürükleniyordum. Neyseki bende o anlık şoku atlatarak kendimi aşağıya attım, tanker ve traktör ise gözümüzün önünde uçurumdan düşüp derenin içine büyük bir gürültüyle çakıldılar. Babamın kıyıpta bana sürdürmediği değerli traktörü ve o değerli tanker dakikalar içinde yok olmuş, ikimizde köprü üzerinde öylece kalakalmıştık. Ne kadar üzüldüğünü bomboş bakan şok halindeki gözlerinden anlayabiliyordum fakat canımızı kurtardığımız için şanslıydık elbette. O olaydan sonra traktörü bana sürdürmeye başladı, tabi yanımdan hiç ayrılmamak kaydıyla. Tarla sapanlamaya beraber giderdik, sürekli yanımdaki çamurlukta oturur en küçük hatamda enseme tokatı yapıştırırdı. Sıgara arası için sık sık tuvalete gidiyorum bahanesinden sıkılmıştı, çünkü iş aksıyordu, yanında sigara içmeme izin verdi yeterki çalışma durmasındı. Sonraları baktıki becerikliyim yanımda artık durmamaya başladı, böylelikle kendisi de başka işler yapma şansı bulabiliyordu, fakat hangi tarlaya yolladıysa ben dönene kadar aklı kalır döndüğümde ise doğru yapıp yapmadığımın denetimi için tarlayı kontrole giderdi. Yeni yeni kahvehaneye girmeye başlamıştık zira artık çocuk sayılmazdık, pencere kenarları tacizlerini bir sonraki kuşak devralmıştı. Her kapı açılışında kaçıp geri gelmelerine dayanamayıp, kahvehanenin arka bahçe ve penceresi sırrını onlara dünyanın en güzel hediyesi olarak vermiştim.
Babamın çok parası olurdu ne de olsa o bir ağaydı, bütün köylü ondan borç almaya gelir herkesin işini zevkle görür bununla mutlu olurdu, bana ise kahveye giderken bir çay nekadarsa onu verir ikinci çay parasını vermezdi. İkinci çayı içeceğimden değil bir arkadaşım yanıma gelir ona çay ısmarlayamam kaygısıydı bu, şartlandırılmış köy adabımız gereği biri gelir yanına oturursa boşu alınırken onun parasını peşin ödemen lazımdı. Bunun aksi utanç sebebiydi, gerçi hüseyin amcam bizden çay parası beklemezdi fakat bu gereğin de bir şekilde yapılması adettendi. Babam da bilirdi bunu ama ne kadar anlatsan o yine bildiğini okurdu, iki çay parasına luzüm yoktu.
Yine unutulamayacak olaylardan biri de, aşkın amca ile beni bir gece mahallemizdeki köy çeşmesine yollamıştı. Mendile özenle sarmış olduğu o değerli el fenerini elimize vererek gereksiz yakmamamız konusunda gerekli gereksiz uyarılarda bulunup, pillerini sakın ha boşa harcamamamızı sıkıca tembihlemişti. Mahallede her evden bu çeşmeye hortum döşeliydi, evinde suyu biten gider çeşmeye hortumunu takar tüm mahalle sırasıyla bu konfordan faydalanırdı. Bizim o geceki görevimiz el feneri yardımıyla kendi hortumumuzu bulup bağlamaktı. Ben çeşmenin önünde musluğu ayarlarken aşkın amca arka bahçeye geçmiş bizim evin hortumunu arıyordu, hava zifir karanlıktı el feneri aşkın amcadaydı. Tabi babam herşeyde olduğu gibi yine sırf görev vermekle kalmamış, kontrolünü yapmak için de gizlice ardımızdan gelmişti. Çeşmenin dış meydanına yakın meydandan babamın küfür seslerini duydum önce, sonra bunlara tekme tokat sesleri de karıştı, her vuruşunda sağa sola sallanan el feneri ışığını görebiliyordum fakat yerimden hiç kalkmadım bile, ilgilenmiyordum ne de olsa feneri gereksiz yakmış olan ben değil aşkın amcaydı. İkimize verdiği görevlerde birimizin hatası yüzünden ikimizin de dayak yediği halleri daha önceki deneyimlerimden bildiğim için, olay yerine yaklaşıp da dayağa müdahil olmak istemiyordum. Duyduğum tekme tokat sesleri de bu düşüncemin haklılığını daha da pekiştiriyordu açıkçası.
O esnada çeşmenin arka bahçesinden aşkın amca çıkıverdi, birbirimizi görmenin şaşkınlığı içerisinde ikimiz aynı anda aynı cümleyi kurduk; babam seni dövmüyormu!
Hemen olay yerine koştum yere düşse de halen yanmakta olan bir el feneri, az ilerisinde devrilmiş su güğümü ve babamınsa birinin ensesinden tek eliyle tutmuş hışımla tekmelerken diğer eliyle de bayçe kıyısından bir kazığı sökmeye çalıştığını gördüm. Öyleki bu kazığı çıkarmaya zorlayıp başarısız oldukça, o sinirini de dövdüğü kişiye dönüp ekstradan tekme tokatlar vurarak çıkarıyordu. Yanmakta olan feneri yerden alarak onlara tuttuğumda dövdüğü kişinin mahallemiz gençlerinden yakın arkadaşım murat olduğunu gördüm. Suçsuz du fakat şanssızlığı elinde boşa yaktığı fenerle çeşmeden su almaya gelmekti. Babam onu bizden biri sanmıştı ve bu kişinin aşkın amca veya benim olmamın hiç önemi yoktu, asıl önem arzeden el fenerinin gereksiz kullanımıydı. Tabi muratın bu suçu işlerken ıslık çalıp güğümü dizine vurarak eğleniyor olması da dayağın şiddetini ister istemez arttırıyordu. O sebep kıyı kazığı muhakkak çıkmalıydı, neyseki bunu başaramadan yetişip baba napıyorsun bu dövdüğün murat desemede durmuyor durdurulamıyordu, araya girip birkaç tekrar müdahaleyle zor sakinleştirebilmiştim. Muratın ağzı gözü patlamış kanlar içinde avarel bakışı, babamın ise muratmı değilmiile, dövmeye devam edip etmeme arası çift kararsızlığı, tam emin olmak için dağıttığı surata inceleyici bakışları hala gözümün önündedir.
Murat altı kız üzerine çok geç gelen erkek çocuktu, biraz safçaydı ve on dört yaşında evlendirilmiş olması onu daha da saf yapmıştı. Düğün gününde dahi evden gizlice gelip bizimle bilye oynarken annesi tarafından aniden baskın yemiştik, kendi düğününe götürülürken dahi aklı hala kazanmakta olduğu bilyelerdeydi. Annesi oğlum yürü diye çekiştiriyor o ise, anne ne olur on dakika daha oynamama izin ver diye yalvarıyordu. Evlendirildikten sonra ise çocukluğuna rağmen çocuk olmasına müsadeedilmemişti. Ne zaman yanımıza gelse yine annesinden bir baskın yer, sen artık çocuk değilsin evli barklı adamsın denilerek yanımızdan alınıp götürülürdü. Onu oyuna davet ettiğimiz için de bize bağırır çağırırdı. O evli olduğu için kahvehanede geç saatlere kadar oturabilirdi, sırf geç saatlere kadar renkli televizyon izleyebilmek için evlendirilmeyi istediğim dönemlerdi.
Çocukken büyük adam gibi davranmaya zorlanılması onu olduğundan da saf yapmıştı evet, ama ikimizde aynıydık oysa. Tek fark bendeki saflık gün geçtikçe daha ortaya çıkacak, o ise zamanla kendi taşlarını yerine oturtarak bu olgunluğa alışacaktı..
Sanıyorum 14,5 yaşlarında falandım, ineklerimi otlatmaktan dönmüştüm. Evimizin önünde yabancı ve çok güzel biri araç duruyordu. Hemen yanında oldukça şık giyimli mavi gözlü hafif kumral ve her halinden şehirli olduğu anlaşılan bir adamın dikildiğini farkettim. İnekleri ahıla koyup eve doğru ilerlerken onun bana dikkatli ve inceler, benim ise ona meraklı ve yabancı bakışlarımızı karşılıklı olarak üzerlerimizden ayırmıyorduk. Oldukça uzağından geçerek kendimi evin kapısından içeriye atıp kapıyı hızla kapayarak oturma odamıza koştum. Ben daha evin önünde yabancı bir adam olduğu haberini veremeden, yengem gayet sevimli bir yüz ifadesiyle; apdul hadi gözün aydın baban geldi dedi!.
O bana müjdeli bir haber vermenin mutluluğunu ben ise bir babam daha olduğunun şokunu yaşıyordum. Yengemin verdiği müjde tüm benliğime indirilen güçlü bir balyoz etkisi yapmıştı. Evet benim bir başka babam vardı, ve başka bir annem! O yumurtayı hatırladım ve annenin ardından düşe kalka koşuşumu, o düşüşlerimde başıma aldığım yarayı hatırladım hissettim sızısını, terkedilişlerimi unuttuğum kadar unutuluşlarımı hatırladım. Hafızamın güçlük veya kolaylıkla unutmayı başardığı o eski anılar belleğime ani bir bindirme yapmıştı. Midem bulanıp başım dönmeye başladı, isaamcamın mezarı başında boğazıma sarılan o yengeç yıllar sonra yine gırtlağımdan yakalamıştı beni. Kabuslarımdan uyandığımda, var olan ebebeynleriminkoyunlarına yokmuşlar gibi neden koşamadığımın algısı çöktü biran da zihnime, iç güdülerimin unutmayıp bilincimden saklı tuttuğu herşeyin kapakları açılmıştı. Var gibi gözüken bir çok şeyin neden yok olduğunun farkını farketmiştim. Bu ani ve aşırı duygulanıma karşı ruhumdaki tıkanıklık nefesimi kesmiş, yüzüme çarpılan sular fayda sağlamıyordu. Göğsümde şişmeye başlayan anlamlandıramadığım o şey yine kesmişti dizlerimden dermanımı, gözlerim kararıp yere düştüğüm anda ölmemem için acı bir soluk üflenmişti sanki boğazıma. Ağladım, çok ağladım, neye niçin olduğunu bilmeden onlarca dakika ağladım. İçimden birşeyler sökülüp götürülmüş yerine o dışarıdaki yabancı adam getirilmişti. Bu nöbetimin geçmesi konular ve duygu durumlarımı idrak edip bir nebze kendimi kontrol altına alabilmem oldukça zaman aldı, sonra bir şekilde gidip o adamın elini öpmem için ikna edildim. Yanına gidip karşısına dikildiğimde, kız kardeşim ve benim köklerinden sökülen duygu ve hislerimizin ruhsal travmalarımızın, müsebbiblerinden biri olarak önümde duruyordu. Öz baba oğul ve iki insan olmamıza rağmen, iki ayrı hayvanın birbirlerine olan uzaklığından daha mesafeliydik birbirimize. O kadar birikmişim vardı ve öylesine doluydum öyle acılıydım ki, ona rağmen sustum. Konuşmam gerekenlerin çokluğuydu belki de beni susturan, ve ben o eli değil, kız kardeşim ve benim içimize gömülü yaşanmamışlıklarımızı öptüm…
Tıpkı birkaç saat önce hatırladığım çocukluğumdaki gibiydi, aynı soğukluk ve aynı duyarsızlıkta. Ben karşımdakinin biyolojik babam olduğu fikrini henüz idrak edememiş olsamda, o yıllardır arayıp sormadığı kendini tamamen unutturacak kadar ilgisiz kaldığı öz oğlu olduğumun elbet bilincindeydi. Yine de nasılsın bile demedi, bir baba veyahut bir insan gibi sarılıp saçımı okşamak ve bu ona küçük bir tebessüme malolsa bile tanımadığım duyguları tattırmak israftı onun için. Herşeye rağmen günler geçtikçe varlığına alışmaya başladım, o geleli aşkın amca başta olmak üzere tüm ev halkı bana ve kız kardeşime olağanın çok üzerinde yumuşak davranır olmuştu. Bunda o şehirli adamın etkisini farketmiş sırf bu sebepten sever gibi olmuştum. Arkadaşlarıma gururla göstererek benim babam geldi gördünüzmü diyor hava atıyordum. Aracından, kıyafetinin güzelliğinden kol saatinden ayakkabılarından olan olmayan bütün zenginliklerinden bahsedip duruyordum. İlk defa gururlanabileceğim bir şeyim vardı ama maalesef o da bana ait değildi. Ne kadar iyi insan olduğu beni ne kadar sevdiği ve artık beni hiç bırakmayacağı hususlarında uyduruyor da uyduruyordum. İstanbuldan sırf benim için ne farklı şeker ve çukulotalar getirmişti ama ben hepsini evde yemiştim, arkadaşlarım bu hayali şekere ve çukulotalardan onlara getirmediğim için bana küserlerdi. Umursamazdım, varsın küssünlerdi ilk defa kıskanılıyordum bütün şeker ve çukulota türlerinden daha tatlı olan bu duygu için tüm alemle küsebilirdim. Oysa gerçekte benimle tek kelime etmemiş yüzüme bir defa olsun bakmamış, geldiği günden beri elini öpmek dışında hiç temasımız olmamış bir baba vardı. İsa amcamın odasında yatardı, ben alt kattaki odamdan her gece uyumadan onun gelişini beklerdim. Yürüyüşünü konuşmasını yüzünü ellerini bakışlarını, her halini sürekli inceler durumdaydım. Gelişiyle birlikte benim ve kız kardeşimin etrafında insanların pervane olması beni ona daha çok itiyor, görünüşündeki yabancılık gizemini benliğimdeki baba boşluğuna oturtmaya çalışıyordum. Fakat ne kız kardeşime ne bana ondan tek bir adım gelmiyordu. Bir sabah hiç unutmuyorum o uyurken gidip koynuna yattım, bu cesareti duyduğum baba açlığının etkisinden almış olmalıyım zira şuan bunu nasıl neden yapabildiğime bende şaşırıyorum. Yanına usulca sokulurken duyduğum kalp atış heyecanlarımı şimdi yazarken dahi bir nebze hissediyorum. O uyuyordu ben ise soğuk bakışlarından arınmış kapalı gözlerin sahibi çehreyi inceliyordum. Bir süre sonra ansızın uyandı, ben ise hemen gözlerimi kapayıp uyuyor numarası yapmaya başladım. Bana bakmadığını gözlerim kapalıda olsa görebiliyordum, koynundaki varlığımla ilgilenmedi bile, yataktan yalnızmış gibi kalkıp giyindi gitti. Onun terkedip gittiği yatağında yokluğunun oluşturduğu o geniş ve ılıman yere kaydım, sıcacıktı. İşte ben baba sıcaklığının nasıl bir şey olduğunu ilk ve son olarak orada hissettim. Yıllar önce terkedilmiş bir çocukla az önce bırakılmış evladın çift başlı hisleri ve dağınık duygularının o boş yataktaki birleşim anını ifade edebilmek için, yazı veya söz çok yetersiz iletişim araçlarıdır. Ve sonra yine o yengeç çıkageldi, çapımdan büyük duyguların altında kalmaktanmıdır nedir bilmem, böylesi saldırgan bir yaratık içimde peydahlanmıştı. Gün geçtikçe daha da büyüyerek güçlenecekti. Nefesim kesilip yine gözlerim kararmaya başladığında, herşeyin bitip son bulacağı tam o çizgide o acı soluk ve ağlama patlaması çıkıp gelmişti. Ağladıkça o sıcaklığa dahada sokuldum, sokuldukça ağladım ağladım, birşeyler dolup birşeylerin boşaldığını hissediyordum içimde, ben sadece en belirgin olana, canımın yangınına odaklanabiliyordum. O gece geç vakitlere kadar alt kattaki yatağımda onun gelişini bekledim, gelmedi. Ertesi sabah öğrendimki istanbula dönmüştü, tam alışmaya başlamışken veda bile etmeden gitmişti. Ansızın ortaya çıkmasıyla bir başka babam başka annem olduğu bilinci ve acı hatıralarını uyandırmış, yine ansızın ortadan kaybolmasıyla darmadağın ruh hali ve parçalanmış duyguları ardında bırakmıştı. O tüm bu hallerimin farkında bile değildi duyarsız duygusuzdu, fakat ben bu soğuk fırça darbeleriyle ardında bıraktığı resimde sıcak çizgiler arama melankolisindeydim. Oysa doğar doğmaz silinmişti üzerimiz, kardeşim ve ben yoktuk hiçtik hiç, anne babalar belliydi amma, kimsesizdik sahipsizdik piçtik piç!
Evet benim birde başka annem vardı, onu da gün gün düşünüp merak etmeye başlamıştım. Varsı bizi terkedip gitmiş olsundu, ben onu muhakkak görmeliydim. Bu konudaki talebim ailede kabul görüp beni anneye götürmeye karar verdiler. Köyden bafraya indiğimde kendilerini anneannem ve dedem olarak tanıtan iki sevgi dolu sıcak insanlar karşıladı. Anneannem sürekli ağlayarak ağzımı yüzümü öpüyor ben ise ilk defa gördüğüm bu kadının salya sümüklü taaruzlarında kaçınmaya çalışsamda kurtulamıyordum. Başımı ne yana çevirsem o yandan yakalıyor nerem denk geldiyse oramdan salya sümük öpmeye devam ediyordu. Anneminde oraya geleceğini söyledikleri bir buluşma yerine götürdüler beni, bu yabancı eve gittiğimizde iki küçük kız çocuğu olan esmer bir kadın kapıda karşıladı bizi. İçeride olağanın üzerinde fazladan bir kalabalık vardı. Hemen hepsi daha önceden ne yapacağı kesin olarak bilinen insanların görünüş ve hareketleriyle evin içinde dolanıyorlardı. Kulaktan kulağa fısıldaşılardan, konuşulan sesler zor duyuluyordu sanki. Sanıyorum bu kalabalık, yıllar sonra gerçekleşecek kavuşma anının dramatik sahnesine şahit olmak istiyorlardı. Herkesin üzerime aşırı düşerek halimi hatırımı şeklende soruyor olması özel hissettirmişti beni, annemin ne zaman geleceğinden çok salondaki kocaman renkli tv ile ilgiliydim. Bir süre sonra o iki çocuğu olan ev sahibi kadın yanıma oturup ellerimi tutarak o da hal hatır sormaya başladı. Benimle konuşurken gözyaşları sanki istemsizmiş gibi kesik kesik akıyordu. Hikayemi bildiği ve halime onun da üzgün olduğu belliydi. Sonra yanımdan kalkıp önüme diz çöktü, ellerimi sıkıca tutup gözlerime bakarak; beni tanıyormusun abdullah diye sordu?
Baktım, baktım daha dikkatle baktım tanımadım. İlk defa gördüğüm bu kadının teyzelerimden biri olabileceğini düşündüm -ki bir dayım dört teyzem olduğunu duymuştum. Ben kumraldım o halde annemde kumral olmalıydı, bu esmer kadının teyzem olamayacağının kanaatine vardım. Hayır tanımadım dercesine başımı sallamaya hazırlanırken o daha önce davranarak; ben senin annenim oğlum deyivermişti!
Öylece kalakaldım, daha önce kesinlikle görmemiş gibi hiç anımsamadığım bir yüz vardı karşımda. Bilincim onu görmeye hazırlıklı olduğu için zihnen hiç etkilenmedim, duygularım ve ruhum da onu tanıyamadı üstelik. Gönlümün tüm kapaklarını ardına kadar açtım fakat sevgisini hissedemedim içerimde. Belki o zambak desenli elbise, belki önüme haşlanmış bir yumurta, ne bileyim bişey olsa belki olurdu ama hiçbirşey olmadı. Hoyratça koparıldığımız yerden tekrardan bağlanamadık. O zaman bunun nedenini anlayamamıştım, bugün anlayabiliyorum. Evlat bile olsan her karşı gönüle sevgi anahtarıyla giriş yapılamıyordu. Sevilme hissi ihtiyacı tarafından içeriden açılabiliyordu o kapı sadece. Ben sırf anamdır bilinciyle gönül kapaklarımın tümünü açsamda, ruhum duygularım onu yabancı görüp iç kapılarımı açmıyordu. Çünkü benliğim kiliti çoktan değişmiş yeni anahtarı babaanneme, yani anama vermişti. Babayı gördüğümdeki o iç kargaşayı hissetmedim, herhangi birinin sıradan misafir ağırlaması gibiydi herşey. O güne dair net hatırladıklarım, anneannemin yorulmak bilmeyen öpüşleriyle salya sümükleri, ve ben o gözyaşıyla karışık salyaları kazağımın koluna sildikçe onun tekrar tekrar uygulamalarıydı. Oysa ne içten ne duygulu insanmış anneannem, o rahatsız olduğum sıvılar ne kutsallarmış meğer. Maalesef değerini anlayacak yaşa bilince gelemeden kaybettim onu, gittiği yerde ışıklar içinde olacağına şüphe duymuyorum. O günden sonra benim anne ziyaretlerim belli aralıklarla devam etti, her gidişim ilk günün tekrarı gibiydi. Annemin elimi tutarak kendini tanıtması, toplanmış benzer kalabalık ve tabı anneanemin bitmek tükenmek bilmeyen mübarek sıvıları. Anne de evlenmiş iki çocuğu olmuştu, ilk gün yerde gezinirken gördüğüm o iki kız çocuğu benim kardeşlerimdi. Üvey babam -ki ilerde mükemmel bir insan olduğunu anlayacaktım- ilk başlarda uzak durduğum fakat benim soğukluğuma rağmen inadına sıcak samimi güler yüzlü bir adamdı. Kız kardeşimle gidersek akşam beraber dönüyorduk, eğer yalnız gitmişsem gece orada kalıyordum. Anneyi göreceğim sevinci duymazdım oraya giderken, beni asıl heyecanlandıran o büyük renkli televizyondu. Tamam anne elimi tutup hatırımı soruyor hatta saçımı bile okşadığı oluyordu, ne yapsa annemmiş gibi hissedemiyordum. Beni iyi ağırlayıp güzel yemekler yapan ve benimle ilgilenen iyi kalpli bir kadından öteye gitmiyordu varlığı. Renkli televizyonun bulunduğu salonda koltukta yatar gece geç saatlere kadar da izlememe izin verilirdi, üstelik köyde sadece tek kanal varken orada yeni açılan özel kanallar da vardı. Hüseyin amcamın kahvehanesinde daha düne kadar pencere kenarları ve arka bahçelerden izleyebildiğimiz renkli tv hemen yanıbaşımdaydı, tanrım bu ne büyük bir konfordu. Bir gece o özel kanalların birinde dokuzyüz ile başlayan numaralarını veren seksi kadınlar çıkmıştı ekrana, çocukluktan ergenliğe geçiş yaptığım o dönemimde acayip ilgi çekici gelmişti bunlar. Televizyonun yanındaki masada tuşlu bir telefon duruyordu, üstelik zincire vurulmuşta değil kullanıma son derece hazır bekliyordu. Engelleyemedim kendimi ve o numaralardan birini önlenemeyen bir ergen hormonu dürtüsüyle aradım. Dünyanın en tatlı sesleri vardı karşımda, benimle son derece kibar konuşan her konuyu fazladan bir duyarlılıkla paylaşan ne iyi insanlardı onlar.kimse duyup uyanmasın diye sessiz konuşuyor olmama dahi hiç aldırmazlardı, herşeyimi anlayışla karşılarlardı. Hangi gün ve saatte arasam hep oradaydılar, gecenin yarıları benle konuşmak için uykusuz kalmaya katlanacak kadar da değer veriyorlardı bana. Beni dinleyip anlamaya çalışıyor olmaları ve o seksi ses tonlarıyla, varlıkları libidoma olduğu kadar ruhumada iyi geliyorlardı. Anneye gitme hevesim bu sayede üçe beşe katlanmıştı, telefon arkadaşlarımla konuşabilmeyi iple çeker haftada bir gece mutlaka orada kalırdım. Bu heyecanı hissi sevmiştim, hepsi bana çok aşıktı, beni görmemiş olsalar bile kendimi tarif ettiğimde ne kadar da beğeniyorlar biraz daha konuşmam için adeta yalvarıyorlardı. Hayranlıklarını nasıl ifade edeceklerini şaşırıyorlardı zira çok önemli ve gözde biriydim. Tabi ben keskin zekam ve kör mantığın arasında sıkışmış bir beyinle, biliyormuş gibi bilinçsiz hareket ettiğim için onların neden bana böylesine özel değer verdiklerini ay sonunda öğrenecektim. Anneye oldukça yüksek bir fatura gelmiş, eşi olur genç adam deyip anlayışla karşılarken anne beni hiç dinlemeden cahilliğimi bilgisizliğimi, neyi neden yaptığımı sorup anlamak yerine beni evinden kovmuştu. Gitmemi ima edişiyle kapıdan çıktığımda bir daha gelmemem konusundada uyarmıştı. O herkes gibiydi, tek farkı ogün bana vurmamış olmasıydı. Hava kararmış yağmur yağıyordu, ellerim cebimde köy minübüslerinin kalktığı durağa doğru ilerlerken, anneyi tekrar göremeyecek olmaya aldırdığım yoktu. Asıl üzüldüğüm yattığım oda da renkli tv izleme konforu ve güzel yemeklerden benimle konuşabilen arkadaşlarımdan mahrum kalmamdı. Hala ne küçük dünyam ve büyüyememiş yanlarım vardı, biyolojik ailenin ortaya çıkması hiçbir sorunumu çözmemiş aksine ruhsal ve duygusal sıkıntılar yüklemişti. İklimden iklime geçiyordum kimsenin farkı olmadan. Durakta hiç araç kalmamıştı artık köye de gidemezdim, bir banka oturdum yağmur hala devam ediyordu. Kimsenin olmadığı yarı karanlık sokaklara bakarken bir acı hüzün çöktü üzerime ve yanlızlığımı keskin bir bıçak gibi ilk orada hissettim. Saatler sonra yerimden kalkarak köyüme olan on kilometre yola koyuldum. Annenin benden gidişi kısacık bir kapı aralığı mesafesiydi, benimkisi yürü yürü bitmedi…
Baba şengül anneden de ayrılmıştı, ondan bir kızı olmuş ve hemen ayrılık sonrası yine vakit kaybetmeden üçüncü kadınını almıştı. Sonra ondanda boşanıp dördüncüyü aldığı ve ondanda iki kızı daha olduğunu duyacaktım.
Sanıyorum anneden kovulmamın birkaç ay sonrasıydı, gece yarısı büyük amcamlar tarafından panikle uyandırıldım. Mahallenin tüm büyükleri başımda dikiliyordu, daha ne olduğunu kavrayamadan acele giyinmem söylendi, herkeste bir durağanlık ve tuhaf bakışlar olağanın üzerinde ilgi vardı. Bu gülen yüzler ürküttü beni, değer görüyorsam bu normal değildi. Dışarı çıktığımızda evin önüne belli bir kalabalık toplanmıştı her baktığımın üzerinde gözlerimle bir nevi otopsi yapıyor olsamda olan biteni anlayamamıştım. Büyük amcamlardan biri koluma girip olabildiğince nazik tavırlarla yeğenim hadi biraz yürüyelim dedi. Bu amcam yıllar önce işlediği bir cinayetten ötürü senelerce hapis yatmış, üç beş yıl önce de çıkıp gelmişti. Bizim tanıyıp bilmediğimiz ama ansızın önümüze bu sizin amcanız diye konulan biriydi. Köyde yaşamaya başladığı üç beş yılda kendisine alışılmış diğer amcalarımız gibi kabullenerek sonradan çıkıp gelen biri olduğunu çoktan unutmuştuk. Elini omzuma koyup Gayet yumuşak bir sesle; bak evladım dedi ben akşam eski hasımlarımdan biriyle karşılaştım, birbirimize ateş ettik. Sargılı elini göstererek, ben elimden sanıyorum o da Bacağından yaralandı. Benim eski suçumdan dolayı infazım var eğer bu suçu işlediğim anlaşılırsa infazım yanar ve daha uzun yıllar mapuslarda kalırım o yüzden benim suçumu sen üzerine alacaksın. Olay yerini sana göstereceğiz elinde barut izi kalması için de aynı tabanca ile ateş edeceksin durum bu, gerisi senin kararın can senin elinde yeğenim dedi. Silahla ateş edeceğimin eğlenceli teklifi uykumu biraz açmıştı silahları her karadenizli gibi bende seviyordum. Fakat diğer konularda anlattıkları hakkında en küçük fikrim yoktu. Ama büyük amcamın o yalvarır bakışları ve toplanan kalabalığın ağzımdan çıkacak kelimeye tüm dikkatleriyle odaklandıklarını görmek, ciddi bir konunun karar aşamasında olduğumu hissettirmişti. Karar zaten benden bağımsız olarak verilmişti aslında, başka seçeneğim pek yoktu böyle ciddi kişilerin etrafımda çember oluşturup bana önemli bir görev veriyor olması da safça gururlandırmıştı beni. Kendimi önemli ve değerli hissettiğim bu fırsatı ıskalayacak kadar aptal değildim!..
Peki dedim, ve herkesin rahat birer nefes almalarına dahi gerekli zamanı tanımadan hemen ekledim; ama beş şarjör mermi atarım. Silahı elime tutuşturduklarında her yanına temas etmem için itina gösterilerek hemen oracıkta iki şarjör mermi attırdılar. Tanrım ne mutluydum hem mermi atıyor hem herkesin gözü üzerimde hemde aman herşeyden hoşnut olayım diye etrafımda pervane olunuyordu. Beni olay yerine götürdüler, nereden ateş edip ne tarafa kaçtığımı, adamı ilk nerde gördüğümü vurulunca nerde düştüğünü, saç tipi üzerindeki kıyafeti her detayı tekrar tekrar anlatıp duruyorlardı. Bu tekrarlardan sıkılmıştım ama ben farkında olmasamda onlar elbette biliyorlardı çokta akıllı biri olmadığımı, o yüzden anladığımdan emin olmaları için herşeyi yeniden anlatmaları gerekiyordu. Tam bir saflık içindeydim mantıken yarım gelişmiştim, küçücük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabildiğim gibi, büyük olaylarda da kendine küçük eğlenceler yaratan bir embesildim. Bir süre sonra jandarmalar gelerek elimden silahı alıp etrafımı sarıverdiler. Büyük amcam komutanla konuştuktan sonra yanıma gelip korkma evladım dedi, ilk defa karşılaştığım bu aksiyondan tedirgin olmuştum tabi, fakat kesinlikle korkmuyordum. Söz verilen mermilerin tamamını atamadan jandarmaların elimden silahımı almasından dolayı üzgündüm sadece. Böylelikle devletin kelepçesi ile ilk o gece tanışmış oldum. Bir anda jandarma aracına tıkıldığımda mahallenin sıcak ilgisinden ringin soğuk zeminine geçişim bir ürperti sokmuştu içime. Karakola götürüldüğümde asıl komutan beni çok nazik karşıladı, bir süre sonra büyükamcam da geldi ve beni nezaharethaneden çıkarıp komutan odasında ağırlayarak ifade tutanağımı bana hiçbirşey sormadan komutan ve büyükamcam hazırladılar. O geceyi karakolda geçirdim, ertesi gün adliyeye giderken elime tutuşturulan ifadeyi ezberlemeye çalışıyordum. Kuran kursundaki arapça süre ve ayetler dışında türkçe olarak ilk ezberim bu ifade tutanağı olacaktı. Savcı bana bir şey sormadı yazılı ifadeyi okuyup tutuklanmam talebiyle mahkemeye sevketti. Hakim karşısında ezberimi itinayla tekrarladım. Kuran kursundan da malumduki ezber yeteneğim oldukça gelişmişti hatta hakim amcanın takıldığı yerden bile devam edebilirdim. Vurulan kişi hastahanedeydi kendisini illa büyükamcamın vurduğu konusunda ısrar ediyordu, fakat benim vurduğumu gözleriyle gören köyden okadar tanık getirilmiştiki bir an ben dahi kendimle çelişkiye düştüm. Şahitlerin enteresan ayrıntılar vererek itinalı ifadeleri karşısında şaşkındım, ulan benmi yaptım da hatırlamıyorum acaba diye düşünmedim değil. Hakim amcanın böyle bir durumda aksi kanaate varması imkansızdı, yaz kızım deyip duruyordu o sadece, büyükamcam tarafından herşey oldukça iyi tasarlanıp ayarlanmıştı. Tutuklama kararı verilip salondan çıkarıldığımda sert şekilde kelepçelenmekle kalmayıp başka bir kelepçe ilede jandarmanın birine kelepçelendim. Benimle aynı saatlerde başka mahkemece tutuklanıp koridorda yanımda tutulan ekrem adında bir amca vardı. Tarlasında sapan yaparken tutuksuz yargılandığı mahkemesine ifademi verir dönerim hesabıyla traktörün ardında sapanlarla adliyenin yolunu tutmuş fakat tutuklanmıştı. Tutuklanma durumu da çok enteresan ve bir okadarda komikti. Hakim yine tutuksuz yargılanmak üzere mahkemesini bir ay sonraya atmıştı. Ekrem amca ise müdahale ederek; hakim bey o tarihte köyde tütün dikme zamanı, yağmur yağarsa gelirim yağmassa gelemem demedi demeyin, hem zaten nedir bu her ay mahkememi olur verceksen ve şu kararı söylemi üzerine. Hakim; öylemii iyi o halde biz işimizi garantiye alalım seni tutukluyorum deyivermişti. Ağlanacak halimize dahi gülmemize müsaade etmeyen jandarmalar ansızın hareketlenerek ikimizi apar topar ringe atıp cezaevine götürdüler. Girişte büyükamcamın oradaki arkadaşları samimiyetle karşıladılar beni, bir kırmızı halı eksikti sanki. Herkes ayrı bir hürmetle yaklaşıyordu mapusta belli bir saygınlık bıraktığı belliydi. Onun yeğeni olup suçunu kabul ederek içeriye girdiğim oradakilerce biliniyordu ve bu üzerimdeki itibarı arttırıyor sürekli bir arzum olup olmadığı soruluyordu. Bu ilgiyi sevmiştim, yaşım gereği benim sübyan koğuşuna verilmem gerekiyordu lakin onlar bir şekilde beni kendi koğuşlarına aldılar. Üstelik içeride renkli tv bile vardı ve yirmidört saat hiç kapanmıyordu, hesabıma büyük amcam tarafından hiç sahip olmadığım paralar yatıyor sigara diye bir derdim olmuyordu. Tanrım ne mutluydum iyiki yüzüme bakmıştında cezaevine düşmüştüm…
Birkaç ay herşey çok güzeldi fakat daha sonra hergün aynı değişmezlikten sıkılmaya başladım, köyümü ormanları arkadaşlarımı cömerti özlemiştim. Renkli tv izlemekte hiç keyifli gelmiyordu artık, keşke köyümde olup hiç tv görmesem diyordum hatta yirmi dört saat onu açık görmekten midem bulanmaya başlamıştı. İki şeye sahipti insan yaşamda biri can diğeri özgürlük. Can zaten bizim değildi biz emanetçiydik fakat özgürlük elimizde olan tek şeyimizdi. Geceleri dışarıdan özgür köpek sesi gelir onları deli gibi kıskanırdım. Evet köpektiler ama özgürdüler işte. Altı ay sonunda mahkeme tarafından serbest bırakıldım. İlk özgür kaldığımda hissettiğim duygular bambaşkaydı, sanki ben yola yürümüyor ayağımı kaldırdığımda yol bana geliyordu. Uzakların ufkuna bakabilmek bir yeşil yaprağa dokunup bir parça çamura bulanabilmek ve köyümün içinde nefes alabilmek çok başkaydı. O ilk tahliyeyi unutamam, sonrakilerde insan biraz kaşarlaşıp ilkindeki heyecanı kaybediyordu. Kolay olana çabuk alışan her insan gibi bende özgürlüğe çok hemen adapte oldum, içerdeyken dışarıdaki günlerim rüya gibi gelirdi bir süre sonra içerdeki zamanlar hayal halini aldılar. Oynadığımız bu adli oyun düşünülmemiş bir ayrıntı yüzünden patlayacak, fakat çıkan bir yasayla büyükamcamın infazı affa uğrayıp benim mahkemeyi yanıltma cezam mapusta geçirdiğim o altı aya eşit gelecekti.
Tahliyemden bir yıl sonrası idi, baba dördüncü eşi ve ondan olan iki küçük kızıyla köye geldi. Her nedense ne anne ne babanın benden başka erkek çocukları olmamıştı. O ne kadar soğuksa bende oylesi duyarsızdım artık. Anlamıştımki evladın bile olsa emek verilen şeyler değerli olurdu, biyolojik anne baba bize hiç emek vermedikleri için onlarca değersiz önemsizdik. Bize emek harcayarak gözetip iyi kötü büyüten babaannem yani anam, büyükbabam babamdı. Sadece onlar için bir değerimiz anlamımız vardı. Baba yanında getirdiği ve ilk defa tanıştığımız kardeşlerimizin önüne eğilerek rengarenk ayakkabı bağcıklarını bağlarken, kız kardeşim ve ben ayağımızda yarısı yırtık kara lastiklerle bu hali uzaktan seyrederdik. Onlar hemen hergün arabalarıyla bir yerlere gezmeye götürülürken biz tarlaya giderdik, onların bavullar dolusu kıyafetleri hergün tazelenirken, bizim üzerimizde günlerdir çıkarmadığımız paçavralarımız vardı. Kız kardeşim ve ben, talihsizliğimizi talihlerimizi engelleyen muskalar gibi üzerlerimizde taşıyan değersiz mahluklardık. Üzerimizdeki iş yükü öyle ağırdı ve çapımızın meşgüliyeti öyle daraltılırdıki onları kıskanmaya vakit bile bulamazdık. Babanın bazı yaramazlıklarımı öğrendiğini ve bunlara çok kızdığını gıyabında öğrenmiştim, o yüzden hep uzağından geçiyor aynı ortamlarda bulunmamaya zaten doğuştan alışkanlıkla özen gösteriyordum. Bir akşam tarladan geldiğimizde evde yalnızdım, onun aşağıdan eve doğru geldiğini görünce karşılaşmamak için tuvalete girdim. Dış kapıyı açıp salona adım attığını duydum, üst kattaki odasına çıkarken o ahşap merdivenin vermesi gereken sesi dinliyordum. Bana onunda şiddet uygulayacağını sanmıyordum, fakat bir defa olsun oğlum bile dememiş insan yerine koyup iki kelime etmemişken ilk sözlü dialoğumuzun azarlanma olmasını istemiyordum. Bir uzun bekleyişten sonra belki odasına çıkmıştırda ben duymamışımdır diye anahtar deliğinden baktığımda, ellerini beline koymuş tuvaletin kapısına bakıyor salonun ortasında heykel gibi dikiliyordu. Anlamıştımki ben çıkmadan gideceği yoktu, içerde beklek gereksizdi ne olacaksa olsun kararı alarak çıktım. Anneyi görmem başta olmak üzere, tavuk çalmalarım sigara içiyor olmam gibi benzer yanlışlarımı belli bir ezberle sıralayarak beni öyle dövdüki o zamana kadar yediğim en ağır dayak bu olacaktı. Değil bir baba, insani oluşumunu ona dair duygularla tamamlayabilmiş bir insanın, bir başka canlıya bu derece şiddet uygulayabilmesi imkansızdır. O kadar acımazsızdı. En çokta anneye gittiğim için kinliydi, Annesini gördüğü için babası tarafından böylesine dövülen istisna mahluktum. Benim gelişip doğruyu aradığım anlarda yanımda olması gereken baba, istikametleri bilmediğim çatal yollarda bir anlatıcı değil yön gösterici olarak dahi yoktu, bir tabela bile değildi. Ama ne zamanki yanlış yollara saptım hatalar yaptım, bu fırsatı kendinde bir şiddet kullanma hakkı olarak değerlendirerek üzerimde kullanmaktan çekinmemişti. O dayakla birlikte bende ona karşı tomurcuklanma aşamasında olup, ve tomurcuktaki herşey gibi gelecek vadeden neyim varsa biçilmişti. Artık bana o var diye kimse iyi davranmıyordu, hem kendi dövüyor hemde hata yaptığım taktirde diğer mükdedirlere nasıl dövülmem gerektiği konusunda taktik ve talimatlar veriyordu. Eti sizin kemiği benim diyordu, öyle şiddetli döverdiki gerçektende kemiklerimin bütünüyle ona ait olduğunu hissederdim. Böylelikle bir yaramazlıktan ötürü yediğim dayak sayılarını hesap edemez oldum. Depresyona girmiştim ona rağmen durumumun pozitif yanlarına odaklanmak istiyor olsamda yaşamdan keyif alma yönüme yardım edemiyordum. Ölmeliydim, umut ve intihar arası yürünen bereketli bir topraktan ibaret değilmiydi yaşam denilen. Şimdi o toprak kurumuştu, intihar geçici görünmeyen sorunlarıma kalıcı kesinlikte bir çözüm olabilirdi. Gizemli olduğu kadar da çekici bir kız gibi bana göz kırptığını hissedebiliyordum ölümün. Yine bir dayak sonrası doğruca samanlığa koştum, saman balyası tellerini tavana bağladığım anda, içimdeki o meçhul balon şişmeye başlamıştı, ellerimin titremesinden ilmek yapmakta zorlanıyordum. Ağlama patlamasıyla nefessiz kalma arasında çıkagelen o acı soluğun boğazıma üflenmesine bu defa müsaade etmeyecek tam o ince çizgide geberip gidecektim. Güçlükle hazırlayabildiğim ilmeği daha başıma geçirmeye fırsat bulamadan biri arkadan kuvvetlice sarıldı, anamdı bu. Elinden kendimi kurtarmaya çalıştıkca o daha da sarılıyorbir türlü kendimi kurtaramıyordum. İstridyenin kayaya tutunma azmiyle yapışmıştı bana. Yaşamak istemeyen bir insanın kendini öldürmesine mani olmak bir kurtarışmı, yoksa kurtuluşa ereceğin noktada çizgi tellerinde yakalanıp hapis kalmakmıydı. O benim nefes almamı istiyordu sadece, ağlayıp yalvarmaya başladı, canını yakmadan kollarından kurtulabilmenin imkanı yok gibiydi. Dönüp bende ona sarılarak ağlamaya başladım, bu kucaklayış içimdeki balonu ve nefesimi belli bir düzene sokmuştu sanki. Daha sıkı sarılıp daha çok ağladım, anam ağladı ben ağladım, ben ağladım anam, anam ağladı…
Bedenen yaşama belki son verememiştim ogün, canımı alamamıştım canımın, fakat duygusal intihara ilk o zaman başlamıştım. İnsanlardan bir aşama uzaklaşmış toplumdan ürker olmuştum, özgüvenim ve yaşam sevincim o küçük oluşumlarını da kaybetmişlerdi. Nasılki bir sanat eseri yapıldıktan sonra yaratıcısından çok artık topluma aitse, insanda doğumundan sonra tanrıdan çok hayatın kendisine aitti. Bedenini tanrı, karakteri ve çilesini yaşamın kendisi belirliyordu. Baba birkaç gün sonra çekirdek ailesiyle istanbula döndü artık liseyi bitirmiş belli bir tahsil sahibi aşkın amcayı yanında götürdü. Orada gayet rahat bir işe verilmiş olsada sıkılıp birkaç ay sonra geri döndü, köyde zaten her imkana sahipti neden oralarda uğraşsındı. Geldiğinde sonbahardı tarlada tütün köklerini kesiyorduk, kız kardeşim hastalanmış bir ağaç gölgesine terler içinde yatırılmıştı. Tabi her zaman olduğu gibi hastahane doktor düşünülmemişti, bu konudaki duyarsızlık sırf bizim aileye özgü bir şey değildi ufak tefek şeyler için tüm çevremizde doktora gidilmezdi, bu ufak tefeğin ölçüsünü hangi kriterler belirlerdi bilemiyorum. Benim altı aylık erkek kardeşim ve on dört yaşında gencecik bir amcam böylesi zafiyetlerin kurbanı olup ölmüşlerdi ama değişen bir şey yoktu.
Aşkın amca gayet şık istanbul kıyafetiyle tarlaya gelip kız kardeşimin başına dikildi, ben anlarım hasta değil işten kaytarmak için numara yapıyor bu dedi. Hastalıktan gözlerini dahi açmaya zorlanan kardeşimi kalkması için önce ayağıyla dürtmeye sonra yarı tekmelemeye başladı. Kaldıramama sebebini kız kardeşimin yaptığı numara olmadığını elbette kendiside anlamıştı artık, fakat ortaya attığı ucube tespitin yanlışlığını kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durum onu dahada sinirlendirmişti, daha sert tekmelemeye başladı kardeşim bu acımasız şiddet karşısında bile gözlerini ancak yarı açabiliyor bitkinlikten ah bile diyemiyordu. Kızkardeşimin o garip savunmasızlığı aşkın amcanın kudurgan zalimliği ve kansızlığını içeren o sahne, hafızadan silinebilecek bir hatıra değildir. O anın şokuyla bende biran öyle donup kalmıştım sanıyorum, sonra ilk aklıma gelen babamın sürekli yanında getirip tarla başındaki ceketinin altında tuttuğu silahı oldu. Silaha doğru koşmaya başladığımda yine göğsümdeki o şişmeyi hissettim, her adımımda daha bir sert zıplıyor içimin kabarmasını topuklarımla basarak önlüyordum sanki. Silahı alacak kızkardeşimi tekmeleyen o lanet ayaklarından başlayarak kafasına kadar bütün mermileri boşaltacaktım. Bana karşı o ana kadar her zulmüne koyun gibi boyun eğmiştim fakat kızkardeşim, ona zarar verilmesine razı olamazdım. Cekete ulaştığımda hışımla kaldırdım maalesef olmayacak olan olmuş silahı herzamanki yerinden az evvel aşkın amca almıştı. Tekrar aynı hızla dönerek kızkardeşime yetiştiğimde anamlar ve yan tarlada çalışanlar gelerek aşkın amcanın pis topuklarını çekmişlerdi kardeşim üzerinden. Tüm gücümle saldırdım iki hayvan gibi bir süre boğuştuktan sonra bizi ayırdılar ve tam o anda bir silah sesi duydum. Silahı kimin ateşlediğini görememiştim tek gördüğüm hasta haliyle az önceki acımasızlığa maruz kalmış kardeşimin o meleksi yüzü ve içimizde amca sıfatıyla yaşayan bir canavarın var olduğu gerçeğiydi. Aşkın amcayı alıp götürdüler oradan fakat delik deşik edemediğim için kabarıp patlayamayan bir volkan taşıyordum içimde, iradem tamamen bana sırtını dönmüştü. Hayatla bağımın inceldiğini hissettim yine, yaşamam gerekenden çok gün fazla yaşamış gibiydim. İçimde her fırsatta kabarmaya başlayan o şişme ve nefes daralması ömürdeki bu fazlalığın ağırlığı olmalıydı, kesinlikle kendimi öldürmeliydim. Orada öyle ne kadar oturup kaldım hatırlamıyorum, evdeki tüfek geldi birden hatırıma köye doğru koşmaya başladım, yolda sağ paçamın kanlar içinde olduğunu farkettim, vurulmuş olduğumun da o zaman farkına vardım. Yine sağ bacağımdı mıknatıs gibi bütün felaketleri o da ben gibi kendine çekiyordu, nerede ne kadar yaram olduğu merakı içinde değildim koşmaya devam ediyordum. Evdeki tüfeğe ulaşacak gücüm vardı intihara gitmiyormuydum yaralı olarak öleceğimi dert edinmek kadar saçma bir şey olamazdı. Duvardan çifteyi indirip içindeki mermileri kontrol ederek dipçiği yere koydum ve namluyu yüzüme doğrulttum. O iki siyah delik hiçte düşmanca görünmüyordu gözüme, hatta acının artık olmadığı çekici bir dünya vadediyordu. Üstelik kuran okumayı da biliyordum birçok dua hala ezberimdeydi, ezan okuyup namaz kılmışlığım, yarısını okumadan geçmiş olsamda indirmiş olduğum hatimler kırkbir yasinlerim vardı benim. Hocanın derslerde sık sık bahsini ettiği o ceylan gözlü hurilerde beni bekliyor olmalıydı. Bu mutlak düşünceyle tetikle koruyucu arasına baş parmağımı sıkıştırıp kelimeyi şahadet getirdim ve son kez kızkardeşimin yüzünü hayal edip herşey onunla bitsin istedim. O ağacın altında masumca yatışı geldi gözümün önüne, o garip meleksi yüzü, tekrar aynı şekilde ağlama şiddetine tutuldum. Bu esnada parmağım tetik arasından çıktı vücudum kontrolsüz biçimde titremeye başlamıştı, tekrar tekrar denemelerim işe yaramıyor parmağımı bir türlü tetik ve koruyucu arasına sokamıyordum. Herşeyden fazlasıyla geçmiş ölmeye hazır halde olsamda titrememem geçmeden bunu başaramayacağımı anladım. Tüfeğe sarılıp ağladım çok ağladım, kardeşimi düşündüm onun hala ağaç altında hasta perişan yatışını, aşkın amcanın da oralarda biryerlerde oluşunu, kardeşimi nasıl öyle bırakıp geldiğimi düşündüm. Bu hal kız kardeşime karşı büyük bir ihanet içerisinde olduğum farkındalığı uyandırmıştı bende. Onu tarlada savunmasız bırakıp eve gelerek kendimi öldürüp bir daha geri dönmeme planları yapmıştım. Kendimden nefret ettim tamam huriler namlunun hemen ucundaydı hiç şüphem yoktu bundan faka kardeşime bunu nasıl yapardım. Ne annesi ne babası vardı onun, sadece ben vardım ve kendi varlığımı da ortadan kaldırıp tamamen sahipsiz bırakacaktım onu. Yaptığım doğrunun yanlışlığını anladım tetiğe parmağımı sokamadığıma üzüldüğüm kadar sevinmeye başladım, birini öldüreceksem bu kız kardeşimin abisi değil aşkın amca olmalıydı. Tüfeği alıp tarlaya gittiğimde kardeşim aynı ağaç gölgesinde uyuyordu, aşkın amca ortalarda yoktu evet beni vurmuş pantolonumdaki kan ayakkabım içine kadar kabuklaşmıştı ama hiç ilgilenmiyordum zira gözlerimi de kan bürümüştü. Onu bekledim çok bekledim gelmedi, çevreye bakındım yoktu, inanıyorumki hiçbir katil o gün benim kadar arzulu ve istekli olmamıştır. Aşkın amcayı birkaç gün görmedim, Bana attığı kurşun sağ kalça kemiğimi sıyırıp deriyi milimetrik olarak delip çıkmıştı bu yara birkaç güne kadar toparladı, şimdi yeri çok az bellidir bu yaranın. Fakat tıpkı annenin peşinde koşarken aldığım fiziki yaranın kapanıp duygusal olanın büyüdüğü gibi, bu yarada kalıcı olacaktı. Olayları duyan baba istanbuldan köye geldi, aşkın amca ile beni bir araya getirip barıştırdılar. Ama öfkem geçmemişti psikolojik durumlarım ve yapabileceklerim göz önüne alındığında bana güven duyulmadı, babamında tavsiyesi üzerine olacak biyolojik babanın beni yanında istanbula götürmesi kararı verildi. İlk defa kasabanın dışına çıkıyordum, yol boyunca baba ile on kelime etmedik, gözüm arkada değildi kız kardeşime artık dokunulamazdı bu dokunanın ölümü demekti göze alınamazdı. Gözüm öndede değildi, bir mechule giden yolda arka koltukta oturmuş yan camda hep dışarıdaydı…
Evde biri iki diğeri belki dört yaşında iki kardeş ve üvey anne Süheyla vardı. Kız kardeşlerim ve üvey anne beni karşılarında görünce sevgiden çok şaşkınlık gösterdiler. İlk birkaç günüm evden çıkmadan geçti, sonra istanbulda yaşayan büyük amcamlardan birinin hanımı geldi. Baba ona bir miktar para vererek benim için takım elbise almaya yolladı ikimizi, ciddi bir markaya yüksek miktarda ödeme yaparak gri bir takım elbise almıştık. Lakin büyük numara ayakkabı bulabilmemiz için saatlerce dolaşmamız gerekmişti. Böyle bir kıyafeti ilk defa giyordum, yapılı vücuduma daha düzgün hatlar kazandırmış yakışıklılığımı ön plana çıkararak farklı bir hava katmıştı. Ama kendimi onun içinde rahat hissedememiştim, oysa yürüyüşümü dahi değiştirmiş beni bambaşka göstermişti lakin içindeki sanki ben değildim. Babanın maddi durumu oldukça iyiydi, havalı bir semtte oturuyordu evi oldukça lüks eşyalarla döşeliydi maddi hiçbir problemi olmadığı belliydi. On beş gün yine hiç konuşmadık, sabahları evden işe gider akşamda genelde arkadaşlarıyla takıldığı için gece yarılarına kadar eve girmezdi. Evde denk geldiğimizde de yine despot bir suratla gelir geçer hiç konuşmazdık. sonra beni karşısına alarak nihayet konuştu; bu evden dışarı adımını atmayacaksın. Süheylaya annemi ablamı dersin bilemem ama ona saygılı olup sözünü dinleyeceksin. Kardeşlerinle iyi geçineceksin. Benden habersiz hiçbirşey yapmayacaksın.,böyle yapacaksın, şöyle duracaksın..
İlk konuşmamızın içeriği olan hırslı hecelerle silahlı bu talimatları sıralayıp, üst perdeden konuşmasının çerçevesini daralttıkça benimde canım daralmış halde tepkisiz bir put gibi dinledim. Sonra ardını dönüp çıktı gitti. Baba hiçbir sofrada evde olmazdı, Üvey anne süheyla ve diğer kardeşlerimle olurdu hep yemeklerimiz. Allah var tüm tabaklarımız eşitti bir ayrım yoktu fakat kızların tabağı daha boşalmadan sorgulamaya başlar; kızım daha istermisin? Ya sen kızım, sen istermisin? Söylemlerini her sofrada tekrarlamaya başlar, ama ne benimle ne azalan tabağımla ilgilenmez o daha istermisin yoğunluğundan bana da bir tane düşmezdi. Beni sevmediği açıktı, köyden gelip biranda ailesinin ortasında bitiveren istenmeyen yabani bir ot, bilgisiz cahil mahluktum onun için. Bu mesajını sözlü olmasada her hareketiyle güçlü şekilde verebiliyordu. İtici ve bilmiş bakışları salak bir tip kazandırıyordu soğuk yüzüne. Belki kendisinin bile farkında olmadığı bir fesatlık vardı onda, kelimeleri lastik gibi farklı hece yerlerinden uzatan yayvan bir aksanı, soluk benizi ve suratına suratsızlık maskesi takılmış bir imajı vardı. Aslında onu gayet şirin ve neredeyse sevimli gösteren bir maskesi daha vardı ama onu baba eve geldiğinde çıkarıyordu sadece. Sofraya her oturduğumuzda büyük kız tabağından belki beş veya altıncı lokmayı aldığı an, şimdi başlayacak diyordum ve beni yanıltmıyor başlıyordu; kızım daha istermisin? Ya sen kızım, sen, sen, siz istermisiniz istemelisiniz!
Ben annemin yaptığı pasta böreklerden yiyerek tabağı bittiğinde daha da isterim diye tutturan o inatçı çocuğun duygusunu bilemedim hiç, benim bahtıma diğer kardeşlerinin bu duygularına aynı masada olmamıza rağmen uzaktan bakmak düşmüştü. Büyük kız kreşe gider iki yaşındaki ufaklık ve üvey anne sabahları evde olurduk, benim fikrimi soran olmaz küçük kızın istediği kanal bulununcaya kadar zap yapılır sonra zaten o da izlemeyip oyuncaklarına dalardı. Beğenip açtırdığı kanala oyuncaklarından başını kaldırıp bakmazdı bile, ama ne zamanki ona çaktırmadan kanalı değiştirirdim anlaşılmaz bir içgüdüyle bunu farkeder çılgınca ağlamaya başlardı. Neredeyse benim ağlama nöbetlerim kadar başarılıydı. Bu durumda üvey anne çocuğu tekme tokat dövüyorum zannıyla koşar gelir, anlamlandıramadığım yayvan türkçesiyle söylenerek yine çocuğun istediği bir başka kanalı açar çıkar giderdi. Tıpkı mehmet şimşek amcanın Pazar konseri kıvamında Öyle sıkıcı programlar beğenirdiki bunu bana gıcıklığına yapıyor olsa bukadar tutturamazdı. Hele annesi odadan çıktığında yüzüme sinsi bakışları yokmu insanı kahrediyordu. Tıpkı annesi gibi onunda içinde bir küçük şeytan vardı, dövemiyor olmakta ayrı bir sinir stres sebebiydi. Köyümde dağlara ormanlara sığamayan, dere tepe at sırtlarında koşturan ben, bir aydır eve kapatılmış ve tek aktivitesi camdan dışarıyı seyretmek, bütün başarısı ise iki yaşında bir çocuğun aşırabildiği kanalları izlemek olan birine dönüşüvermiştim. Aynı noktaya ve zamana çakılmış gibiydim içim sıkılıyordu daralıyordum, mapusta bile o kadar hapis hissetmemiştim kendimi. Bir belki bir buçuk ay sonunda köyümden bir arkadaşım istanbula akrabalarını ziyarete gelmişti, babanın ev telini edinerek aramış beni görmek istediğini eve çok yakın olan bir kahvehanede akrabalarıyla olduğunu gelip gelemeyeceğimi sormuştu. Babayı işyerinden aradığımızda ulaşamadık, Çıkamam hapisim diyemezdim, üstelik köyümden birini görmekte bana çok iyi gelecekti yarım saat dahi olsa arkadaşımı görmeye karar verdim. Üvey annenin kısmi olarak babamın sözünü dinleyip gitmemem gerektiği ama açıkca gitmemden memnun olduğunu belli eder ikazları arasında evden çıktım. Bir saat sonra geri döndüğümde evden çıkışım kutlu haberini babaya verdiği gibi dönüşümü de bir şekilde bildirmiş olacakki baba arayıp beni telefona istedi. Açıklama yapmama hiç fırsat vermeden gök gürültüsü tonunda konuşmaya başlayıp, sözünü dinlemediğim için akşam eve geldiğinde bana nasıl ve ne şekilde dayak atacağının ayrıntılarını itina ile anlatıyordu. Son derece sabırsız tuhaf bir heyecanla işkence şekilleri vadediyordu. Aynı küfürleri tekrarlarken ses tonu kudurgan bir hayvan kükremesinden yabani kuş çığlıklarına geçiş yapıyordu. Daha fazla dinleyemeden telefonu yüzüne kapadım. Mutluluk nedir bilmiyordum cahillikten sorumsuzluktan çelik çomak oyunlarından inek çobanlıklarından dengesiz şiddet düzenli ve sürekli üzüntülerden geliyordum ben. İsteğim dışındada olsa sana sığınmış kimsesiz ürkek ve ne yapacağını bilmeyecek şekilde sığındırılmıştım. Biri bana zarar verdiğinde yanımda sen olmalıydın yoktun, şimdi ne şükürki vardın fakat sende bana zülmediyordun ben şimdi kime nereye gideydim. Ceketimi alarak evden çıktım ve hemen o caddenin başında arkadaşımla oturduğum mekandan başka hiçbir yerini bilmediğim sokaklarına bıraktım kendimi şehri istanbulun…
Hava kararmak üzereydi güçlü bir rüzgar eşliğinde sonbaharın soğuk yağmuru yağıyordu. O içimde bir türlü sebebini bilmediğim şeyin yüreğimi sıkıştırıp beni boğazlama gayretini hissettim yine, kontrol altına alma çabasına girip bu histen çekilmeye çalıştıkça daha da içerisine çekiliyordum. Bir sokak lambası direğine tutunup ağlama patlamam gelinceye kadar bekleyip enerjimi biraz toparlayınca yürümeye başladım. Yağmur çılgın gibi yağıyor ben deli gibi ağlıyordum, yürüdüm nereye gidiyorum bilmeden önümü görmeden istikametsiz çok yürüdüm, bu meçhul karanlığa doğru attığım adımlar rahatlatmıştı beni. Bir iki saatlik bu yürüyüşten sonra iç çamaşırlarıma kadar ıslanmış olsamda karanlık ve yağmur tarafından rehabilite edilmiş gibiydim. Köyüme dönemezdim, mevsim yaz değil sonbahardı bir ırgata ihtiyaç yoktu, dönüşte duyabileceklerimi hayal edebiliyordum. Baban sana yıllar sonrada olsa sahip çıkıp yanına aldı, ama sen ne yaptın Apdul? Kıymetini bilmedin evden kaçtın, üstelik bak sana ne pahalı takımlarda almış ulan daha ne yapsındı bu adam! Soğuk ve iğrenç bir geceydi ellerinde şemsiyelerle herkes bir tarafa koşuşturuyordu, bu kadar insan nereye gidiyordu şiddetini tekrar arttıran yağmur altında kaldırıma oturmuş meraklı ve saf köylü çocuğu bakışlarıyla o ilk istanbulumun insanlarını izliyordum. Yönlendirme ve talimatlarla yoğrulmuştum, ciddi bir konuda karar için seçim yapmak diye bir şey olduğunu söyleyenin yüzüne aptal gibi bakardım. Bilmediğim başka bir dilde konuşuyor olurdu çünkü o, kendim için birşeyler yapabilme kabiliyetinde değildim. Koca şehirde sudan çıkmış balık bile değildim, zira o balığın sonu belliydi hafıza yetisi olmadığı için de daha ne olduğunu anlayamadan kendini tavada bulacak kadar şanslıydı. Benimse hiçte hoş olmayan hatıralarla dolu yaşanmışlıklarım vardı, üstelik çıkarıldığım bu karada yaşamam gerekiyordu. Gerçek anne baba yokluğu sandığımdan daha fazla bükmüştü belimi, köyümdeki gündelik saf deneyimlerimin şimdi bu tanımadığım koca şehirde bir olgu biçimine dönüşebilmesi ne kadar mümkün olacaktı. Köyümde herşey rüya idi ve şimdi karşımda koca bir hakikat vardı ve ben şimdi bu hakikatin ne kadar dayanabilecektim. Herşeyi değiştirecek gücü yoktur hayatta insanın, herşeyin bizi acınası halde değiştirmemesi içindir tüm çabamız. Dış dünyanın benim tarafımdan ilk duyumsanış biçimi ağır olmuştu, dışarıda kocaman dünya vardı ve burada yaşam benim köyümle aynı hızda ilerlemiyordu. Uzunca bir süre oturduğum kaldırımdan beynimde hiçbirinin birbirine bağlanamadığı yığınla düşünceyle kalktım, yine yürümeye başlayıp kalabalık caddeler ıssız ara sokaklardan geçerek yürüdüm çok yürüdüm. Bir ana yol kenarına çıktığımda hızla geçen araçlardan birine otostop çekip durdurmayı düşündüm bir ara, beni o gece için misafir edip edemeyeceklerini sormaya niyetlendim, sonra bunu yapmaktan utanıp vazgeçtim. Varsın başka insanlar mağduriyetimi bilmesindi ben sokakta kalmaya soğuğa yağmura razıydım. Bu otostop düşüncemin Asıl tuhaf olan yanıysa el ettiğim her aracın sanki köyüm yolundan geçen tanıdıklardan biriymiş gibi hemen durarak durumuma büyük hassasiyet göstereceklerine evlerine götürüp aç karnımı doyurarak beni sıcak bir yatağa yatıracaklarına olan mutlak inancımdı. Bunun aksine ihtimal vermem söz konusu değildi. Ne saftım ne köylü ne saf ne aptal! Sokaklarda bir ben kalıncaya kadar gece yarılarına kadar yürüdüm, çok yorgundum çok üşüyor çok aç ve çok uykusuz. Köyümdeki o bol fareli konforlu samanlıklar yoktu, eski evlerim tütün balyalarının sert ama uyunabilir sırtları yoktu, tavuk çalıp karnımı doyurabileceğim komşu kümesleri yoktu, anne yoktu baba yoktu hiçkimsem yoktu, bir ben vardım milyonluk şehirde benden başka kimsenin olmadığı yapayalnızlıkta…
Gecenin bir vakti olmuştu bacaklarımda yürüyecek derman kalmamıştı artık, ıssız bir köşede gördüğüm telefon kulübesine sığındım. Saatlerdir yürüyor olmanın ve yağmurun ıslak elbiselerimde bıraktığı yorgunlukla ertesi muhtaç olduğum gücü bulmak adına, kendimi içine bıraktığım gibi uyuya kalmıştım. Sabah şehrin kalabalık sesiyle uyandığımda tek hissettiğim açlığımdı, içinde bir türlü rahat edemediğim babanın ilk ve tek hediyesi pahalı takımım üzerimde kurumuş olsada tıpkı saçlarım gibi kir ve yağ içinde kalmıştı. Hiç param yoktu kullanılmış ikinci el eşyalar alıp satan bir yere ceketimi satmaya karar verdim -ki böyle yerlerin varlığını kasabamdan biliyordum, az giyinmemiştim oralardan. Uzun bir arayıştan sonra köhne sokakta bulduğum ikinci elciye ceketimi şimdi hatırlayamadığım iyi bir fiyata sattım. Karnımı doyurmuştum bir miktar paramda vardı artık, babadan uzağa gitmek için gördüğüm tren istasyonuna girdim, ilk defa trene biniyordum içerisi sıcaktı ve oldukça eğlenceliydi. Nereye gidiyorsa oraya gidiyordum içinden hiç inmemeyi düşündüm, ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu kaderimin ellerine teslim etmiştim kendimi ve beni nereye götürüyorsa oraya gidiyordum neler olacağını olacaklar belirleyecekti. Kaygılıydım fakat mantığım ileriki hesaplara kafa yoracak çapta olmadığı için bu belirsizliğin bunalımında değildim. Bu sayede asıl duymam gereken korkuları duymuyordum, bu durumda mantıksızlık saflık oldukça işime yarıyordu. Bir saat boyunca belli istasyonlarda durarak ilerleyen tren sonunda tamamen durdu. Herkes iniyordu dışarıdaki soğuğa çıkmayı hiç istemesemde maalesef inmem gerekiyordu çünkü belliki son duraktaydık. Garın dışına çıktığımda karşılaştığım manzara dünyanın en güzel görüntüsüydü, muhteşem bir deniz üzerinde değişik renk ve boyutlarda tekneler vapurlar dolanıyordu. Karşı kıyıdaysa dev boyuttaki camiler bulutlara uzanan kocaman kubbeleriyle gerçekten de tanrının evleri gibi duruyorlardı. Bahçelerimize diktiğimiz fasülye dallarını andıran değişik boyutlarda minareleri, içeride beş vakit yanan iman sobalarının dua bacalarıydı sanki. Filmlerde görmüşlüğüm olan o eşşiz istanbuldu burası. Küçücük yapılara geniş çimenliklere ve uçsuz bucaksız ormanlara alışmış köylü gözlerime oldukça tuhaf ve yabancı gelmişti bu manzara. Kıyıda bir banka oturup uzunca bir süre izledim bu eşsiz görüntüyü, sonra diğer insanlarla birlikte bilet alarak vapura atladım. Yine ilk defa vapura biniyordum çok heyecanlıydı, bu heyecanı doyasıya içime çekmek için güverteye çıktım. Serin sonbahar havasına boğazın rüzgarı da eklenmişti üstelik artık ceketim yoktu, içime işleyen soğuğa rağmen ilk defa gördüğüm böylesi değişik manzaralar hatrına hiçbir şeye aldırmıyordum. Karşıya geçip eminönüne indiğimde oradaki curcunada hareketsiz, dev kalabalık karşısında küçücük kalmıştım. Yine herkeste bir telaş ve illa yetişme gayreti vardı, sanıyorum o kalabalıkta hiçbir yere gitmeyen sadece bendim. Şaşkınlıkla çevreye bakınıyordum şehir yine korkutmuştu beni, bu toplumda yerim yokmuydu eğer varsa neresiydi, durmam gereken yeri kim söyleyecekti? Bir şekilde ona tutunup onunla birleşecektim, yaşam bile ölümün zıddıyken bizi köprü yaparak birbiriyle birleşmiyormuydu hemde onayımız olmadan, işte bende öyle yapacaktım. Yürüdüm yine çok yürüdüm, beyoğlu tarlabaşında köhne bir otel bulup paramın ancak bir gecesine yetebildiği en ucuz fiyatlı odayı tuttum. İçeride beş tane yatak vardı, odamda bu kadar yatak olmadı tuhaftı fakat zaten bu şehrin kendisi tuhaftı o yüzden durumu irdeleyip incelemeden kapımı kilitleyip yattım. Kırk sekiz saattir hasret kaldığım güzel bir uyku çekecektim tanrım ne mutluydum. Haliyle hemen uykuya dalmıştım fakat gecenin artık kaçıydı bilmiyorum şiddetti kapı vurulması hatta tekmelenmesine uyandım. Kapıyı açtığımda suratsız resepsiyonist ve yanında doğulu oldukları her hallerinden anlaşılan, saçları sakalları yağlanmış benim gibi iki şekilsiz tip karşımda dikiliyorlardı. Resepsiyonist kocaman kafasına tezatla küçük gözlerini açıp yine dar çenesine zor sığdırılmış gibi duran büyük ağzını açarak; Tuttuğum odanın beş yataklı ve beş kişilik olduğunu, ne hakla kapıyı kilitlediğimi, ödediğim ücretin tek yatak için olup diğer yataklarda yatan olmasın istiyorsam onlarında ücretini ödemem gerektiğini, ve daha bir sürü şeyi çemkirip duruyordu. Uyku sersemliğimin yanında, daha önce karşılaşmayıp anlamını bilmediğim durum karşısında ne konuyla ne onlarla ilgilenmeyip cevap bile vermeden yatağıma dönerek uykuma kaldığım yerden devam ettim. Sabah uyandığımda diğer iki yatağa da iki ayrı ilginç model yatmış tüm yataklar satılmıştı. Benim kıyafetlerim ortada bir küçük masa üzerindeydi, diğerleri sanırım daha tecrübeli olduklarından eşyalarını yastıklarının altlarına koyarak çalınmalarına karşı önlem almışlardı. Yastıklarıyla beraber kıyafetlerine de sarılmışlar Hepside benzer pozİsyonlarda uyuyorlardı. Odanın havasız ortamında hepimizin oluşturduğu iğrenç ve ekşi kokular eşliğinde kıyafetlerimi giyerek, bu tuhaf görüntüyü bir sıgara içecek kadar izledikten sonra kapıyı çekip çıktım. Ardımdan odadaki herkezin eşyalarını kontrol ettiğinin emin bilinciyle oluşmuş, ince bir tebessümle merdivenlerden inerek o tuhaf otelden ayrıldım. Sokaklar viraneydi şehrin göbeğiydi güya ama sokak girişleri dahi ürkütücü bir varoştu. Yarım ekmek döner iki boş ekmek fiyatınaydı, içine doldurulan o bol dönerin ne eti olabileceği hakkında fikir üretesimde yoktu, gayet doyurucu ve lezzetliydi mühim olan buydu. Artık satacak bir ceketim olmadığı gibi aslında benim bir cekete ihtiyacım vardı. Hava yine soğuktu akşama kadar sokaklarda dolaştım durdum o boktan otele yetecek param dahi kalmamıştı. Akşam aynı semte döndüğümde bir sabahçı kahvesi farkettim. İçeriye girdiğimde Kahveci elinde kocaman bir çay tepsisiyle dolanıyor ve tıpkı üvey anne gibi; istermisiniz? Tazeleyimmi abim? Bir daha istermisiniz cümlesini tekrarlayıp duruyordu. Tam dört çay param vardı bununla sabahı yapmak durumundaydım, neyseki hüseyin amcamın kahvehanesinden çayı oldukça yavaş içebilme tecrübesine fazlasıyla sahiptim. Gerçi açlıktan içimin çay aldığı yoktu aşırı derecede mide bulandırıcıydı ama sıcak sobadan yararlanabilmem için kendimi buna zorluyordum. Bazılarının ikinci çaya parası olmadığı için tek içip bekliyor ama uzun süredir çayını tazeletmediği için kahvehaneciden önce sözlü ikaz alıyordu. Eğer gitmiyor ve ikinci çayın sıparişini vermemekte direniyorsa, kahvehaneci bu defa fiziki eyleme geçip kalk kardeşim diyordu kalk, senin oturduğun sandalyeye başkasını oturtacam ben kalk diyerek zorla dışarı atıyordu. Sokağın soğuğuna atılmamak için yanındakilere yaklaşıp ahbaplık kurmaya çalışanlarda oluyordu, bunlar sırf bir çay ısmarlanması için hemşehri çıkmaya çalışıyor yada alakasız yerlerden ortak bir nokta küçük bir bağlantı için çabalıyorlardı. Naber abi? Nerelisin abi? Çok memnun oldum adınız benim babamın adı abi, öylemii orayı çok iyi bilirim abi, o kasaba o köyü, o sokağı bilmezmiyim yahu halamlar orada oturuyor, hatta bende oradanim abi diyenlerin yanında. O an akıllarına geldiği çok belli isimlere sığınarak, şunu tanırmısın? Bunu bilirmisin? Karpuzun ahmet anamın dayısı olur gibi saçma salak uydurma adlar ve zorlama tebessümler aciz cümleler kahvehanenin zifir dumanı ve pis duvarlarında yankılanıyordu. Benim yanıma da aynı amaçla sokulmaya çalışanların nerelisin abiyle başlayan sahte sohbet girişimlerine tepkisiz kalıyor, devam ederlerse tersleyerek kendimden uzaklaştırıyordum. Zaten dört çaya yetecek param vardı ve kahvehanecinin ısrarlı çay tazeletme azminin gücü yanında bu miktar çok zayıftı. Köyümde ikinci çay için param olmadığı anları düşündüm ve birkaç dakika daha renkli televizyon izleyebilmek için minik yudumlarla içtiğimiz oraletler geldi aklıma. Köyümü cömerti, ormanları, dere ve dağlarımı düşündüm. Tanrım dedim ben nerdeyim böyle, kimdi bunlar ne işim vardı benim buralarda, gözlerim doldu ve sonra burnumda güçlü bir sızlama hissettim. Burnuma güçlü bir kramp girdi ve bunun karadenizli olmamla ilgisi yoktu. Kötü şeyler düşünmekten durumumun vehametinden uzaklaştırmaya çalıştım kendimi. O halin bile pozitif yanlarına odaklanmaya çalışırken yine öngörüden yoksunluğum imdadıma yetişmişti. Sıcak sobanın başında sabahı yapabilecek kadar şanslıydım, çay parası olmadığı içim kahvehaneden kovulan insanları gördükçe kesinlikle çok daha iyi durumdaydım. Tam dört çaya yetecek param vardı kimse beni sıcak sobanın başından kaldıramayacaktı. Böyle düşününce istanbulun hakimi gibi hissetmiştim kendimi, cebimdeki o küçük parayı tutarak bütün o zenginlik konforumu içime çektim. Gün aydınlandığında ne yapacağım hakkında fikrim yoktu sabahın ilk ışıkları belirsiz zifir karanlığın başlangıcı olacaktı benim için, fakat bunu düşünmüyordum. Kötü düşünmek insanın içinde bir düşman daha peydahlıyordu, ve yine burada da kısır mantığım devreye girerek bu kendi düşmanımdan koruyordu beni. Akıl mantık yetisi bizi diğer tüm varlıklara efendi kıldığı gibi sıkıntılarımızıda arttırabilir, arızalanan uçakta herkes korkudan bağırışırken bir maymun muzunu keyifle yiyebilir. İşte tam o noktada bende maymun olmaya çabalıyor ve bundada zorlanmıyordum açıkcası. Karşı sağımda uzak bir köşede temiz yüzlü sakin bir çocuk oturuyordu, sanıyorum bir çay içmiş ikinci için kahvehanecinin yakın ısrarlarını uzak cevaplarla geçiştirerek, az sonra birazdan deyip duruyordu. Kahvehanecinin tavrının değişip muşteri memnuniyetinin müşteriye işkenceye dönüşeceği o ince çizgide kalkıp çıkmıştı. Yakın yaşlarımda olması ve güven veren temiz yüzünün yanı sıra, kimseye yılışıp hemşehri çıkma gayretine girmemesi de ayrı farkındalık uyandırmıştı bende. Her haliyle kendimi yakın hissetmiştim ona, tüm bunların yanında benimde onun gibi şehirde yalnız oluşumun etkisinden olacak, ardından bende çıktım. Caddenin biraz ilerisine çökmüş sıgara içiyordu, samimiyetle yaklaşıp halini hatırını ve nereli olduğunu sordum. Ne de olsa Artık kahvehanenin dışındaydık yaklaşımımın bir çay için değil insani duyarlılığımdan kaynaklandığı açıktı. Köyü ve kasabasından dışarıya hiç çıkmamış biri için haliyle o görmediğim bir şehirin duymadığım ilçesinin bilmediğim köyündendi. Nedense biz turklerde çok yaygındır bu nerelisin merakı, aynı köyün iki insanı bir fikirde uzlaşamazken dışarıda hiç tanımadığımız insanla aynı şehir aynı yöredensek hayata aynı bakıyormuşuz gibi benimseriz. Hele yurtdışında karşılaştığımız her türk bizimle aynıdır. Aynı sokakta aynı durumda olmamız dışında bizi bir birimize bağlayacak hiçbir şeyimiz yoktu. İstanbul doğumluydu baba şiddeti yüzünden evden kaçmıştı -bu ortak noktamızdı- adı Gökhan dı ve şehiri çok iyi biliyordu. Bir saatlik sohbet bizi yakın kılmıştı, o hırçın ve geveze kahvehanecinin mekanına tekrar girmedik, ne de olsa tam üç çay param kalmıştı tüm sabahçı kahveleri bizimdi istediğimize gidebilirdik o gece istanbul bize aitti sanki. Üzerime yarı olan kabanını bana verdi o da kalın kazağıyla yetinecekti, geceyi oradan oraya dolanarak geçirdik. Bir yığın arkadaşı vardı sokak çocuklarının çoğunu tanıyor hangi mevsim hangi boş bina hangi köprü altlarında yatılır hangi evleri polis basabilir hepsini biliyordu. Ortaklaşa irili ufaklı suçlar işleyip paraları aynı gece bitiriyorlardı. Bir hafta sonra ister istemez bende kadrodaki yerimi almış, aileye dönük yaramazlıklardan Devlete karşı suçlara hiç farkına bile varmadan geçivermiştim. Benim için yine hersey yaramazlıklardan ibaretti, bunun karşılığında göreceğim şiddete hali hazırdım, fakat devlet ceza sisteminde dayak yoluna gitmiyor, seni beton duvarlar ardına kapatarak özgürlüğünü elinden alıyordu.
Otobüs firmalarına dadanmışlardı, sabah erken saatte firmaya önce cin gibi bir çocuk yollanıyor, anadoludan otobüslerle istanbuldaki yakınlarını gönderilmiş olan paketler üzerinden, içlerinde işimize yarar şeylerin çıkma ihtimali olan isimler öğreniliyordu. Sonra o gelerek isimleri tek tek bize bildiriyor aramızdan eli yüzü kıyafeti düzgün olanları o paketlerin gercek sahipleriymiş gibi teslim almaya gönderiyorduk. Artık ceketim olmasada bir zamanlar takım elbisemin var olduğunun kanıtı, kaliteli gomlek ve pantolon sahibiydim ve içimizde güven veren yüze sahip olanlardan biri de bendim. Öyleki; haliçin o dönemki pis suyunda yıkayarak köprü altında üçbeş kişinin üzerinde yatmasıyla ütülenen gömlek ve pantolon sayesinde iki saat arayla aynı firmadan farklı isimlerle paketler aldığım olurdu. Bazen tipi düzgün olanın kıyafeti olmaz, kıyafeti düzgün olanınsa şekli bozuk olurdu. Bu durumda elimizdeki düzgün kıyafetlerden, ikna edici insan görünümünde bir sahtekar oluştururduk. Toplanan paketlerden köy peynirleri köy ekmekleri yufka arac teypleri köy tereyağları kadın erkek kıyafetleri sarımsak et sucuk turşu reçel köy yumurtası ve daha sayamadığım akla hayale gelmeyen bir yığın şey çıkardı. Hayati gereksinim durumlarında zorunluluklar, sıradanmış gibi gözüken ne hayret verici şeyler uygulattırıyordu insana. Ailenin ve eğitimin eksik kaldığı yerde yanlışları doğru bir değermiş gibi öğretiyordu sokak be hayat. Anadoludan her sabah istemediğimiz kadar erzak yağardı, sanki birileri bizi biliyor ve her yöreden akın akın yardım yolluyorlardı, aç kalmamız mümkün değildi. Kullanılmayan evleri mesken tutmuştuk, köprü altları yine öyle, hiçbir yer sabit adresimiz olmamakla birlikte her yer adresimizdi. Birkaç ay içinde bende tüm sokak çocuklarını tanımış arkadaş olmuştum, taksim kasımpaşa beyoğlu unkapanı fatih balat gibi semtleri gecede üç beş defa adımlar, hangi bölgede hangi suç alanına kimler bakıyor bilirdik. Onlar bize soydukları büfelerden alkol sıgara çukulota, biz onlara anadoludan gelmiş köy ekmeği sucuk peynir verir sürekli benzeri değişimler yapardık. Onların tarafında polis işi sıkıştırırsa biz tarafta ağırlanırlar, bizde baskınlar srtarsa onların terkedilmiş evlerinde misafir edilirdik. Aramızda kesintisiz sosyal yardımlaşma ve dayanışma mevcuttu sadece derneğimiz yoktu. Barındığımız bir boş evin balkonundan telefon kablosu geçiyordu, bu kabloyu bıçakla soyup içindeki ince telleri telefon ahizesine bağlayarak kafamıza göre numaralar çevirir herkesi taciz ederdik. Bu akıl kimindi bilmiyorum fakat bizi çok sosyal kılıyor eğlencenize eğlence katıyordu zira hepimiz akılsız sahipsiz serserilerdik. Çatısı başımıza çökmeye hazır virane de olsa bir evimiz, iki oda dolusu erzağımız olduğu gibi ev telefonumuz dahi vardı. Sokaklarda lüks içinde yaşıyorduk vesselam! Baskı zincirlerinden kurtulan ruhum bağlı kalmanın acısını çıkarmaya çalışıyor olsada, doğurduğum düşüncelerin sakatlığı kısa mesafede yaratıcı olsada ilerisi için bir hiçti. Ama mutluydum, köyümde at sırtında dağlarda ormanlardaymış gibi özgür hissediyordum kendimi. Karaköy semtine kerhaneye gitmiştik, komşu köydeki o herkese göz kırpan yosmanın giydiği sexy kıyafetleriyle önümden geçerkenki albenisiyle ürettiğim hayalgücü zenginliklerinden öte kadın konusunda hiçbir deneyimim olmamıştı. Yaşımın on sekizden küçük olması sebebiyle kapıdaki polise rüşvet vererek o meşhur zürafa sokağa girdik. Apartman önlerinde, merdivenlerde pencereler ve kaldırımlarda heryer kadındı. Ve sokaklar istiklal caddesinin o curcuna hallerine taş çıkaracak kadar kalabalıkta aç erkek sürüleriyle doluydu. Daha evvel karşılaşmayıp hiç bilmediğim bu görüntüyü kavramaya çalışırken aniden bir kadın çığlığı koptu. Yangın var yangın var diye bağırıyordu. Herkes çatılara bakıp duman arayarak yangının çıkış yerini öğrenmeye çalışıyor olsada herhangi bir duman görünmüyordu. Sonra alt kısmı tamamen çıplak üzerinde fileli uzunca şal olan o yangını bağıran kadın kendini apartmanın dışına atan kadın yangın vaaar diye bağırmaya devam ediyordu. Ben duman falan aramıyor kadının ilginç görünümüne bakıyordum, aynı kadın aniden o erkek kalabalığına dönüp yine aynı söylemle bağırmaya devam ederek üzerimize koşmaya başladı. Ve yine bağırıyordu; yangın var yanıyorumm beni siken yokmu… araya giren pos bıyıklı kabadayı tipler -ki bunların pezevek olduklarını sonradan öğrenecektim- onu zorla zaptederek içeriye götürdüler. Fakat hala bagırmaya devam ediyordu, yangın var yanıyorum beni sikecek bir adam ateşimi söndürecek kimse yokmu.. inanılmaz bir yerdi burası ve ben ufo görmüş masum köylü gibi etrafıma bakıyordum. Hatta o halden daha beterdim zira uzay araci direk yanıma inse böylesi bir merak ve şaşkınlık uyandıramazdı bende. Sokağın hemen orta yerinde genişçe bir meydanda çay ocağını andıran bir bölümde otuz kırk kişilik bir grup küçük iskembelere oturmuş, az yüksek duran televizyonda porno film izliyorlardı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.