- 526 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
MUSTAFA ÖZTÜRK HOCANIN AÇIKLAMASINA DAİR...
Geçtiğimiz hafta gündeme gelen Prof. Dr. Mustafa Öztürk Hoca‘nın Kur’an’a dair sarf ettiği “Kur’an, 23 sene Velid bin Mugire aşağı Âs bin Vâil yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz, Taif, Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki üç beş lavuk müşrik… Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki… Hem ‘kel’ hem ‘fodul’ ve ‘p.ç’ ifadesi kullanılıyor. Bu Allah dili olabilir mi? İnsani dil olamaz mı? Olabilir. Yanmış canı. Feverandır. Olabilir” şeklindeki ifadelerini, bana göre üç noktada ele alıp değerlendirmek gerekiyor.
Birincisi: Öztürk Hocanın Kur’an’la ilgili dile getirdiği videoda kasıtlı bir oynama veya cımbızlama yok ise, her şeyden önce yadırgatıcı bir üslup kullandığı ve böylesi bir üslubun dinî araştırmalar için şık bir retorik olmadığıdır. Tamam, Hoca bir düşünce insanıdır. Kur’an üzerinde kafa yormakta, bazı çıkarımlar yapmak istemektedir. Ancak bunu yaparken sarf ettiği ifadeler, maalesef hocanın büyük bir üslup sorunsalı ile karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Nitekim kendisi de bundan daha sonra pişmanlık duymuş olmalı ki, sosyal medyada yoğun biçimde dolaşımda bulunan “Yekfi/Yeter” başlıklı yazısında söz konusu üslubunun hatalı olduğunu kabul etmektedir.
İkincisi: Sayın Öztürk’e ait bu sözler, maalesef insanı şaşırtacak kadar zihnî bir daralmanın ürünüdür. Hocamız niçin Kur’an’a dair perspektifini bu kadar dar tutmuş, gerçekten anlamakta zorlanıyor insan. Her şeyden önce Kur’an, sadece Kalem suresinden ve burada geçen sitem dolu birkaç cümleden ibaret değil ki! Mesela “… Artık bundan vazgeçtiniz değil mi?”, “… Hiç Yaratan bilmez mi?”, “… Düşünmez misiniz?”, “… Akletmez misiniz?”, “(… Şunu şöyle yapmanız) sizin için daha hayırlıdır…”, “En iyisi barıştır…” şeklinde devam edip giden ve deyim yerinde ise insanı âdeta kalbinin kökünden yakalayan tatlı ve ruh okşayıcı yüzlerce orijinal Kur’ani deyişi; ve bir o kadar da yerden gökten, insandan, hayattan, denizden, dağlardan, dünyadan, yıldızlardan, deveden, bal arısından, örümcekten, kuştan, kurttan, doğumdan, ölümden, var oluştan bahseden bir yığın kozmolojik ve etnobiyolojik ayeti ne yapacağız? Mesela kabileciliğin, onca ilkellik ve böbürlenmenin cirit attığı bir coğrafyada “En üstününüz, takvaca en iyi olanınızdır” ayetiyle, tüm sahte statüleri bir kalemde sıfırlayan vurucu cümleleri; “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın…”, “Kısasta (Hukukta) hayat vardır…” şeklindeki ultra zirve hukuki saptamaları nasıl izah edeceğiz? Tefecilik ve yağmacılığın geçim kaynağı olduğu, gündemin fal oklarıyla belirlendiği bir toplumda “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” şeklindeki çarpıcı ifadeleri… “Her şey, içerisinde taşıdığı potansiyele göre işlev görür” şeklindeki aforizmik önermeleri, dahası rasyonelliğin doruğunu tayin eden yüksek düşünceleri nereye koyacağız? Kısacası hocamız, beni mazur görsünler ama, Kur’an’ın sözde “dar bir alanda sıkışıp kaldığını ve birkaç müşrikin etrafında dönüp durduğunu” söylemeye çalışırken, aslında bu beyanlarıyla kendilerinin düşüncelerini ne kadar dar bir alana hapsettiklerini ortaya koymuşlardır.
Üçüncüsü: Sayın Öztürk’ün söz konusu açıklamalarıyla ortaya çıkan bu fırtınalı ortamda, beni en çok tedirgin eden gelişmelerden biri, hocanın izaha muhtaç beyanlarını fırsat bilen bazı aşırı çevrelerin hemen işin kolayına kaçması, hocayı anlamaya çalışmak, soru yağmuruna tutmak veya medeni çerçevede kendisine ilmî eleştiriler yöneltmek yerine, narsisizm mamulü birtakım keskin tepkiselliklere müracaat etmeleridir. Daha vahimi, her zaman olduğu gibi yine o basit mi basit, çirkin mi çirkin “tekfir etme” veya “kâfir damgası vurma” kolaycılığına sapmış ve acımasız bir linç kampanyası başlatmış olmalarıdır. Bir kere ömrünü Kur’an’a adamış Sayın Öztürk gibi bir âlim, o basit tepkileri kendisine gösterenlerin zannettikleri kadar sıradan bir insan değildir. Kaldı ki dinin bizatihi kendisi, Sayın Öztürk gibi alanında söz sahibi ilim insanlarına böylesi hatalar yapma lüksü vermiştir. Hükmünde isabet etmesi halinde iki, etmemesi halinde de bir sevap kazanacağını belirtmiştir. Bu, onların ilmî hakkıdır. Çünkü Sayın Öztürk gibi ilmî seviyesi yüksek düşünce insanları, uygarlıklara yol açmak için didinen, deyim yerinde ise aklını ve bilgisini dağları devirmeye azimli birer dozer gibi kullanan şahsiyetlerdir. Ve bu şahsiyetler bazen bu fikir işçilikleri sırasında hiç ummadıkları büyüklükte bir engelle, mesela delinmesi ve aşılması çok zor olan bir tepe veya kaya ile karşılaşırlar. Ve bunu aşmak için dev akli kompresörlere ihtiyaç duyarlar. Ve bu akli kompresörler, hem artı hem eksi boyutta gidip gelen birer vektörel mekanizma ile çalışır. İşte Öztürk Hocayı anlayamayan bazı kimseler de, o akli kompresörün negatif gelgitlerini büyük bir nakısa olarak görürler. Hatta işi daha da abartarak hemen bir kulp takar; bu bozuk, bu sapık, bu kâfir; bu Kur’ancı, bu tarihselci derler. Oysa asıl noksan olan kendileri; cahillikleri, önyargıları, tekdüzelikleri, tutuculukları, donuklukları, düşüncesizlikleri ve tembellikleridir. Çünkü insanın negatife veya kendisi gibi düşünmeyene olan tahammülsüzlüğü narsistliğinin bir sonucudur.
Bir kere şunu açıkça ortaya koymamız lazım. Bir insanı; “imanlı mı imansız mı, mü’min mi kâfir mi” şeklinde sorgulama yetkisi bir başka insana ait değildir. Bu nedenle Hz. Peygamber, “kim kâfir kim imansız” şeklinde insanları sorgulamak şöyle dursun, imanla küfür arasında gidip gelen “münafıkların dahi kim oldukları üzerinde durmamış”, bu konuda hiç kimseyi afişe etmemiş; sadece bunu bir sır olarak Huzeyfe bin Yeman ile paylaşmıştır. Çünkü bir insanın inanmadığını veya kâfir olmayı tercih ettiğini alenen söyleme yetkisi, sadece kişinin kendisine aittir. Bundan böyle bir kişinin, dinen, açıkça “ben inanmıyorum” veya “inkâr ediyorum” deme özgürlüğü vardır ve olmalıdır. Ancak başkasının dinî değerlerine küfür ve hakaret etme özgürlüğü yoktur. O halde birileri bir toplumda tecessüs, yani açık arama amacıyla birisi hakkında imanlı mı imansız mı, mü’min mi kâfir mi şeklinde bir sorgulama yapıyorsa, bu; her şeyden önce o kişilerin dinen seviyesiz ve hat bilmez olduklarının göstergesidir.
Maalesef slogan ve etiketlerimiz, sığlığımız ve yüzeyselliğimiz kadar abartılıdır bizim. Bundan böyle Müslüman topluluklar olarak, şu kırık dökük halimizle medeniyetin emekleme safhasında bile değilken, ikide bir “İslam medeniyeti” deyip duruyoruz. Söylerken kulağa çok hoş gelen bir tamlama bu! Ama birisi, “Ne medeniyeti? Hangi İslam medeniyeti? Örneği ne veya öncüleri kim bu medeniyetin?” dediğinde, “E işte efendim bizim İbn-i Sina’mız var, Farabi’miz var, İbn-i Rüşt’ümüz var” cevabını veriyoruz. İyi var da; şayet onlar şu anda yaşamış olsalardı, bütün Müslüman topluluklarda Mustafa Öztürk Hocadan on kat daha başlarına iş açılır; bunlar dinsiz, imansız, zındık denilerek ölüm fetvalarıyla hayatları karartılırdı. İşte biz bu çelişkiyi çözmeden, hep koşan dünyanın gerisinde yürümeye, kıyamete kadar içi boş kavramlarla avunmaya devam edeceğiz.
Son söz: Bir toplum okuduğu kadar aydın, okumadığı kadar karanlıktır. Hür olduğu kadar üretken ve etken, tutsak veya kula kul olduğu kadar tüketici ve edilgendir. Bağımsız olduğu kadar ahlaklı ve kişilikli, olmadığı kadar dış etkilere açık ve kişiliksizdir. Düşündüğü ve aklettiği kadar derin, düşünmediği ve aklını kullanmadığı kadar sığdır. Bilgisi ve ilmî birikimi kadar pozitif ve ‘artı’cı, bilgisizliği kadar negatif ve abartıcıdır. Bencillik ve narsistliği kadar tahammülsüz, sevgisi ve diğerkâmlığı kadar kucaklayıcı ve hoşgörülüdür.
Mesut ÖZÜNLÜ