- 372 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kanal İstanbul'un Düşündürdükleri
KANAL İSTANBUL’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Bu başlığı okuyanlar büyük ihtimalle “Uzmanların Kanal İstanbul hakkındaki tespit ve fikirlerini dinlemekten ruhumuz karardı, aklımız karıştı, gönlümüz yorgun düştü. Bu konuya tüy dikmedik bir sen kaldıydın, şimdi bu eksiklik tamamlandı,” diyerek benimle alay edecektir.
Haklısınız; ben ne mühendisim, ne de şehir plancısı. Kanal İstanbul; su kaynaklarına zarar verecekmiş, verimli tarım alanları yok olacakmış, İstanbul’un insan yükü artacakmış, çevredeki arazileri Katarlılar almışmış gibi meselelere girmeyeceğim ben. Ne haddime zaten!
Emekli bir Türkçe – Edebiyat öğretmeni olarak meseleye çok farklı açıdan yaklaşacağım. Konuya Refik Halit Karay’ın (1888 – 1965) “Ayşegül” başlıklı hikâyesinden kısa bir alıntı yaparak giriyorum.
Yazarımız İskenderun ovasına tepeden bakan bir çamlıkta manzarayı seyretmektedir. Küçük bir kız çocuğu yazara bir şeftali takdim eder.
***
— Yer misin amca?
Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdikçe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamların teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız!
— Yavrum şu görünen köyün adı nedir?
— Müftüler.
— Daha ötede neresi vardır?
— Nergislik
— Ya bu suya ne derler?
— Zerdali Oluk.
— Şu yukardaki dağ?
— Kınalı Tepe.
— Şu yol nereye gider?
— Dere Bahçe’ye.
Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen saksıları...
Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin?
— Bilirim: Kadife.
— Bu su kenarında açan yeşil şeyler?
— İnci çiçeği.
— Ya senin adın nedir?
Utandı; kısaca, usulca:
— Ayşegül, dedi.
Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra’lara, Hatice’lere, Fatma’lara, Şerife’lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum:
— Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!
Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.
(Memleket Hikâyeleri – R. Halit Karay)
***
Son paragrafa dikkat isterim. Duygulu ve duyarlı yazarımız; insan, bitki ve yer isimlerinden hareketle milliyet duygusuna ulaşıyor.
Yerli ve millî diyorlar ya; gördüğünüz gibi her şeyiyle yerli ve millî olan bir memleket manzarası resmediyor yazarımız.
Refik Halit’in İskenderun sırtlarında şahit olduğu millîlik vasıflarının Orhangazi’de de mevcut olduğunu köy isimlerinden örnekler vererek kanıtlayabilirim: Üreğil, Çakırlı, Keramet, Çeltikçi, Dutluca, Paşapınar…
Şimdi diyeceksiniz ki bu yazdıklarınla Kanal İstanbul’un ne alakası var? Anlatacağım; sabredin. Önce 16. yüzyılda yaşamış meşhur Divan şairi Baki’den bir beyit yazıyorum:
Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Ta key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
Bir şey anladınız mı bu dizelerden? Elbette ki anlamadınız. Bugünkü Türkçeye çevirirsek şöyle diyor şair: “Ey ayağı şan şöhret hırsı tuzağına bağlı kişi! Bu dünyanın bitmek bilmeyen işleriyle uğraşma sevdası daha ne kadar sürecek?”
Şimdi gelelim sadede… Efendim, Osmanlılar döneminde dilimiz âdeta Arapça ve Farsçanın istilasına uğradı. Bu dillerden on binlerce kelime aldık, bunun yanında bazı dil kurallarını da benimsedik ve Divan Edebiyatı ortaya çıktı. Bu edebiyata Yüksek Zümre Edebiyatı da denir. Evet, doğru; yüksek zümre edebiyatıdır, çünkü saray ve çevresinde gelişmiştir ve ayrıca bu tarz şiir yazabilmek için Arapça ve Farsçaya hâkim olmak gerekir.
Fakat bunun yanında halkımız da kendi edebiyatını sürdürmüş; Yunus Emre, Karaca Oğlan, Âşık Veysel gibi binlerce halk şairi yetişmiştir.
Divan şiirinin Arap – Fars taklitçiliği maalesef ki zaman içinde resmî yazışmalara ve düzyazıya da aksetmiş, halkımızın anlamadığı bir yazı dili oluşmuş ve dünyanın hiçbir kültüründe görülmeyen “yazı dili, konuşma dili” ikiliği ortaya çıkmıştır. Tanzimat döneminde yazılan makaleleri veya romanları orijinal hâliyle okumaya çalışırsanız elinizin altında Osmanlıca – Türkçe sözlük bulundurmanız gerekir; aksi hâlde okuduğunuzu anlayamazsınız.
Millî Edebiyat Akımı mensupları (Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp) bu ikiliğe son vermek, yazı diliyle konuşma dilini birleştirmek için mücadele ettiler. Dilimizdeki Farsça ve Arapça kurallarla yapılan “serv-i revan, hâlet-i ruhiye, zehrü’l-kâtil” gibi tamlamalara savaş açtılar. Sonrasında bu akımın ilkeleri doğrultusun eser veren yüzlerce şair ve yazar yetişti.
Tabii ki halkımıza ve dilimize yabancı bu tür tamlamalardan kurtulmak kolay olmamıştır. Herkesin az çok aşina olduğu bir örnek vereyim. Yaşlılardan “reis-i cumhur” tamlamasını işitmişsinizdir (Rahmetli dedem böyle derdi), Arapça kelimelerden oluşan, Farsça dil kuralıyla yapılan bu isim tamlamasını “cumhur reisi” şeklinde Türkçe tamlama kuralına uydurmuşuz (Rahmetli babam böyle derdi) ve zamanla “cumhurbaşkanı” kelimesi ortaya çıkmış. (Biz böyle diyoruz)
Millî Edebiyat Akımı mensuplarından Allah razı olsun. Onların başlattığı yazı diliyle konuşma dilini birleştirme ve dilde sadeleşme hareketi sonucunda Orhan Veli Kanık’ın, F. H. Dağlarca’nın, Yaşar Kemal’in pırıl pırıl duru Türkçelerine kavuştuk.
Şimdi geldik sonuca… “İznik gölü, Orhangazi ilçesi, İstanbul Boğazı” gibi kelime grupları Türkçe kurallarla yapılmış isim tamlamalarıdır.
“Otel Asya, kafe Çınar” gibi kelime grupları ise İngilizce kurallarla yapılmış tamlamalardır. Ve maalesef ki Türkçeye aykırı bu tür tamlamaları birçok iş yerinin tabelasında görüyoruz.
Birkaç yıl önce “İstanbul Menkul Kıymetler Borsası” diye bir kurumumuz vardı. Hâlâ var; fakat adını değiştirdiler. “İstanbul Borsası” yerine “Borsa İstanbul” dediler. “Borsa İstanbul” nereden çıktı kardeşim? Türkçesi varken niçin İngilizce tamlama biçimini kullanıyorsunuz? Dil danışmanınız yok mu sizin? Hadi yok diyelim, Türkçe öğretmenlerinden birine sormak da mı aklınıza gelmedi?
Tıpkı bunun gibi “İstanbul Kanalı” demek varken niçin “Kanal İstanbul” diyorsunuz? Madem “Kanal İstanbul diyecektiniz, “İstanbul Havalimanı” yerine “Havalimanı İstanbul” deseydiniz ya! Şimdi birileri çıkıp “Boğaz İstanbul, göl İznik, şehir Bursa” derse ve bu saçmalık yaygınlaşırsa ne yapacağız? Yeni bir Millî Edebiyat Akımı mı başlatacağız?
Yerlilik ve millîlik lafla olmaz; önce bilgi ve bilinç gerekir, sonra da icraat…
Sağlıcakla kalınız
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.