- 486 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
643 – ARKA EV
Onur BİLGE
“Arka Ev,
Anne Frank’ın Hatıra Defteri konusu Sırdaş müdavimleri arasında bir türlü kapanmadı. Antalya’nın ilk ve tek kitapçı dükkânı, Kalekapısı’nda, Saat Kulesi’nin dibindeki Hayret Kitabevi’dir. Bizim kızlar oraya gidip Kitapçı Hayret’e Anne Frank’ın Hatıra Defteri’yle Pol ve Virjini isimli acıklı aşk romanını sipariş etmişler. O da on on beş gün kadar sonra İstanbul’dan getirtmiş. Az sayıda geldiği için bizim taifeden üç beş kişi satın alabilmiş. O iki kitap elden ele gezip duruyor. Elbette ilk satın alanlardan bir solukta okuyup bitirenler bana da getirdiler. Hem de koşa koşa, müjdeler vere vere!
Bir kitap edinebilmek, hele hele arzu edilen kitabı elde edebilmek büyük bir olay oluyor. Gerek pahalılığı, gerek halkın gelir seviyesinin düşük oluşu, gerekse de bir nevi mahrumiyet bölgesi olması nedeniyle… Burası Antalya… İstanbul değil ki! Gazeteler bile bir gün sonra geliyor. Tek gazete bayisi var. Orada satılıyor. Şehir küçük… Hastane, postane, pastane… İki park, bir garaj, bir de Andızlık… Önceleri Tiyatro salonu olarak kullanılan Elhamra Sineması, Şehir Sineması ve Yıldız Sineması… İnci ve Emek sinemaları daha sonra açıldı. Her yere yaya gidilebilir. Çok yokuşlu değildir. Tam anlamıyla bir bisiklet şehridir.
Halkın çok azı gazete okuyabilecek kadar para kazanabiliyor. Okuma yazma oranı da yüksek sayılmaz. Bazı memurlar, büyük tüccarlar, öğretmenlerin neredeyse tümü, ancak bir gazete alabiliyorlar. Öğrencilerdense aileleri gazete alabilenler okuyabiliyor. Onlar da belli sayfaları okuma alışkanlığı edinmişler. Çocuklar çizgi dizi meraklısı… Güngörmüşleri falan okuyorlar. Tonton’la Şaban’ın, Fatoş’la Basri’nin maceralarını takip ediyorlar. Kadınlar kızlar, okumaları yazmaları varsa, ön sayfadaki aktüaliteyle ilgileniyorlar, yoksa sadece resimlerine bakıp geçiyorlar. Erkeklerin neredeyse tamamı, hemen ön sayfaya şöyle bir göz atıp, arka sayfadaki sporla alakalı haberleri dikkatle okuyor.
Elbette yetişkin ve yaşlı erkekler en çok siyasi haber ve yazıları yakından takip ediyor. Emekliler gibi evde ve kahvehanede pinekleyen erkekler, gazeteleri eviriyor çeviriyor, katlıyor, açıyor, imini cimini okumadan, hamurunu çıkarmadan ellerinden bırakmıyorlar. En ilginci de küçük yuvarlak kalın camlı, arkadan iple bağlı kara çerçeveli gözlüklerini burunlarının uçlarına kadar indiren, gazeteleri de gözlerine sokan ihtiyarlar… Hele biraz da genel kültürleri varsa, zaten alışık oldukları gazetenin bulmacasını çözmeden rahat edemiyorlar.
Dergiler ise sadece Kitapçı Hayret’e geliyor. En çok Hayat Mecmuası satılıyor. O haftalık mecmuanın ilk sayısı 1956’nın Nisan ayında çıkmaya başladı. Hemen abone oldum. O zamanlar İstanbul’daydım. Akşamları evime gidip yemeğimi yedikten sonra denize nazır evimin balkonundaki ahşap şezlonguma uzanır, günlük gazetemi okur, o mecmuaları karıştırırdım. O yazdan sonra işlerim bozulmaya başladı zaten.
Hayat ile birlikte Ses Mecmuası da çıktı. Hanım hemen abone oldu. Ayda bir çıkıyordu. Sonra da Artist Mecmuası çıktı. 1960 yılında olsa gerek. Nevin’e gün doğdu!
Burada bazı yabancı moda mecmuaları da satılıyor. Yüksek sosyete, Kız Enstitüsü öğrencileri ve mahalle terzileri tarafından rağbet görüyor. Onların orta sayfalarında paftalar oluyor. Parşömen kâğıtlarına kopya edilip çizgiler boyunca kesildikten sonra genellikle ikiye katlanan kumaşlara iğnelenen bu patronların çevrelerinden bir veya bir buçuk santimlik dikiş payları bırakılmak suretiyle kesiliyor. Ya patron kâğıdının hemen kenarından sabunla veya kalemle çizilerek dikiş yerleri belirleniyor, ya da o kâğıt kaldırılmadan kıyı boyunca bol teyelle o iki kumaş birbirine geçici olarak tutturulup, birbirlerinden çekiştirilerek ayrıldıktan sonra arada kalan iplikler kesilmek suretiyle kalıbın konduğu yer simetrik olarak belirlenmiş oluyor.
Çoğu zaman üç ayrı bedene göre ayarlanan bu paftalar çok az terzilikten anlayanların bile çok işlerine yarıyor. Onların sayesinde, kumaş kesmeye hiç cesaret edemeyenler bile eski giyecekleri sökerek elde ettikleri kumaşlara güvenle vuruveriyorlar makası. Giderek cesaretlenip en değerli kadifeleri, ipeklileri dahi kesebilir hale geliyorlar.
Nereden mi biliyorum? Benim hanımdan… Ona ver yesin, getir giysin! “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sormaz. Çalış kazan, bul buluştur, ver! Alsın, harcasın, giyinsin kuşansın, boyansın sıvansın gezsin! Boyalı bardak! Bari yakıştırabilse! Nerde? Bildiğin balkabağı…
Nesrin, çuval giyse yakışırdı! Yaratılıştan güzeldi. O da o ayının armudu oldu. Armudun iyisini fabrikatörün oğlu kaptı. Bana da o tekne kazıntısı kaldı. Aman… Neyse… Olan oldu, biten bitti. Giden de gitti zaten… Hakkında konuşmak neden!
Nereden açılmıştı bu konu? Dikiş meselesinden… Nevin’e terzi parası yetiştiremeyince Çekoslavak malı Minerva dikiş makinesi almak için müracaat ettik. Kaparo verdik. Sıraya girdik. Epey bir bekledik. Taksitle aldık.
Nazlı Terzi’yi çağırdık. Her gün geldi, Nevin’e dikiş nakış dersi verdi. Bu özel kurs tamamlanınca, adet olduğu üzere, konu komşu, yakın arkadaşlar, eş dost çağrılarak bir gün düzenlendi. Makas Alma Merasimi gibi bir şey... Çaylar kahveler içildi, lokumlar bisküviler, helvalar meyveler yendi. Terzi Nazlı, Nevin’e bir makas hediye etti. Zanaat öğreterek koluna altın bilezik taktığı için Nevin de ona bir altın bilezik hediye etti.
Çocuklara bir şeyler dikerken, kasnakta örtü işlerken dikiş nakış işini ilerletti. Model mecmuaları alır, karıştırır dururdu. Oradan beğendiği elbiselerin kumaşlarına benzer kumaşlar alır, yemek masasının üstüne yayardı paftaları, parşömenleri, telaları… Orada patron çıkarır, kumaş ölçer biçerdi. Makine hiç kapanmazdı. Her yer kumaş kırpıntısı, iplik, topluiğne…
Az almadım Çiğdem’in elinden makası! Az toplamadım yerlerden topluiğneleri… Yavaş yavaş etrafa da dikmeyi başladı. Pali Bahçesi^ndeki evimizde kız çeyizleri işliyordu makinede. Az da olsa bir gelir kapısı olmuştu onun için. Zaten aile desteği ve güvencesinin yanı sıra biraz da ona güvenerek terk etti beni.
Minerva’nın ne olduğunu merak ettim. Athena’nın diğer adıymış. Tekelioğlu Halk Kütüphanesi’ne okumak için ödünç kitap almaya gittiğimde araştırdım, buldum. Hikmet, akıl, savaş, sanat, okul ve ticaret tanrıçası demekmiş. Ticaret tanrıçası… Anlaşıldı!
Yokluk kıtlık devri… Dikiş makinesi her eve lazım… Erkek pantolonlarına kadar epriyen, solan hemen hemen her giyecek sökülüyor, yıkanıyor, ütüleniyor ya ters çevrilerek tekrar dikiliyor ya da tekrar kesilip, küçüklere ya da daha zayıf olanlara giyecekler yapılıyor. Eskiyen ayı kırpıp yıldız yapıyorlar ya… Gemi kırıkları kayık oluyor.
Bu arada aklıma gelmişken yazayım… Etrafta gemi parçalarından jilet imal edildiği söylentisi dolaşıyor. Yüzde doksan sekizleri çelik olan gemi parçaları tekrar yüzde yüz çeliğe dönüştürüldükten sonra sadece jilet için değil, çelikten imal edilmesi gereken her şey için ana mal olarak kullanılıyor. Bir Amerikan firmasının, jilet yapımında kullanmak üzere savunma bakanlığından hurda gemi aldığı haberi duyulunca herkes böyle bir zanna kapıldı. Şayet öyle olsaydı, bir gemiden yapılan jiletler, bütün dünyaya yeter de artardı.
Jilet de Yaşar Abla’nın kırtasiye dükkânında, kutuyla değil, sayıyla satılıyordu. Her biri ayrı ayrı ambalajlanmış olmadığı için bazen tek jilet isteyene birbirine yapışık iki jilet birden veriliyor, haramdan korkan dürüst insanlar, tek jileti geri vermek için tekrar taban teperek oraya geri gidip birini iade ediyorlardı.
Anne Frank’ın Hatıra Defteri, yalnız Antalya’da değil, bütün dünyada sansasyon yarattı. Benim gibi kıt kanaat geçinen bir adam, Antalya’ya gelen iki üç gazeteden birine abone olacak değil ya… O varlıklı adamı, yıllar önce İstanbul’da bıraktım. Kaptan’dan birikmiş halde aldığım gazetelerden ve radyodan takip edebildiğim kadarıyla konuya ben de kıyısından kenarından vakıf olabildim.
Kitabın biri halen elimde… İkinci defa okuyorum. Anne Frank, 1929’da Frankfurt’ta doğan, Holokost döneminde Amsterdam’da saklanırken Naziler tarafından yakalanıp, 1945’te ablasıyla beraber Bergen - Belsen Toplama Kampı’nda büyük ihtimalle tifüsten ölen Yahudi asıllı Polonyalı bir kız…
Saklandıkları apartmanın kitaplıkla gizlenen kapısının ardında kalan iki yüz metrekarelik bir alanda ailesi ve diğer iki, sonradan dört kişi ile birlikte iki buçuk yıl kadar kalmışlar. Oradayken iki yıl boyunca tuttuğu hatıra defteri, gizlenmelerine yardım eden Otto’nun sekreteri Miep Gies tarafından muhafaza edilmiş. Holokost’ta öldürülen bir buçuk milyon çocuktan biri olan Anne Frank’ın Günlüğü ilk kez, babasının arzusu ve izniyle 25 Haziran 1947’de Arka Ev adıyla yayınlanmış. Eser bundan sekiz yıl kadar sonra tiyatroya aktarılınca ünü bütün dünyaya yayılmış. Piyes, Türkiye’de de Türkçe’ye çevrilerek İstanbul’da tiyatro oyunu olarak sahnelendi ve uzun süre sahnelerde kaldı.
O zamanlar iyi kazanıyor, denize nazır bir konakta ikamet ediyordum. Daha Çiğdem doğmamıştı. İki oğlanı analığıma bırakıp bir gece Nevin’le Karaca Tiyatrosu’na gittik. Orada seyrettik oyunu. Nevin, başından sonuna kadar, elinde mendil, ağladı durdu. Ben de gözyaşlarımı arada bir elimin tersiyle kimseye belli etmemeye çalışarak siliyordum. Eserin tesirinden günlerce kurtulamamıştık. Ne güzel bir zamanda, ne güzel bir Ülkede yaşıyorduk!
Piyes, Bedia Akkoyunlu tarafından Türkçe’ye çevirmiş, Cüneyt Gökçer hem sahnelemiş hem de baba rolünü üstlenmişti. Mediha Gökçer de anne rolündeydi. Anne Frank’ı Gülgün Kutlu canlandırmıştı.
O küçük Hollandalı kız hakkında çıkan yazılanları merakla okuyordum. Eserin, Ankara ve İstanbul tiyatrolarındaki yankısından bahsediliyordu. Daha sonra da Devlet Tiyatrosu tarafından diğer illerde de sahnelendi ve gişe rekorları kırdı.
İşte bu günlük de bu kadar Sevgili Arka Ev… Sen de benim için Arka Ev’sin. Sende saklanıyorum. Sende barınarak hayatta kalmaya çalışıyorum. Hem senden şikâyet ediyor hem de sende teselli buluyorum. Ancak sana sığındığım zamanlarda tam anlamıyla huzur ve mutluluk duyabiliyorum.
Kaptan duymasın! Gülümseyen O/Nur/lu yüzü anında değişir, kaşları çatılır, keyfi kaçar: "Allah’a sığın! O’nda huzur bul! Bırak faniyi! Baki’ye bak!.. O her zaman Güzel... O solmayan Güzel... O, güzelliğinden güzellere bir süreliğine birazcık lütfeden, sonra geri alan, hep güzel kalan Güzel..." diye başlardı yine!
Anne Frank, Kitty koymuş hatıra defterinin adını. Hep Kitty’ye hitaben yazmış günlüğünü. Ben de hep sana hitaben yazıyorum bu mektupları.
Sana her defasında ayrı bir isimle, başka bir sıfatla hitap ediyorum. Her seferinde kendime de farklı bir ad veya sıfat buluyorum. O zaman tamamlanıyor mektuplar ancak. Meramımı tam manasıyla anlatabilmiş oluyorum.
Erzincan dolaylarının bir Türküsü vardır:
“Bugün ben bir güzel gördüm
Cennet kadını kadını
Desem dile düşürürler
Demem adını adını”
İstanbullu da olsak, biz Türk erkeğiyiz kızım! Kesseler öldürseler, sevdiğimizin adını kimselere demeyiz! Senin gerçek adını da kimsecikler bilmeyecek, merak etme!
Hep bende olacak, hep gizli kalacaksın. Bu mektuplar da gizli kalacak. Anne Frank’ın Hatıra Defteri gibi…
Türk Erkeği”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 643
YORUMLAR
Yazı; Anı açısından bir harika. Ellili yıllarda cemiyetin hem ruh hemde Fiziki halini diriltecek kadar güzel.
Türk erkeği. Bu gün rastlayamadığımız bu Mücevherin zikredilmesinde bile taşıdığı cevher ışıl ışı. Tekrar o şuura geri dönülmesi temennisi ile tebrik ederim.
Bu yazıya Mehmet Akif Ersoydan Bir alıntı yaparak.
Türk Erkeği ifadesini Taçlandırmadan geçmek olmazdı sanırım.
Hani “Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın,
Karımın ismini... Hem öldürürüm, sorma sakın!”
Diye, tahrîr-i nüfûs istemeyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser; ..............Allah Gani gani rahmetler eylesin.
Sevgi ve Selam.
yine çok güzel
yine dolu dolu
bu sıralar az okuyorum
defterde takip ettiğim arkadaşların çoğu yazdıklarını da okuyamadım
sizinkilerden de kaçırdıklarım oldu
bu rast geldi okudum
iyi de oldu
çok seviyorum sizi okumayı
çok teşekkürler kendi adıma ⚘