- 619 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
SON MESAJ
SON MESAJ
Terör olaylarının şiddetli olduğu doksanlı yıllarda, beş yıla yakın doğuda çalıştıktan sonra nispeten daha batıda olan bir ile tayinim çıkmıştı. O kadar sevinçliydim ki anlatamam. Hem memleketime yakın bir yerde çalışacaktım hem de güvenlik kaygısı çekmeyecektim. Başlamak için on beş gün sürem olmasına rağmen işlerimi kısa sürede tamamlayarak yeni okuluma gittim. Müdür Bey beni iyi karşıladı. Bu küçük ilçeyi o kadar övdü ki neredeyse il sandım. Yine de çok görmedim. Çünkü doğma büyüme buralıydı ve memleketini çok seviyordu. Küçük bir ilçe olmasına rağmen Meslek Lisesi vardı. Benim buraya atanmama vesile olan okul. Sohbet eşliğinde çaylarımızı içtikten sonra müdür yardımcısı arkadaş benim geleceğimi önceden haber almış olacak ki ders programımı hazırlamış.
- Hocam programınızı hazırlamıştım biraz bekleyin getireyim, diyerek odadan ayrıldı.
Ders programımı alıp atölyelere doğru heyecanlı bir şekilde giderken bahçede bir öğretmen arkadaşla karşılaştım.
-O hocam, okula yeni başlayan siz olmasanız hoş geldiniz, ben Mustafa. Edebiyat öğretmeniyim.
-Ben de…
Dedikten sonra elimdeki programa uzanarak:
-Bir bakayım hangi dersleri vermişler müsaadeniz olursa.
-Buyurun hocam, dedikten sonra:
-Vay be! 12/C’yi size vermişler hocam Allah yardımcınız olsun. Siz gelmeden önce Şeref Bey çok uğraştı ama adam edemedi. Hababam sınıfı bunların yanında melek kalır, aman dikkat edin. Hele hele sınıfta Ömer’le Musa var ki bunlara çok dikkat etmenizi öneririm.
İçime bir burukluk çökmüştü. “Terörden kurtulduk derken…” Kendi kendime söylenerek atölyeye doğru yürümeye başladım. Atölyeye gittiğimde Şeref Bey sınıfın başındaydı. Biraz sohbet ettik. Bana sınıf hakkında bilgiler verdi. Mevcut 31 kişiydi ve atölye dersinde 31 kişi çok büyük bir mevcuttu. Öğretmen eksikliğinden dolayı tek girmem gerekiyormuş. Bunu fazla dert etmedim ama Mustafa Hoca’nın söyledikleri de aklımın bir köşesinde duruyordu. Öğrencilerle tanışmak için sıraya geçirdim. Atölye derslerinde bir kuraldır bu. Her dersin başında tüm öğrenciler sıraya geçer, öğretmen de karşılarına geçerek önce yoklamayı alır sonra da o gün yapılacak işler hakkında bilgi verir. Sırasıyla söz vererek kendilerini tanıtmalarını istedim. Adını soyadını söyleyen sözü diğerine bırakıyordu. Sıra Ömer’e gelmişti. Uzun boylu, esmer, zayıf bir öğrenciydi. Pek yaramaz birine benzemiyordu. Baştan aşağı süzdükten sonra sırayı bozmadan devam ettik. Hemen yanında orta boylu, beyaz tenli, hafif kilolu, yanakları kırmızı olan; “Benim adım da Musa” dedi. Ömer ve Musa isimlerini duyunca göz ucuyla onları takip etmeye başladım, şaşkın bir halleri vardı. İçimden: “Hiç de Mustafa Hoca’nın söylediği gibi yaramaz öğrencilere benzemiyorlar.” Dedikten sonra öğrencilere ellerindeki işlerine devam etmelerini söyleyerek ilk dersime başlamış oldum.
İçimde farklı bir mutluluk vardı. Atölyeyi geziyor makinelere dokunuyordum. Sanki hepsi benimdi. Yeni almış gibi mutluydum. O gün nasıl geçti anlayamadım. Ertesi gün ara teneffüsten sonra öğrenciler yanıma gelerek elektriklerin olmadığını söylediler. Kısa bir araştırmadan sonra Ömer ile Musa’nın bana hoş geldiniz demek için panoya gelen 380 volt elektriği pense ile kestiklerini tespit edince, Mustafa Hoca’nın nedenli doğru söylediğini anlamıştım. Bu olaydan sonra Musa ve Ömer’i yakından takip etmeye başladım, her gün bir problem çıkartıyorlardı. İdareye bildirdim.
Okul müdürü:
-Hocam bunları disiplinde görüşmekten ben yoruldum. Siz atölye öğretmenisiniz bir yolunu bulursunuz. Biz çaresiz kaldık.
Deyince yazdığım dilekçeyi alarak tekrar atölyeye geldim. Yaptıkları işlere bakıyorum onlardan daha güzel iş yapan yok. Nasihat ediyorum olmuyor. Bağırıyorum hiç olmuyordu. Veli görüşmesinde de sonuç alamamıştım. 29 kişiyle hiçbir problem olmamasına rağmen bu iki kişi bana hayatı zindan ediyordu. Bugün hangi problem çıkacak acaba diye pazartesi ve salı okula gitmek istemiyordum. Ömer ve Musa’yı dizginlemek için her hafta farklı bir taktik uyguluyordum.
Bütün öğrencileri 2’şerli gruplara ayırdım. Diğer öğrencilere nispeten kolay bir iş verirken bunlara daha karmaşık ve yapımı zor olan bir iş verdim. İşi yapamasınlar da düşük not vereyim, belki akıllanırlar diye düşünmüştüm. İş resimlerini dağıttım çalışmaya başladılar. Uzaktan tüm öğrencileri izledim. Akşama kadar herkes sıkı bir şekilde çalıştı, işini bitirdi. Atölyeyi temizleyip evlere dağılırken kapıyı kilitlemeden acaba Musa ile Ömer işi yapabildin mi? Diye şöyle bir bakmak istedim. İşi çok güzel yaptıklarını görünce, çok sinirlendim. Görünüşte bu yöntemde işe yaramayacaktı. Bunları nasıl yola getirecektim. Kafamda yeni çareler düşünürken, bir an öfkeme yenilip ayağımda yaptıkları iş parçasına basarak parçayı bozdum. Çıkış kapısına doğru yaklaşırken vicdanım elvermedi, yanlış yaptığımı anlayarak geri döndüm. Bir öğretmene yakışmayan bir şey yapmıştım. Kendimi çok kötü hissetim. Başıma bir ağrı saplandı. Bu ben olamazdım. Hava kararmak üzereydi ışıkları yaktım. İş önlüğümü giyinip bozduğum yerleri tamir etmeye başladım. Eğer öğretmensem bu işi başka türlü çözmeliydim. Bu arada okul idaresine kızıyorum. “Yeni gelen bir öğretmene böyle sorunlu ve kalabalık bir sınıf neden verilir,” diye.
O gün 3-4 dakikada bozuğum işi 3-4 saatte ancak toparlaya bilmiştim. Ama eskisinden daha güzel olmuştu. Ertesi gün notları verirken öğrencileri grup grup odaya alıyor iş parçalarını onların gözünün önünde değerlendirerek not veriyordum. Musa ve Ömer’e sıra gelince içeriye aldım. Yaptıkları işin çok güzel olduğunu söyleyip 100 tam puan verdikten sonra yaramazlıkları yüzünden işlerinin gölgede kaldığını söyledim. Sanayideki çoğu ustanın bile bu işi bu kadar güzel yapamayacağını ve çok becerikli olduklarını, ileride iyi birer usta olabileceklerini söyleyince çok şaşırdılar. Onlarla güzel bir proje yapmak istediğimi söyledim. Bu süreçte bir problemleri sıkıntıları olduğunda çekinmeden bana gelebileceklerini ancak atölyede de onlardan disiplin ve kurallara uymalarını istedim. İkisi birden:
- Hocam, şimdiye kadar kimse bizimle bu şekilde konuşmadı. Okuldaki herkes sizden bir şey olmaz gidin köyünüze çoban olun diyorlar.
-Peki, siz çoban olmak istiyor musunuz?
-Hayır, hocam biz okumaya geldik.
-O halde okuyun, öğrenci olun, arkanızda ben varım.
Bu sözüm çok hoşlarına gitmiş olmalı ki; “Bundan sonra atölyede hiçbir yaramazlık yapmayacağız.” diyerek söz verdiler.
Birkaç hafta sonra Musa yanıma gelerek Ziraat Bankası’nda stajyerlik yapan Ticaret Meslek Lisesinden Kadriye isimli bir kıza âşık olduğunu bu yüzden fatura ödemek bahanesiyle sık sık bankaya gidip onu izlediğini, bu yüzden de derslere geç kaldığını söyledi. Hatta öğle tatilinde bile bankaya gittiğini söylemişti. “Hocam çocukluktan beri çok seviyorum onunla evlenmek istiyorum.” deyince; Kadriye hakkında biraz bilgi aldım. Kadriye zengin bir ailenin kızıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse Musa kendi kendine gelin güvey oluyordu. Aralarında olan: “Merhaba nasılsın-sen nasılsın.” Muhabbetini hiçbir zaman geçememişti. Sadece Musa’yı çok eskiden tanıdığı için selam veriyordu. Kadriye; yaşından olgun, öğrenciden ziyade kadrolu banka memuru gibi sorumluluklarının farkında hanım hanımcık biriydi.
Musa’ya bu sevdadan vazgeçmesini ve okulunu bitirmesini söylediysem de vazgeçmeyeceğini söyledi. O halde çalışması ve kendini ispat etmesini, aksi halde bu işin olamayacağını söyledim. O günden sonra Musa ile ve farklı bir diyalog açmıştık. Atölyede artık işler yoluna girmişti. Musa da Ömer de bana karşı saygıda kusur etmiyorlardı. Musa, ara sıra öğleden sonra bir- iki dakika derse geç kalıyordu. Soluk soluğa atölyeden içeri giriyordu. O kadar yolu koşarak geliyordu. Yine bankaya gittiğini biliyor fakat ses çıkartmıyordum.
Yine bir salı günüydü. Nöbetçi olduğum için erkenden okula gittim. Atölyeye doğru yürürken; atölyenin dış kapısında yaslanarak çömelmiş, dizlerini karnına doğru çekmiş, başını da dizlerin üstüne koymuş bekleyen birisini gördüm. Ayakları çıplak ve pijamaları ile öylece duruyordu. Beni görünce hemen ayağa kalktı. Baktım ki Musa.
-Musa, hayırdır bu ne hal oğlum, yataktan çıktığın gibi gelmişsin. Ayakkabılarda yok.
Musa’dan hiçbir ses gelmiyordu. Yüzünde hüzün, korkudan dili tutulmuş gibiydi. O yaramaz kendine güvenen heybetli Musa gitmiş yerine, zavallı bir insan gelmişti. Ellerini önden birleştirmiş, başını yere eğmiş, kocaman cüssesiyle öylece duruyordu.
-Ne oldu Musa?
-Hocam, başıma çok kötü şeyler geldi.
-Hayırdır oğlum ne geldi?
-Hocam hani siz demiştiniz ya, başına bir şey gelirse bana gelebilirsiniz diye, ben onun için geldim.
-Tamam, söyle ne oldu?
-Hocam çok önemli şeyler geldi başıma.
Deyince durumun ciddi olduğunu anladım. “Sen iki dakika burada dur, ben hemen geliyorum,” diyerek atölyeye açıp Musa’yı şef odasındaki sandalyeye oturup okula geçtim. Öğrenciler kapının önünde sıra olmuş bekliyorlardı. Onları içeri alıp hızlıca Musa’nın yanına geldim.
-Hayırdır Musa ne oldu? Anlat bakalım şimdi.
Başını yere eğip, kısık ve ağlamaklı bir ses tonuyla:
-Hocam sabah erkenden evimizin bahçesinde bir bağrışma duydum. Biliyorsunuz amcamla bizim ev aynı bahçe içerisinde. Yataktan doğrulup pencereye yaklaştığımda amcamın babamı dövdüğünü görünce çok sinirlendim. Koşarak pijamalarla bahçeye indim, o sinirle amcamın yakasından tutup bir yumruk attım, tam kulağının üstüne geldi. O anda bayılıp yere düştü. Babam onu ayıltmaya çalıştı ama amcam bir türlü ayılmıyordu, ölmüş olacağına korkarak kaçtım. Kaçınca da aklıma sizin sözünüz geldi ve buraya geldim hocam, amcam öldü galiba onu ben öldürdüm, diyerek ağlamaya başladı.
-Dur bakalım Musa hallederiz sen biraz bekle, dedikten sonra babasını aradım.
Okuldan aradığımı ve Musa’nın öğretmeni olduğumu, Musa’nın okula gelmediğini, “Hayırdır bir durum mu var,” diyerek sordum.
-Hocam sormayın başınıza bir felaket geldi, biz de Musa’dan endişeleniyoruz.
-Hayırdır amca durum nedir? Diyerek hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi sormaya başladım.
-Bu sabah kardeşimle bahçede tartışırken Musa bizim kavga ettiğimizi sandı. Aniden amcasına saldırıp bir tokat attı amcası da bayılınca onu öldürdüm diyerek kaçtı. Şu anda ondan haber alamıyoruz. Her yerde onu arıyoruz.
-Amcasının durumu nasıl?
-Amcası iyi şükür bir şey yok, deyince ben rahatlamıştım.
-Siz merak etmeyin, ben Musa’nın takıldığı yerleri biliyorum, kısa sürede onu bulur size getiririm. dedikten sonra telefonu kapattım.
Musa’ya:
-Korkacak bir şey yokmuş amcan sadece bayılmış ve şu anda durumu çok iyi baban annen senden endişeleniyorlar istersen seni eve götüreyim, dedikten sonra Musa’yı arabaya bindirerek eve götürdüm.
Musa’nın ailesi sokakta telaş içerisinde Musa’yı arıyorlardı. Musa’yı babasına teslim ettim.
Babası:
-Allah razı olsun hocam sizden, nereden buldunuz sahi?
-Önemli değil, ben takıldığı yerleri biliyorum, diyerek oradan ayrıldım.
Musa ile bundan sonra aramız daha da iyi oldu. Musa’yı o yıl mezun ettik. Bir yıl sonra tır şoförü olarak işe başladı. Tayinimin başka bir vilayete çıkmasıyla oradan ayrıldım. Bir vesileyle 3-4 yıl sonra tekrar çalıştığım ilçeye gittim. Şeref Bey ile buluşup eskilerden konuşurken meşhur 12/C’ den bahsediyorduk.
Şeref Bey:
-Sen geldiğinde o kadar sevinmiştim ki tarif edemem, o yaramaz sınıfı sana verince üstümden büyük bir yük kalkmıştı.
-Musa ile Ömer’i bana iyi çıkmışsınız o zaman, diyerek gülüştük.
Şeref bey birden duygusallaştı, başını yere doğru eğdi.
-Hayırdır hocam ne oldu?
-Hocam sen gittikten sonra Musa düzgün bir iş bulamayınca Uzman Çavuş oldu. Geçen sene de şehit haberini aldık. Musa, artık bir şehit, deyince ikimizin de gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
O iri gövdeli yumuşak kalpli Musa artık şehit olmuştu. Eve gelince Musa’nın Facebook profilini inceledim. Kucağında üç-dört yaşlarında bir erkek çocuğu ile çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. Muhtemelen son paylaşımıydı. Şeref Bey’i arayıp kiminle evlendiğini sordum. “Kadriye ailesi ile İzmir’e taşındı. Musa başkasıyla evlendi,” deyince bir kez daha gözyaşlarına boğulduk. O gece hesabını biraz daha karıştırınca şok oldum. Şehit olmadan bir gün önce bana Messengerden mesaj atmış. “Hocam atölyede size çok çektirdik, buna rağmen bana da çok iyiliğiniz dokundu. Hakkınızı helal edin,” diye yazıyordu. Messenger’i kullanmadığım için mesajını ancak üç yıl sonra okuyabilmiştim. Bilgisayarın başında donakaldım. “Hakkım helal olsun Musa. Asıl sen bize hakkını helal et şehidim.”