DÖRT DUVAR
DÖRT DUVAR
Gecenin karanlığında çığlık çığlığa telefon çaldı. Bütün ev halkı yataklarından fırlayarak salonda toplandı. Telefonu evin annesi Fidan korku içinde açtı. Çünkü bu saatte arayan hayra aramazdı. Bir süre karşıdaki konuşanı dinledi ve titrek sözlerle ’Tamam’ diyerek telefonu kapattı. ’Tren garına gitmeliyiz’ diyebildi sadece. Kimse ne olduğunu sormaya cesaret edemedi. Durum ciddiydi anlaşılan. ’Hadi o zaman, çıkalım gelin’ dedi kayınpederi. Eşi Ramazan başıyla onayladı babasını. Üzerlerine aldıkları paltolarıyla gecenin karanlığına doğru yola koyuldular. ’Dört Duvar’ dedi Fidan içinden usulca ’Dört Duvar...’
Yağmur hafiften yağıyordu. Yarım saate varmış olacaklardı. Kısa olan patika yolu seçtiler. Yol çamura dönmüştü ve çamur yürüyüş hızlarını yavaşlatıyordu. Yürüyüş boyunca hiç konuşmadılar. Birbirinin nefes alışverişlerini rahatça duyabiliyorlardı. Bir süre sonra şehrin ışıkları geride kalmış, uzakta tren garının ışıkları görünmeye başlamıştı. Fidan’ın kirpik diplerinde bekleyen gözyaşı vaktini bekliyordu. Tren garına yaklaştılar. Sokak lambalarının aydınlattığı sokağa girmeden ayaklarının altındaki çamuru kaldırım taşlarına sıyırarak temizlediler. Yağmur hızını arttırmıştı. Garın sol tarafında iki gölge görünüyordu. Yağmurdan saklanmış, birbirine sarılmış, korkmuş, iki gölge... Birkaç adım daha attılar, durdular. Çatının pervazına sığınmış titreyen iki kelebeğe benziyorlardı sanki. Başında ıslak tülbentle, bir elinde bütün eşyasını sığdırdığı iki poşet, diğer elinde elini tuttuğu ürkek kızı ile öylece duruyordu kız kardeşi Eşemen ... Bütün sessizliğini bir feryatla bozan Fidan, koşarak sarıldı kardeşine. Sarıldı, sarıldı…Bekleyen gözyaşlarına izin verdi ve yine tekrarladı içinden ’Dört Duvar...’ ‘Haydi gelin, yağmur hızlandı’ diye seslendi kayınpederi. Tüm kimsesizliklerini, yalnızlıklarını ve acılarını toplayarak dönüş yoluna koyuldular. Karanlık ve yağmur onları takip ediyordu.
…
Ah Eşemen! Bahtsız Eşemen...Yurtsuz Eşemen. Başını bir gölgeye, sırtını bir duvara yaslayamayan Eşemen. Kocaman bir ailenin ortanca kızı, yedi kardeşten biriydi. On sekizinde nişanlanmıştı. Babasının vefatıyla hayatı da değişti. Amcası nişanı bozdurup, kendi oğluna söz kesti kendince. Uzun boyu, iri yapılı vücudu tarlada çalışmak için gayet uygundu amcasına göre. Yetimlik bu ya. Aldı, verdi kimseye danışmadan. Bir eşyadan farklı değildi artık Eşemen. Bir kızı oldu amca oğlu Selametten. Sonrasında ise doğan ya doğamadı ya da yaşamadı. Mutsuzdu, huzursuzdu. Bir evi vardı ama yuva değildi. Birkaç yıl sonra erkek çocuk isteyen kocası bir gecede kuma getirdi üzerine. O günden sonra biraz daha büyüdü Eşemen’in içinde yaşadığı cehennem. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Daha da kötüye gitti gelen günler. Zaman içinde, köyde tutunamayıp İzmir tarafına taşındılar. Samanlıktan bozma bir odayı münasip gördüler Eşemen ve kızına. Tarlalarda tarım işçisi olarak çalışmaya başladılar. Haftalıkları ise bir türlü ellerine geçmiyordu kocası yüzünden. Aylarca devam etti bu kavgalar ve yıllarca sürdü.
O gün yine haftalık yüzünden tartışma çıkmış ve nefesi kesilene kadar dövülmüştü. Kızı ona kalkan, o kızına siper oluyordu. Biri iniyor yumruğun, diğeri kalkıyordu. Her ikisinin de artık acıyacak yeri kalmadı. Kapının kilit sesinden sonra ‘Gece yine geleceğim’ tehdidiyle çıkıp gitti kocası denen suret. Kuması, öldürecekler korkusuyla kapının kilidini açtı. ‘Kaçın, kimse gelmeden kaçın. Kurtarın canınızı’ dedi. Akşam ezanı okunmak üzereydi. Birkaç parça kıyafet ve kuru canlarını alarak uzaklaştılar evden. Can havliyle Akşehir’ e giden trene kendilerini zor attılar. Temelleri yerinden oynamış iki hayat. Tekrar yurt olur, bir dört duvar bulurlar mıydı, bunu zaman gösterecekti.
…
Aradan geçen günlerde kız kardeşinde kalmış, arayan soran da olmamıştı. Ağabeyleri bile durumunu öğrenme nezaketinde bulunmamışlardı. Eşemen yarınını, geleceğini düşünecek halde değildi. Kız kardeşi Fidan en büyük ağabeyini evine çağırdı, durum üzerine konuşmaları gerektiğini söyledi. Hanifi ağabeyi eve geldiğinde Eşemen korku ve hüzün içinde bir köşeye çekilmiş haldeydi. Oturup uzun uzun konuştular, dertleştiler ve ağlaştılar. Eşemen kendini biraz da olsa güven içinde hissetti. En büyük ağabeyi ona bir baba güvencesi vermiş ve evinin yanındaki odaya yerleştirme vaadinde bulunmuştu. (Elbette bulunacaktı, babadan kalan yüzlerce dönüm tarlayı erkek kardeşler arasında pay etmişlerdi. Kız çocuğu hak sahibi mi olurdu onlara göre.) Bu konuşulanların iyi yönüydü. Bir de acı tarafı vardı ki canı, ömrü, tek varlığı kızı Sevim…
Sevim; on altı yaşında, çakır gözlü, kumral, orta boylu zayıfça bir kızdı. Doğduğu günden bu güne bir yuva sıcaklığı yaşamamıştı. Her gün kavga, her gün şiddet. Hayalmiş, umutmuş, mutlulukmuş bu kelimeleri yaşamayı bırakın; dilinden dudağına bile değmemiştir. Yaşamdan aldığı tek miras gözyaşı ve yine gözyaşıydı. Sevim… Analı, babalı : Öksüz Sevim, yetim Sevim…
Olmadı, kızı Sevim’i bile çok gördüler ona. Babasının yanı münasiptir deyip babasının yanına gönderdiler. Öyle ya, daha kendine bile dört duvar bulamamıştı. Gelinler kabul etmeyecekti biliyordu. Ama boynunu büküp bir sığıntı gibi yerleşti Hanifi ağabeyinin yanına. Kerpiçten yapılmış, tek göz odanın kapısını araladı. Sol köşede tahta ayaklı divanın üzerine eski bir şilte yatak diye serilmişti. Sağ tarafta eski bir soba davetsiz duruyordu. Ortada eski bir kilim kendi ölümünü bekler vaziyetteydi. Sobayı tutuşturdu önce. Sonra oturdu divana. ‘Olsun, bu dört duvar bana yeter.’ dedi içinden. O gece huzur içinde uyudu. Çünkü birkaç ay önce ölen annesinin odasıydı bu dört duvar. Anne kokuyordu yatak, anne sıcaklığındaydı sarıldığı yorgan.
Aylar hızlı geçiyordu. Kızının hasreti bir ateş gibi yakıyordu bedenini. Aklı hep ondaydı. Ne var ki kendi de başkasının eline bakıyordu. Yanına alacak hiçbir olur durumu yoktu. Çakır gözleriyle kimin gözünün içine bakıyordu Sevim, kime esiyordu derdini bilmiyordu. Kendine sığmadığı günlerde, diğer ağabeylerinin yanına gidiyordu aklının zorbalığını yenmek için. Gelinlerin homurtusu kulaklarına kadar gelse de umursamayıp, akşam dönüyordu dört duvarına. Kışlık yufkalarını açıp, hepsine hediye paspas bile örmüştü gönlünün acısıyla. İlmek ilmek işlemişti hüznünü motiflere ama yaranamadı işte kimseye. Sonraları onlara da gitmeyi bıraktı. Bir bir soğumuştu gelinlerin manalı cümlelerinden. ‘Olsun, Şu kerpiç oda yeter bana.’ Rahatlığı ona yetiyordu.
Bir sabah acı bir çığlıkla çıktı kapı eşiğine. Avlunun içini koşturan, bağıran, ağlayan bir sürü insan doldurmuştu. Yüzüne vuran ayazı umursamadan kulak verdi olanlara. Bir anda ateş düştü bağrının tam ortasına. Acı haber tez ulaşmıştı avlunun içine. ağabeyi Hanifi kaza geçirmiş, hastaneye kaldırılmıştı. Ayağı ciddi derecede hasar almış, tedavi süreci için yatış vermişlerdi. Ne yapardı, ne ederdi. Hepten sahipsiz hissetti kendini. Bir karanlığın içine düşmüştü sanki.
Hastane günleri uzun sürdü ağabeyinin. Yokluğu günden güne arttı.. O korurdu kardeşini, gölgesi yeterdi. Fırsatı kaçırmayan kocası ve kayını haber salıyor, tehditlerini gönderiyorlardı. Kız kardeşi hariç kimse dokunmadı yarasına. Sahip çıkanı olmadı. Yengesi Goca Gelin : Belanı uzak tut bizden, geldiğin yere git, dedi. Haklı olabilirlerdi. Kimseyi belaya bulaştırmamalıydı. Bir Dört Duvar’ı yine çok görmüşlerdi ona. Fidan’dan saklı eline bohçasını verip, bir gece yarısı bindirdiler İzmir trenine.
Sabaha karşı İzmir Selçuk’a indi Eşemen. İlk defa kendi kararını almış, yönünü değiştirmişti. Kimseye söylemeden yol aldı. Tarlada çalıştığı günlerde kalbi güzel bir sürü insan tanımıştı. Elindeki isim ve adresler onu nereye taşıyacaktı o da bilmiyordu. Ama zamanında ona yardım sözü vermişler ve yanında olduklarını hissettirmişlerdi. Zeytin ağaçlarının içinden geçen yolun sonunda, yetmiş yaşını aşmış olan Zahide Ana’nın evini buldu ilk olarak. Biraz korku, biraz mahcubiyetle kapıyı çaldı. Kapı yavaşça açıldı içeriden. Bir süre ağlamaklı bakıştılar birbirlerine. Zaman içinde ikisi de yaşlanmış, ikisi de yıpranmıştı. Sonra gönül hoşluğu içinde buyur etti içeri yaşlı kadın.
Zahide Ana’nın yanına sığındı bir müddet. El üstüne tutulsa da mahcubiyeti günden güne artıyordu. Nasıl bir hayattı bu, neresinde rahata erecekti? Artık geleceğini düşünmek istemiyordu. Yaşlanmıştı, işe de gidemiyordu. Kendini dünyaya yük olarak görüyordu. Haftalar sonra kısmeti çıktı Eşemen’in. Kimseye yük olmamak adına altmış yaşından sonra varlıklı biriyle nikahlandı.
…
Aradan yirmi yıl geçti. O günden sonra kimse haber alamadı Eşemen’den. Hanifi ağabeyi iyileşti döndü evine. Çocuklar büyüdü, büyükler yaşlandı. Yaşlılar göç eyledi dünyadan. Derdini kimseye dökemeyen Fidan günlerce ağladı. Bir haber bekledi hep, ama gelmedi. Bir sabah yine telefon acı acı çaldı Fidan’ın. İzmir Selçuk’tan bir bakım evinden arıyorlardı. ‘Yakınınızın durumu çok ağır, son kez görmek için sizi istedi’ dediler. Fidan yine elinde telefonla kalakaldı.
…
Yol bitmek bilmiyor, zeytin bahçelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Otobüs her dinlenme yerinde durdukça sabrı daha da zorluyordu Fidan’ı. Yanında torunu Halil ile aynı gün yola çıkmştı. Nasıl gelmişti buaralara, nasıl yol iz bulmuştu? Yol boyunca Eşemen’i düşündü. Günün sonuna doğru nihayet vardılar bakım evine. Hava kararmaya yüz tutmuştu neredeyse. Şehrin uzağında, ağaçların arasına gizlenmiş bir yerdeydi bakım evi. Bina huzur içindeydi, içinde huzur var mıydı, bunu Eşemen söyleyecekti.. Danışma ikinci kat, yirmi beş numaralı odaya yönlendirdi onları. Merdiven basamaklarını çıkmaya başladılar, çıktıkça azalmıyor artıyordu neredeyse. İkinci kata geldiler nihayet. Odanın tam önünde durdular. İçinden ‘Dört Duvar…’ dedi yine Fidan. ‘Dört Duvar…’ Bir solukta girdi içeri. Eşemen orada öylece yatıyordu. Bir yanı hareketsiz, diğer yanı kimsesiz… Akşehir tren garını hatırladı bir anda. Pervazın altında titreşen ıslak kelebeği tekrar gördü Eşemen’in gözlerinde. ‘Yuvasızım’ dedi sarıldı boynuna. Koklaştılar, ağlaştılar, halleştiler. Sağlığı yerindeyken iyiymiş her şey. Son iki yıldır bir felç gelmiş durmuş ayak uçlarına. Elin adamı işte bir bakmış, iki bakmış. Baş edemeyince yatırmış gitmiş, buraya... Kimse konuşmadı bir süre. Bakıştılar, susuştular. Uzunca bir suskunluğun ardından ‘Devlet sağ olsun’ dedi Eşemen. ‘Bana yuva oldu, yurt oldu’ dedi. ‘Kimsesizliğime kimse, sırtıma dağ oldu.’ ‘Yediğim bir lokmayı kimse başıma kakmadı Fidan’ım diye sızlandı. Anlattıkça kanadı yaraları, konuştu dilinin dilsizleri. Daha anlatacakları bitmemişti ki, görevli ziyaret saatinin bittiğini hatırlattı. ‘Fidan, hakkını helal et bacım’ dedi. Son kez sarıldıklarını biliyorlarmış gibi öyle bir sarıldılar ki Halil güçlükle ayırdı kız kardeşleri. Kapıdan tam çıkacakken: Sevim? diye sordu bir anda. Ne cevap vereceğini bilemedi Fidan. ‘İyiymiş, hem de çok iyiymiş’ diyebildi. Görevlinin ikazı ile çıktılar yanından. Nasıl söyleyebilirdi Sevim’in başlık parası karşılığında evlendirildiğini. Nasıl anlatırdı çakır gözlüsünün aynı kaderi yaşadığını.
Geceyi Selçuk’ta geçirip, gitmeden önce tekrar ziyarete geleceklerdi. Gece saat 2.40’ ta Halil’in cep numarasına bir arama geldi. Bakım evi görevlisiydi arayan: Başınız Sağ olsun…
Sabahın ilk ışıklarıyla bakım evinin önünde durdular. Canının bir parçasını emanet ettiği binaya sitemli olarak baktı Fidan. ‘Sen de mi, sen de mi çok gördün bir Dört Duvar’ı’ dedi ve sustu. Söyleyecekleri çoktu ama nereden başlayacağını bilemedi. Son günlerini burada geçiren kardeşinin hayali pencerede sanki onları selamlıyordu. Cenazelerini aldılar ve defin işlemleri için mezarlığa getirdiler.
Selçuk Mezarlığı 7. cadde 12. Parsel…
Fidan’ı kimse susturamıyor, ağıtları dinleyenlerin içini dağlıyordu. Avuçladığı mezar toprağını kokluyor, gözyaşıyla suluyordu sanki. Eşemen’in mezarı bile ötelenmişti baba topraklarından. Fidan :
‘Ah Eşemen! Bahtsız, yurtsuz, yuvasız Eşemen… Koca Dünya’ya sığdıramadık seni bacım. Yerin yüzüne bir sen ağır geldin. Bir sen yük oldun toprağın yüzüne. .Başını sokacak bir ‘Dört Duvar’ buldun sonunda bacım.. Sana öyle bir yuva yaptım ki kimse çıkaramaz artık seni buradan. Yuvanı buldun şimdi, huzur içinde yat bahtsız bacım Eşemen.’
Artık Eşemen’in adresi belliydi ve kimse onu yuvasından, yurdundan çıkaramazdı:
Selçuk Mezarlığı 7. cadde 12. Parsel…
EKİM/ 2020
AYŞE UYANIK