- 422 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sazlarla Tanışmam
Hani derler ya, “Su dışımızı müzik içimizi temizler.” Her ne kadar bazı derin (!) hocalarımız müziğin dinimizce hoş karşılanmadığını vaaz etseler de doğup büyüdüğüm topraklarda böylesi görüşlere ilgi yoktu. Ki, başta anne-babam, amcalarım, yengelerim, dayılarım… Bütün köy halkının atalarından öğrendikleri gibi inançlı insanlardı. Dini görevlerini eksiksiz yerine getirenler çoğunluktaydı.
Köyümüz müderris yetiştirmiş. Bir büyüğümüz anlatmıştı. Düğünlerin birinde, gençler büyük bir halka oluşturup halaya çekerlerken gençlerin yanından geçen müderris halaya tutulup kısa bir süre oynayanları onurlandırmış.
Demem o ki, Karadeniz Bölgemizin içlerinde ırak bir köyde başladı öğretmenlik yaşantım. Sahil kent ve köylerinde kemençesiz yaşam düşünülmezken çalıştığım köyde çoban kavalına üflemek, horona düzülmek künâh (!) diye yasaklanmıştı. Buna karşın düğünlerde tabanca sıkmak teşvik ediliyordu.
Evet Karadeniz Bölgesinde, uzak bir köyde geçti çocukluk ve ilk gençlik yıllarım… Büyük coşku yaşanırdı düğünlerimizde. Hani masallardaki gibi kırk gün kırk gece yaşanmasa bile üç gün üç gece sürerdi. Ana çalgı davul-zurna başta olmak üzere neydi. Ulusal ve dini bayramlar, yayla festivali benzeri yayla düzlüklerinde üç gün süreli dal-zurna eşliğinde şenlikler yapılırdı.
Kulağıma ilk gelen çalgı sesi kaval sesi olmalı. Koyunculuk babamın biricik geçim kaynağıydı. Koyunlarımızın çayırlarda çan sesleri tıngırdatarak yayılmasını seyretmek babam için doyumsuz zevkti. Çok izlemişim koyunları izlerken gözlerindeki parlak ışığı.
Babamın, köyün en acar kaval ustalarından biri olduğunu ileri yıllarda çok duydum. Daha ilkokula başlamamıştık. Babamın kavalının eşliğinde kardeşlerim, komşu çocuklarıyla halay çekerdik fazla bir figür bilmezsek bile. Uzun kış gecelerinde evde radyo yok maalesef. Babam coşardı bazı uzun kış gecelerinde kavalına sarılıp Kara Koyum söylencesini anlatır ve ezgisini üflerdi. Ve de daha nice ezgiler… Üflediği ezgilerin türkülerini de söylerdi.
İlk kez köy düğünlerine ne zaman gittiğimi davul-zurna sesine ne zaman hayran olduğumu anımsamıyorum. Mutimizde tanınmış ünlü zurna ustaları yetişmiştir. Köylerimizde doğup büyüyen insanımızdan zurna ve ney sesini duyunca kalp atışları hızlanmayan, gözleri ışıldamayan yoktur dersem abartı değil.
Düğünlerimizde ve Pancarcı diye adlandırılan yayla eğlencelerinin bir gününde güreşler yapılırdı. Güreşin kendine has bir ezgisi vardır. Güreş kaydesi diye adlandırılan ezgi çalındığı zaman özellikle güreş seven gençleri bir titreme alır. Bir an önce güreşe tutuşmak için sıralarının bir an önce gelmesini iple çekerler. Köyümüzden Zülal Amcamızın zurna sesini duyduğumda, “Kalbim at… gibi kabarır.” sözü zurna sesinin insanımızın gönlünde nasıl yeri olduğunu betimler…
Kaval sesi duyduğumda ve de memleket işi zurna sesi duyduğumda çocukluk ve ilk gençlik coşkulu kaygısız yıllarımı anımsar Orhan Veli usulü efkârlanırım. Hele yanık kaval sesini duymak ağlatır beni.
Çocuktum, mektep medrese, kara tahta nedir bilmiyordum. Yeşilliklerle bezeli kışla diye adlandırdığımız yayladayım. Çamlar arasından ışıldıyordu güneş. Kollarıyla sarılıp, parmaklarını hareket ettirerek üflediği adını ilk kez duyduğum tulum adlı çalgı aleti ile büyük dayımın oğlu yaylamıza geliyordu. Tulum sesini de çok sevdim.
Tulum, bölgemizin bakir ormanlarının, çiçeklerle bezeli yayla düzlüklerinin, derin vadilerde çağlayarak akan çaylarının sesinin ezgilerinin tınısını seslendirir. Ve tulum ustasının sevdiği kıza olan yakıcı aşkının söze dökülmeyen duygularını…
Ortaokul birinci sınıf sene ortası karne tatilinde İhsan Kozan’ın Affet Beni adlı romanını okudum. Bir aşk romanıydı. Çocuk kalbimle çok etkilenmiştim. Roman kahramanı duygularını aşkına kemanla anlatıyordu. Keman, iki sevgiyi birbirine bağlayan büyülü sevgi meleği gibi betimleniyordu. İlginçtir keman nasıl bir çalgıdır, sesi nasıldır? Bilmiyordum, lakin büyünce bir keman sahibi olup tanımadığım bu müzik aletini tınılatatmalıyım diye hayaller kurmuştum. Orta üçte Müzik öğretmenimiz Dursun Özdede getirmişti sınıfımıza bu büyülü aleti.
Trabzon’da Öğretmen Okulu yıllarımda tanıdım kemençeyi ve Karadeniz’ine hızlı insanlarının horonunu. Kemençeyi, günde çoğu kez dört mevsimin yaşandığı bölgenin mavi ile yeşilin dans ettiği ve hırçın dalgalı Karadeniz’in nemli az tuzlu havasını solumayanlar sevemez. Kemençe Karadeniz insanının zor doğayla yaşam savaşını terennüm eden müzik aletidir. Okulda mandolinle yakinen tanıştım. Bir müzik aleti çalmak zorunluydu okulda. Orta düzeyde mandolin çalmayı öğrendim.
Okulumuzda piyano vardı bir adet. Müzik öğretmenimiz bazı derslerde piyano eşliğinde bize okul şarkıları öğretirlerdi. Okulda özellikle müzik derslerinde birçok üflemeli ve vurmalı müzik aletlerinin en azından adlarını öğrendik.
Öğretmen Okulu’nda bağlama çalmasını öğrenen arkadaşlarımız vardı. Müzik gecelerinde mandolin, flüt, bağlama, darbuka geceleri şenlendirirlerdi. Öğretmen Okulu resim-yazı dersi öğretmenimiz klasik müzik plakları dinletirdi bizlere. İlk kez Vivaldi’nin Dört Mevsim konçertosu o yıllarda dinledim.
Radyo ile tanışmam ekonomik bağımsızlık edindiğim yıllara rastlar. Ülkemizde televizyon yayınlarıyla birlikte yaşamın olmazlarından biri olan müzikle, müzik aletlerinin doyumsuz tınısını yetesiye, sık sık dinlemem olanaklı oldu ancak…
Yurdumuz güneşin yedi renk renklerinin güzelliği gibi yedi bölgesi de güzeldir. Ege ve Akdeniz’in otantik çalgı aleti sipsi, kabak kemanesi, Orta Anadolu’nun sazı, doğu ve güneydoğunun davul-zurnası kadar Karadeniz’in kemençe ve tulumu… da yurdumun yeşil yayla düzlükleri, mavi deniz ve gölleri kadar bizimdir ve güzeldir.
Yerelden başlayarak ulusal müziğimizi ve müzik aletlerini tanıyıp özümseyerek yaşamımızı renklendiren bu alanda evrensele ulaşmak uçsuz bir mutluluk kaynağı…
YORUMLAR
İbrahim Yılmaz öğretmenim, bu ne güzel bir anı?
Kaleme aldığınız "Sazlarla Tanışmamı" okurken bir şey keşfettim. Anadolu'nun değişik coğrafyalarında, üç aşağı beş yukarı aynı kaderi paylaşmışız. Benim babam da hayvancılık ağırlıklı geçiniyordu. 40/50 dönüm tarlayı ekip biçse de esas geçim kaynağımız, koyun keçi ve büyükbaş hayvanların sırtındaydı.
Bunun yanında babam dilsiz kaval, gümüz deyimiyle ney üfler hem de güzel çalardı. Daha ilk okula başlamadan, bana oynamayı öğretmek için Köroğlu türküsünü çaldı, baktı benim sanat ya da oyun kabiliyetim yok, çocuk alınır - üzülür falan demeden senden birşey olmaz deyip kesti attı.
Sonra orta okuldayken saz çelmek için uğraştı gelin Ayşe'mden ileri gidemedim. Hala yüreğimde yaradır.
Gördünüz mü İbrahim hocam , yazınız beni nerelere götürdü? Haaa unutmadan yazayım. 3/5 sene önce çocukluk günlerime inat Harmandalı kursuna katıldım. Bayağı öğrenmiştim de. Ne yazık ki oyun oynamadığın zaman unutuluyor. Şimdi başladığımız yere geri döndüm. ::))
Beni çocukluma götüren kalemi kutlarım.
Saygılarımla.
İBRAHİM YILMAZ
Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçememe ve yeterince aydınlanmayı başaramamanın acılarını yaşıyoruz ulusça.
atattürk gibi bir büyük lider bağrından çıkaran bu ulus dilerim ilerleme yolunda engelleri aşma başarısını gösterecektir.
Sizler bizler az gelişmiş bir ülkede yaşamanın zorluklarını çektik. Yine de bağımsız bir ülkede yaşıyoruz.
Dilerim zengin kültürümüz yaşatma, türkülerimizi acıların sorunlarını çözmekte aşama kaydetmiş güzel ülkemizde daha coşkuyla dinleme, söyleme şansı yakalarız.
saygı,sevgi bizden.