- 683 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ayak sesleri 3
Altı ay sonra…
Yaşı mı olur ölümün, beklemiyorduk, erkendi daha, hem ne fark ederdi ki, ölenin çocuk, yaşlı, kadın, erkek, ya da cenin olması, acı değil midir?
Evlenmiştik artık, belki düşlediğimiz gibi kalabalık ve orkestralı bir düğün olmamıştı, kır düğünü dışında. Beyazlar içinde simsiyah iri gözlerini gülerken gördüğümde yeniden âşık olmuştum ona. Aslında her gün yeniden âşık oluyordum, bir mucizeye inanır gibiydi onu sevmek. Düğünümüzü böyle birkaç cümleyle anlatmak ona ve o güne karşı haksızlık olur belki bir gün onu da anlatırım.
Akşam saatlerinde arkadaşım yarın pikniğe gidelim dedi, evden alacaklarımızı hazırladık akşamdan, giderken de marketten ve kasaptan alacaklarımızı alacaktık tabii manavdan da…
Öyle de oldu, kalktık kahvaltıyı evde yapacaktık öyle konuşmuştuk, iki arabayla düğünümüzdeki gibi arka akaya gittik. Temiz çam kokusu, ne çok özlemişim bu kokuyu…
Güneş, çam kokusu ve o… Huzurun adıydı bu, biz etleri pişirdik hanımlar ise salataları, biz dediğime bakmayın arkadaşım hazırladı ben de yanında durdum, bir tek çay yapabilen bir adamım ben, ne anlarım et pişirmekten.
Semaver çayı olmazsa olmazdır zaten piknikte ve tüm becerimi onlara gösterme çabası içerisinde semaverde çayı demledim. Hanımlar arada bir ‘’iki beceriksiz eti bile pişiremediniz’’ diyerek bizlere laf atıyor biz de hiç oralı olmuyorduk ama birbirimize bakarak gülüyorduk.
Neyse etler hazır, ‘’gerçekten bu konuda çok yetenekli olduğunu söyleyebilirim, et deyince aklıma tek gelen kişidir arkadaşım, parmaklarınızı bile yersiniz. ’’
Büyük ve geniş bir ağacın altına sofrayı seren hanımlar bizi bekliyorlardı, etleri alıp yanlarına gelmiştik bile çoktan.
Yemeğimizi yedikten sonra, tadına doyulmaz huzur dolu sohbetler içinde çayımızı da içmiştik. Sobe, yakar top hatta ip atlama oyunları oynadık tabii kazanan biz değildik. Hanımlar her zaman kazanmayı hak ederlerdi öyle de oldu.
Rüzgâr estikçe çam kokusu daha da beliriyordu, kuşların sesi, papatya kokusu, birkaç metre ilerimizde, giyimi ve davranışlarından ve tıraşından anladığım kadarıyla rütbeli bir asker olduğu kanaatine vardığım bizim gibi piknik yapan adam ve ailesi, çocuklarının o muhteşem kahkahaları, huzurdu burası, ya da cennetti.
Sahi bizim de çocuğumuz olacak mıydı? Acaba olursa ilk çocuk kız mı olurdu yoksa erkek mi? Neyse gözleri ve gülüşü ona benzedikten sonra ne önemi vardı ha erkek ha kız.
Bir ara arkadaşın eşi ile gözleri benim üzerimde kısık sesle bir şeyler konuşup gülüşüyorlardı, ne olduğuna anlam veremedim ama kadınlar arasında özeldir diye oralı da olmadı. Biz de arkadaşımla sohbet ediyorduk, biraz yorulduğunu ve oturmak istediğini söyledi, İkindi gölgesinin serinliğinde üşüyeceğini düşünerek, yanımda getirdiğim battaniyeyi arabadan alıp üzerine örttüm, çabuk üşürdü bilirdim.
Arkadaşımın eşi bize bakıp gülüyordu, bu gülüşün ardında bir şey vardı ama neydi anlam veremiyorduk. Sürekli gözüm onun üstündeydi, nefes alıyor mu, hareket ediyor mu, göz ucumla sürekli izliyordum.
Bir ara yüzünün solgun ve nefes alırken de göğüs kafesinin hareket etmediğini fark ettim, yerimden bir hışımla kalkıp yanına vardığımda uyanmış ve suçlu edasıyla masum bir çocuk gibi yüzüme bakıyordu. Ayak sesimden tanımıştı sanırım, gülmüştüm çünkü onun da benim ayak seslerimi tanıyor olduğunu düşünme hissi bile az önce içimde beliren korkuyu gidermişti.
Rüzgâr şiddetini arttırmıştı, o sırada rütbeli asker olduğu kanaatine vardığım adam çocuklarına ve eşine talimatlar veriyor, bir yandan da arabaya malzemeleri koyuyordu. Eminim askerdi.
Arkadaşımın eşi bize dönüp hazırlanıp gidelim, üşütmesin dedi. Tamam dedik ve hazırlanmaya başladık. O sırada asker adam ve ailesi yanımızdan geçip gittiler.
Art arda geldiğimiz gibi gidiyorduk, teybi açtı, ‘’ayna ölünce sevemezsem seni’’ şarkısına o muhteşem naif sesiyle eşlik ediyordu, tabii arada ben de ediyordum o zaman bana dönüp alaycı bir ses tonuyla sen söyleme deyip sonra gülüyordu. Birden, ölürsem beni sever misin? Dedi. Nereden çıkmıştı şimdi bu, şarkıyı değiştirmek için elimi uzattım ama değiştirmedi.
Sustuk sonra…
Eve gelmiştik, malzemeleri indirip eve taşımıştım.
Saat akşamüzeri olmuştu, ellerinden beş çayı da içemedim diye hayıflandım, hemen kalkıp çay demlemeye gitti ardından ben de gittim.
Aklıma takılmıştı bu ‘’ ölürsem beni sever misin’’ neydi şimdi bu, nereden çıkmıştı?
Her neyse şarkıdan olsa gerek diye üzerinde gitmedim.
Çayımızı yudumlarken sahile inelim mi? Dedi.
Üzerimize bir şeyler alıp çıktık, ikimizin de çok sevdiği o deniz ve martıların sesi, az sonra bizi karşılayacaklardı. Düşününce onları ne çok özlediğimi anladım.
Sahilde balık tutan amcaları görünce hiç balık tutmadık diye hayıflandı, geliriz dedim. Sonra yine o masum gülüşü yüzünde belirdi. İşte bu yüzden çocuklarımız senin gibi gülsün istiyorum dedim içten içe.
Çiçekçi ablayı görünce bu defa ben seslendim, en güzel çiçeklerinden bir tane dedim, ‘’ en güzel çiçek yanında be ağabeyim’’ dedi. Güldük üçümüz de. Sonra eve döndük.
Sürekli uyumak istiyordu ilk defa onu bu kadar uyku düşkünü gördüm. Oysa sabahlara kadar uyumadan o şarkı söyler ben ise ona yazdığım şiirleri söyler dururduk, sonra da iş yerinde akşama kadar uykulu uykulu sersem bir şekilde dolanır dururdum.
Yorulmuştu, ondandır herhalde diye düşünerek erken saatte yattık. O bembeyaz duvarlara her baktığımda karanlık düşüncelerde buluyordum kendimi, yüzünün o ölü yüzünü andıran solgunluğu ve soğukluğu, arabada gelirken kurduğu o cümle aklımdan gitmiyor üstelik uykumu da kaçırıyordu.
Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum, hatırladığım ise;
Yatağımda ona seslenmelerim, ses vermedikçe ağlamalarım, haykırışlarım, yüzünün buz gibi olduğu ve sonbaharda solan çiçekleri andırıyor olması ve dahası, arkadaşımı ve eşimi aramış olmam, onların ise ambulans aramaları, ambulansın gelmesi, beyazlar içinde ki o doktorun geç kalmışız demesi, ‘’oysa beyaz en çok ona yakışmıştı’’ sonra gelip gidenin bitmemesi, annesinin gözyaşları, gelen herkesin ‘’başın sağ olsun’’ demesi, ne oluyordu? Neydi tüm bunlar.
Arkadaşımın eşinin ağlaması, peki o neden ağlıyordu? Neredeyim ben?
Sonra sala sesi, adını duyuyordum mahallemizdeki camiye bağlı hoparlörden, merhume mi dedi müezzin? Yok canım, rüyadayım ben. Yoksa beni kim nasıl zapt edebilirdi?
Rüyadayımdır kesin.
Bir haykırış aman Allah’ım, nasıl uyandım ben, saat kaç? Neler oluyor? Bu onun sesi!
Sevinç gözyaşları yanaklarından süzülüyordu, neyse ki kötü bir kâbusmuş tüm bunlar.
Ama o neden ağlıyordu? Kalkıp yanına gittim, gözlerinden akan yaşları ellerimle sildim, başı göğsümdeydi, bir anda çekti kendini ve gözlerime bakarak ‘’hamileyim’’ dedi. Seviniyordum, hatta kelebek gibi süzülüyordum gökyüzüne, uçuyordum martılar gibi, neye idi bu bilinçsizde bir sevinç gösterisi yapıyordum.
Sahi neye idi!
Gördüklerimin kâbus olmasına mı?
Yoksa daha dün hayalini kurduğum babalık duygusuna mı?
Aklım karışmıştı. Ama seviniyordum, belki de ikisine birden.
Durur muyum çoktan arkadaşıma da müjdeli haberi vermiştim, biliyordum ki onlar da en az bizim kadar sevineceklerdi. Ama hiç öyle olmadı...
Sesi çok üzgündü, sevinmedin mi? Diye sordum, eşinin düşük yaptığını ve hastanede olduklarını söyledi. Hemen yanlarına gittik, birkaç saat sonra taburcu ettiler, eve geri döndük. O geceyi onlarla birlikte geçirdik, sevincimiz kursağımızda kalmıştı. Üzülmüştük, ölen kim ya da ne olursa olsun dayanılmaz bir acı veriyordu.
YORUMLAR
Durum izahı. Hisler. Okuyucuda uyandırdığı farklıdır illa ki ama bende duru bir şekilde hayatı kavrama güdüsünü besledi. Bu günün kıymeti. Yarının meçhul oluşu. Sevmeli elbet. Kimi? Neyi? Orası insana kalmış. Ancak bu denli bağlanabilmek? Heyecanı, korkuyu iliklerde hissetmek.. Herkese nasip olmuyor.