- 530 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
624 - KIRMIZI BİSİKLET
Onur BİLGE
“Kırmızı Bisiklet,
Pencereden bakıyordum, geçenlerde bana balık getiren, cambaz verdiğim çocuk var ya o, üstünde boya namına bir şey kalmamış, tekerlekleri yamulmuş, eski püskü üçtekerli bir bisiklete binmeye çalışıyor. Bacakları büyük, bisiklet küçük… Ayakları yerde sürükleniyor. Bisiklet onu taşımıyor, o bisikleti götürüyor. Oynuyor işte tozun toprağın içinde! Eğleniyor tek başına. Neler hatırlatıyor bana, neler neler…
O zamanlar bisikletler bu kadar küçük değildi galiba. Yoksa iki boy muydu? Dört beş yaşında varmışım demek ki o zamanlar! Aklım erdiğine göre…
Babam sandığım babalığıma: “Bana üçtekerli bisiklet alıcan mı baba?” diye sorduğumda, her seferinde: “Alirum alirum! Pekle!..” derdi. Sevinç çığlıkları atarak: “Ne zaman? Hemen mi?” diye sorular yağdırmaya başlardım. “Paluk kavaa çiktuğinda…”
Neriman Hanım Teyze’nin bahçesindeki tulumbanın yanında diğerlerinden uzun, direk gibi bir ağaç vardı, annem sandığım analığıma: “Anne, burada kavak var mı? Hangi ağaç? Bana göstersene!” dediğimde uzaktan onu göstermişti: “Aha şurda pi tane vardur. Ne yapacağsun uşağim kavak aaçinu? Çok mu lazim saa!” diye de söylenmişti.
Hiç ses çıkarmamıştım. O günden sonra o ağacı gözetlemeye başlamıştım. Her yerine bakıyor, dalların arasında bir şey var mı, bir kıpırtı falan diye dikkatlice tarıyordum, tepeden tırnağa…
Babalığım balık alıyordu. Analığım bahçe betonunun kenarında bıçakla pullarını çıkarıyor, karnını yarıyor, içini temizliyor, sonra da tavada nar gibi kızartıyordu. Geniz yakan ağır bir yağ ve balık kokusu sarıyordu ortalığı. Ben hep onu seyrediyordum.
Balıkların kolları elleri ayakları yoktu. Suda yaşıyor, yüzüyorlardı. Kavağa nasıl çıkıyorlardı acaba? Ben hep babama aynı soruyu soruyordum. Değişik şekillerde, değişik zamanlarda… Eşref saatlerinde… “Baba!” “Ne var uşağim?” “Bana bisiklet alıcan mı?” “Alacağum tabii… Almaz olir miyum!” “Ne zaman?” “Paluk kavaa çiktuği zeman!”
Balık sıcak aylar boyunca hiç kavağa çıkmadı. Ben hep kavağın tepesine, dallarına, yapraklarına baktım ve bekledim. Hafif bir rüzgârda dahi bütün yaprakları sevinçle el çırpıyordu. Ben sevinemiyordum.
Hava soğudu. Fırtınalar esiyor, dalları birbirine giriyor, başını boynunu kıracakmış gibi eğiyordu. Dualar ediyordum, ona bir şey olmasın diye. Dışarıda kıyametler kopuyor, kavak rükûya varıyordu. Secdeye kapanacak diye aklım gidiyordu! Babalığım: “Paluk kavaa çiktuğinda…” diyordu. Kasırgada borada benim aklım gidiyordu!..
Balık hiç kavağa çıkmıyordu. Bir gün analığıma sordum. “Anne! Balık kavağa neden çıkmıyor?” “Paluk kavaa çikar mi be uşağim!” diye güldü. “Babam diyor.” “Ne diyor?” “Babam: “Balık kavağa çıktığında sana bisiklet alıcam!” diyor. Alıcak, biliyorum. Çünkü yemin bile ediyor. Bakıyorum, bekliyorum ama hiç çıkmıyor. Hem o nasıl çıkıcak? Elleri kolları, ayakları yok ki!” Umudumu kırmak istememiş olacak ki hemen çark etti: “Çikar çikar! Biri sepete koyar, takar oriya oni…”
Mahalle aralarında gezerek balık satanlar da onları sepetlere doldurarak ellerinde kollarında taşıyorlardı. Balıklar sepetlere konarak taşınırdı Bu defa kavakta asılı sepet aramaya başladım. İşim daha da kolaylaştı ama aradan geçen aylara bir o kadar ay daha eklendi. Balığın kavağa çıkması beklendi. Ne balık kavağa çıktı, ne de bisiklet geldi.
Bir yaş daha büyüdüğüm söyleniyordu. Çok sıcak günler yine geldi. Kollarım bacaklarım, boyum uzadı. O çocuk yine o bisiklete binmeye çalışıyordu. Biraz daha zorlanıyor ama yine de vazgeçmiyordu. Bana bisiklet daha küçükmüş gibi geldi.İki büyük, iki küçük tekerli olanlar tam bana göreydi.
Kavak ağacı umudumdu benim. Balık umudumdu. “Bir balık araklasam! Annem nerden bilecek benim aldığımı? Sepete koysam…” diye planlar kuruyordum. Sepeti oraya nasıl asacağımı düşünüyor, çareler arıyordum. Daha boyum oraya yetişebileceğim kadar uzun değildi. Mutfak tezgâhında, duvara dayalı olan kavanozlara bile yetişemiyordum. “Acaba sepeti başkası asar mı oraya? Yalvarsam yakarsam…” diye düşünüyor, işin içinden çıkamıyordum. Analığıma söylerler diye korkuyordum.
Üçtekerli bisikletten vazgeçtim. İki büyük, iki küçük tekerli bisikletle yatıp kalkıyordum! Gıcır gıcır, yepyeni… İlk ben dokunacağım! Gözüm gibi koruyacağım! Geceleri odama alacağım. Onunla uyuyacağım! Çünkü o benim en kıymetli en yeni, en güzel oyuncağım olacaktı ama olmadı. Olamadı maalesef!
Ben hiç vazgeçmiyordum arzumdan. Analığım alamazdı, biliyordum. Ben babalığımdan istiyordum. Ona ne diller döktüğümü analığım da duyuyordu. “Sabret be uşağim! Sabreden derviş muradina ermiş.” diyor, aklı sıra beni teselli ediyor, avutuyordu.
Derviş, bir çocuğun adı olmalıydı. Murat da öyle… Derviş Murat’a nasıl ermiş? Koşup yakalamış galiba. Ben böyle anlıyordum. Bazen de: “Sabrin soni selamettur!” diyordu.
Yolun, sonu oluyordu. Sabır da yol gibiydi demek ki. Yolun bittiği gibi o da bitecekti. Oradaki selamet neydi, nasıldı acaba? Ben selamet istemiyordum ki! Ben bisiklet istiyordum. Kırmızı bisiklet… İki tekerlekli… Arkadaşımınkinden daha büyük…
O beni hiç bindirtmiyordu. Elletmiyordu bile… Elime vuruyor: “Git be! Elleme!..” diyordu. Binip bisikletine çekip gidiyordu. Bazen de gidecek gibi yapıyor, evimizin önünde zorlana zorlana dönüp duruyor, yan yan da bana bakıp çalım satıyor, nispet yapıyordu. Benim içim gidiyordu!.. Ağzım açık izliyordum Ağzımın suyu akıyordu! İki tekerlisini hayal ediyordum.
“Sabirlen korik helva olir.” diyordu analığım. Ben helva istemiyordum ki! Bakkaldan arada sırada ondan alıyorlardı, yiyorduk. Ben onun tadını biliyordum. Bazen balık yedikten sonra, bazen de kahvaltıda falan yiyorduk. Taze ekmek arasında da ne güzel oluyordu! Komşumuzun annesi öldüğünde ekmek arasında hayır için dağıtmışlardı da bana da vermişlerdi. Ne kadar da tatlıydı! Analığımın verdiklerinden daha çok koymuşlardı helvasını! O zaman yemiştim helvanın hasını. Şapur şupur bitirdiydim. Üstüne bir tas da su içtiydim!
Bizim asmamız da vardı. Arsızca çardağımıza ağmıştı. Üstünde koruklar da vardı ama onlar hemen üzüm bile olmazlardı ki! Helva da üzümden olmuyordu. Benim istediğim hiç olmuyordu zaten!
Biz ailecek balık yemeden duramayan insanlardık. Babalığım iyi anlardı balıktan. Vaktiyle çok avlamış. Artık arada bir, arkadaş hatırına açılıyordu denize. En iyisini en tazesini en ucuza bulur alır, getirirdi iskeleden evimize.
Analığım her türlüsünü bilirdi, pişirirdi bize. Balık yedikten sonra da birer parça helva koyardı ekmeklerimize. “Paliğun üstüne iyi çider.” derdi. Onun derdi helvanın tadı, balığın lezzetiydi.
Ben helva istemiyordum ki! Balık da koruk da onların olsun! Ben bisiklet istiyordum.
Balığı kedinin ağzına versem, tırmanır mıydı acaba kavağa? Hemen oracıkta midesine indirirdi, nankör şey! En iyisi, kendisine söylemekti. Ele yalvaracağıma ona yalvarırdım.
Derdimi dediğimde analığım mekiklere daha hızlı asılmaya, bürümcük kumaşı daha hızlı dokumaya, şakşaklı tezgâhını daha çok şaklatmaya başladı. Kaşlarını kaldırarak bana kızgın kızgın baktı: “Delu misun sen! Neden koyacağiz paluği sepete de asacağiz kavaa? Neden piz yemeyeceğiz oni?”
O kadın, asıl anneme uzaktan akrabaymış. Sonradan öğrendim. Karadeniz kökenliymiş. Karadeniz ağzını da beraberinde getirmiş İstanbul’a ve hiç bırakmamış. Kocası da öyle konuşurdu. Halimi hiç görmüyor, derdimi hiç anlamıyordu!
İki tekerli kırmızı bisiklet kınalığını giymiş de gelmiş geline benziyordu. Gözlerimin önüne geldiğinde aklım başımdan gidiyordu!
Kırmızı bisiklet sana benziyordu. Uzaklardan göz kırpıyor, el salıyor ama hiç gelmiyordu. Gelseydi de bir kere bari dokunsaydım! Birazcık okşasaydım! Benim olduğunu bilseydim de keşke hep ambalajında kalsaydı.
“Benim de bisikletim var ki! Hem de kırmızı… Hem de iki tekerli… Seninkinden büyük… Yesyeni…” deseydim, o bana bisikletini hiç ama hiç vermeyen, elletmeyen çocuğa. Deseydim de kıskançlıktan çat çat çatlasaydı! Benim çatladığım gibi…
Gelseydin de öyle gelmeseydin! Gelmeseydin de benim en yakınım olduğunu bilseydim. Hiç konuşmasaydık! Değil öyle eskisi gibi, hiç! Bir yerlerde benim bir “Benim…” diyeceğim bir canım var bilseydim!
“Benim de canım var! Hem de o kadar güzel ve o kadar iyi biri ki!..” deseydim. Ne kim olduğunu söyleseydim ne de adını verseydim! O caddelerde sokaklarda, parklarda bahçelerde kol kola gezen mutlu çiftlere, birbirlerinin omuzlarına kollarını atan arkadaşlara imrenmeseydim!
Bir yerlerde “Benim…” dediğim biri olduğunu bilseydim de kıskançlıktan çatır çatır çatlamasaydım!
Yemeseydim kendi kendimi! Kahrolmasaydım!..
Mahvolmasaydım!..
Kıskanç”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 624
YORUMLAR
Geçmiş zamanlarda tv'de takip ettiğim diziler vardı, gününü sabırsızlıkla beklerdim.
Yazılarınızı bir dizinin devamı gibi takip ediyorum. Bazen bir çocuk saflığı, bazen Kapatan ve Necati arasında geçen diloglar ve çoğu zaman geçmişinizden tahmin ettiğim kesitler sunmaktasınız.
Bir gerçek var ki, edebi cümlelerle olaylara yeni bilgiler katarak anlaşılır bir üslupla anlatmaktasınız. Doğrusu, kaleminizin bu yönüne hayran olmamak elde değil.
Saygılarımla efendim...
Son bir kaç bölümdür sık tekrara düşülür oldu. Tek başına yazılar halinde başarılı sayılabilir yazılar devam yazısı olduğu düşünülünce vagon hissi veriyor. Ata sözleri ve çocuk masumluğu yazıya karakter olmuş. Hayır sıkılmadım okurken Fakat sayfayı açıp yazınızı gördüm ve çayı ocağa koyarken. Üç aşağı beş yukarı tahmin ettim yazıyı. Bu iyiye işaret değil.Ben kafamı yazılarınızla bozmadıysam, siz yazıyı bozuyorsunuz demektir.:)
Dilerim ne demeye çalıştığımı anlarsınız.
- Şuna bak ya ! Ben gecemi gündüzüme katıp bir şeyler üretiyorum. Teşekkür edeceğine sitem ediyor delimi dir, nedir ? Okuma kardeşim Allah Allah Deme hakkınız saklı olmak kaydı ile bunun bir hoşnutsuzluk olmadığını ekleyeyim. Bir araya getireceğiniz zaman zora düşürür bu tutum sizi. Orayı kes burayı kes Leylek kuşa döner sonra. Ki sizin yazılardan tek mısra çıkarılsa tüm yazının insicamı bozulur. Takdir sizin.
Hayırlı sabah ve Ömür. :)
Onur BİLGE
Dikkatli okurun gözünden kaçmaz. :) Teşekküeler... Sevgiler... :)
yeğinadnan
Hayırlı sabah ve Ömür.
Ve bilirim yazı kaybının ne menem şey olduğunu düşürdüğü duygu durumunu da.
Zaman zaman yazdıklarımı kaybetmeden giden elektirikler bunu bana çok yaşattılar.:)