Mayday! Mayday!
p.s: ’iki gözümün çiçeği’ Aynur Engindeniz’e...
bu yazı bizi nereye sürükleyecek, biz hangi fırtınadan kopup, hangi yıkıntıya tutunacağız? bilmiyorum Aynur...yazının bir giriş konusu ya da bir başlangıcı olsun derdinde değilim. hele şurda dursun, soluklanıp duraksayalım hiç değil! sadece bir akıntıya kapıldığımı farzet ve senin engindeniz’ine eninde sonunda kavuşacağımı...ya da bile isteye boğulacağımı o sularda...ama bil ki seve seve, isteye isteye geliyorum...canım, canımın içi! bi bilsen seni nasıl özlemişim!
en güzel pazara öykünüyor insan galiba. hafta arası günlerdeki koşuşturmacaların, ikircikli oyunların hiçbiri bugünde yok gibi sanki. bu bir yanılgı. geçici süreliğine dünyadan uzaklaşma hissi yalnız. derinleri kurcalamıyorum çünkü elimin değdiği yerde de gül bitmeyecek biliyorum. yağmur yağmaya görsün uzaktan bile gözüne çarpar hemen meraklı solucanların toprağı yarma çabaları. yeryüzünde kaideye alınacak ne kaldıysa artık. ama onlar daha iyi görüyor insanın göremediği felaketleri. burunları lağım kokularına hassas ve duyarlı. pusuda bekliyorlar halihazırda öyle. onlara buralardan gitme isteğimizin duyumlarını verecek olsak anında kemirip yok ederler bizi. ne var ki; insan bazen, bu başıbozuk zamanda yalnızca işine gelen şeyleri duyar ve görür. hatta bazen bi çocuk parkında tahterevallinin üstünde ruhunu öbür tarafa çoktan teslim ettiği hayaletiyle sallandığını düşünür ama farkında da değildir bir tarafının çoktaaan toprağa verildiğinin. uyumak ister o, annesi yanık bir ninni söylesin, masallar anlatsın. bu onu çok mutlu eder. gözü kulağı kapalıdır dünyaya. oysa farklı şeylerin düşleri de kurulabilir pekala. salıncaklı bi gökyüzü. penceresiz evler. kilitlemeye gerek bile duyulmayan kapılar. devlet güvencesinde bulunan bütün resmî kapılar buna dahil.
haliyle insan kendi evinde rahattır. dilini yutmuş kuzudur. öyle ki "meleklerle senli benli konuşur". ama bi yanı da hep çelişkidedir, güvensizdir. Allah korusun meee’lerse alıp götürürler yoksa. kendini duvarlara hapsetme ve zincirle tutma isteği hep bu kendini koruma, boyunduruk altına alma isteğinden doğmaktadır. bu göze hoş görünen feşmekãnlardan çıkabilirsek çok iyi aile terbiyesi almış eski alışkanlıklarımızı da bırakabiliriz belki...
p.s: yukarılarda martı sesleri var. buraya ilk geldiğim zamanlarda bazı yolların sonunda denizi göreceğimi hayal ederdim hep. böyle bir şeyin imkãnsız olduğunu bildiğim halde sırf bana o duyguyu yaşatıyor diye kilometrelerce yürüdüğümü hatırlıyorum. çünkü her seferinde küçük bir göl havzasının bile beklentilerimi karşılayacak boyutta oluşuyla o yola çıkıyordum ve o gücü de buluyordum ayaklarımda. sonunda havamı alıyordum ama olsun hayali bile güzeldi.
pazar günlerinin insanın içine derinlemesine işleyen bir tılsımı var ama yine de eskiden olduğu gibi tez canlı değil. hani bana ’hadi pılını-pırtını topla git şimdi!’ diyecek kuvveti barındırmıyor bünyesinde. cesaretden yoksun. ürkek ve alıngan. daha çok vücudunun ceset tarafına uzatıp duruyor ayaklarını. ’bana ilişme’ yanı ağır basıyor bugünde.
ama burnumun direğini sızlatan az yosun kokusu, martı sesleri ve o denizli yol hâlâ hiç değişmedi. bir adım uzağımda kaldı hepsi sanki. kopmadım hiç o hayalden. bir de bundan bir ay önce terkedilmiş çocuk parkındaki salıncakta yarım saat sallandım dersem yapayalnız bana inanın. karnımdaki karıncalanma hissini size nasıl anlatabilirim ki başka?
insanın böyle uzay boşluğuna benzer, arayıp da bulamadığı veya erişemeyeceği uzaklığa isteksizce uğurladığı, duygu ve dram yüklediği saatleri olur ya hani tam da öyle bir yerdeyim gülüm. burdan bakınca orda da artık hissiz ve donuk insanlardan inşaa edilmiş bir kapasiteyle bir ülke kurulabileceğinin ayırdına vardım. pazar günleri de işte böyle terk edilmiş şehirler gibidir. dinlendirmekten çok yıldırıyor. bu uçarı, vurdumduymaz uğultuya benzer gri sis gibi kadınların da incelip, koptuğu anlar vardır, sabırla anlaşılmayı, sarılmayı bekleyen. sarılmak fiilinin burda kalbi yumuşatan bi etkisi yok yalnız daha çok can yakan bi özelliğe sahip ve moleküllerindeki atom parçacıkları dokununca eritecek cinsten. çoğu kadının ömrünün yarısı bu ve buna benzer arzularının gerçekleşmesini beklemekle geçer. bekler...bekler...sabır taşına dönerken farkında bile olmaz duygularının tırtıklı bir duvar yüzeyinde zımparalandığının, kaygan ve dümdüz oluncaya dek. şimdi sarılma güdüsünü yitirmiş kollarıma bakıyorum, birbirinden bağımsız hayat süren, venüs ve neptün kadar birbirine uzak düşen ve uzanamayan şu kıvrımlarına...iki koldan hazlarım sarılmışken bu eylemi uzaktan seyrediyor oluşum da ayrı bir komedi...
söylesene Aynur, askıda duygusunu yitirmiş bir palto görünce niye ona sarılasım gelir? onu sarıp sarmalayasım, koklayasım, ona sığınasım! paltonun bende bıraktığı tılsımı-sırrı nedir diye sorarken Gogol’un paltosu geliyor aklıma. oldum olası hep bir paltoya sarılma isteği bende uyanmıştır. canlı olması veya bir canlının onu üstünde taşıması gerekmiyor. üşüyen ve unutulan yerlerimi bir paltoya sarıp örtebilirim. senelerdir hayalini kurduğum siyah bir palto vardı ve diktirmiştim sonunda Rıfat ustaya. belki de genç yaşta çalışmış olmanın en güzel tarafı o paltoydu bu zamana kadar. üç dört sene giydim simsiyah o karalar bağlamış paltoyu. yerleri süpürüyordu nerdeyse ve içinde kayboluyordum elli kiloyla. paltonun kendisi benden daha ağırdı desem abartmış olmam. sonunda ayrılmak zorunda kaldık, herkes taşıyamaz bir paltoyu...hele ki böyle bir paltoyu...onu taşıyabilecek sağlam kemik de lazım vücuda. bana üfleseler uçar giderdim ama paltom beni ayakta dimdik tutabiliyordu işte. saçmaladığımın farkındayım ama sormak istiyorum yine de bana sarılır mısın? sen ya da o...bunu gökyüzüne, yıldızlara, şimdi dışarda yağan yağmura ve hatta evrendeki boşluğa da soruyorum: bana sarılır mısınız? insan da insana sarılır elbette ama benim kemiklerim bana yeterince batıyor zaten. başka bir omurgalının kemiklerini de incitmek istemiyorum. ama geçenlerde gorilleri gösteriyorlardı televizyonda onlara da sarılmayı o kadar çok istedim ki...sarılmak isteğiyle böylesine doluyken kimseye sarılamamak ne acı! ne menem şeydir!
o flu kareye İsmail abiyi de yerleştirmek geliyor içimden ve diyorum ki "İsmail abi izin ver de sana sarılim be abi?...sonra Erdal bakkala ve Gülce’ye...boş hayallerimin yeri neden dolmuyor bi türlü? neden tutkularımdan geriye kalan koca bir hiç!..’n’oldu? neyin var?’ -hiççç!...bu hiç giderek büyüdü farkında mısın? misliyle çoğalıp giderek aramıza girdi Aynur...en güzel eli kim sallıyor peki biliyor musun? bana sorarsan İsmail abi...ben hayatımda denize böyle güzel el sallayan bir adam daha önce hiç görmedim. onu öyle görünce herkese el sallamak geliyor içimden. bak görüyosun bi İsmail abi kadar olamıyoruz! mayday! mayday! beni duyuyor musunuz?
alo! aloooo! orda mısınız?
telefon çalıyordu. gãvurların piyasaya sürüşünden bilmem kaç yıl sonra eve nihayet bağlanan bi kablonun ucundan bu ince, kalın seslerin bana ta uzaklardan ulaşabildiğine bi türlü akıl sır erdiremiyordum. her gün aynanın karşısına geçip nezaket kurallarını zorlayarak prova yapıyordum. abimler ’gerekmedikçe çıkma telefona sen’ diye talimat verip evden çıkıyorlardı. ilk bir haftada pek yoğunluk olmadı. (bu arada gerçekten ev telefonu çalıyor:) yol ve sıra arkadaşım olan Dilo’ya bile numarayı vermiştim. her gün gördüğüm ve saatlerce konuştuğum kıza ’Dilo arada bi ara da test edelim şu mereti kız!’ demiştim..o da sağolsun beni kırmayıp arıyordu her gün..
bir gün durduk yere yine böyle telefon çaldı. Dilo’dur dedim heyecan yapmadım tabi rahatım. ilk zamanlardaki görüşmelerde zaten aile içinden pek dışarı çıkamadığımız ve dışarıya pek açılamadığımız için panik yapacak olağanüstü bi durum da olmuyordu genelde. ’alooo!’ dedim ’buyrun kimi aramıştınız?’ baktım yabancı bi erkek sesi tanımıyorum. içimden yanlış aradı heralde diye geçirirken yavaş yavaş epilepsi krizlerine girdiğimi farkettim bu arada. ne kadar çaktırmasam da titrek sesim kendini ele veriyor namussuz. abim olabilir mi acaba?.o da bazen işletmeye çalışıyor, aklınca beni test ediyor uyuz! -çok affedersiniz- ama yediremiyor.
yok bu kesinlikle abim olamaz. çok kibar konuşuyor çünkü karşımdaki:)
"ben ali nazik.. erdal beyle görüşecektim, kendisi evde mi acaba?"
-abim evde değil şu an işte kendisi..akşam yedi gibi evde olur eğer o saatlerde ararsanız...
"ha siz kızkardeşi misiniz? erdal sizden hep bahsederdi"
-evet.. ( abim hangi anımızı anlatmış olabilir ki bu kibar feyzo’ya çok merak ediyorum haliyle:)
"ben okuldan arkadaşıyım ne zamandır görüşmemiştik kendisine ulaşabileceğim bi numarayı verirseniz sevinirim."
bu çenesi düşük arkadaş araya bazı karnıbaharlı diyaloglar daha sıkıştırdıktan sonra damdan düşer gibi peşine de küt bi numara isteyince benden panik yaptım. bizim sadece bi numaramız var kardeşim ne başka numarası?..abimin de bildiğim kadarıyla bi numarası var sadece..o da bu evin numarası..onu bile zar zor ezberlemişim zaten kolay mı?..yedi haneli sayıdan bahsediyoruz burda:) biz sosyete takımı falan değiliz ki arkadaş cebimizde birkaç numarayla dolaşalım..daha o uzaylı çağa ulaşmamışız henüz..bizde o lüks ne gezer?..okula bile hãlã yayan gidip geliyoruz..bu ağamız da bi numarayı beğenmemiş kalkmış bir de utanmadan ikinci numarayı istiyor benden..vay namussuz! vay şerefsiz!:)
tabi ben o heyecanla ezbere bi numara söyledim. aklımda iki numara biliyorum zaten..biri yine bizim telefon, öteki de dilo’ların..zaten biran önce de bu geveze heriften kurtulmak istiyorum..vır vır vır başımın etini yedi hıyar!..
tabi alışılageldik hoş beş sohbetten sonra ’tanıştığımıza memnun oldum’.. -ben de ..’hoşçakalın!’
-hoşçakalın!- sözleriyle ahizeyi kapattım. kapatır kapatmaz kaynar sular başımdan aşağı döküldü ’eyvah!’ dedim ’ayvayı yedim!’..evin içinde dört dönüyorum resmen napıcam napıcam diye. bu kazma şimdi yine arayacak (evet kabul ediyorum malın önde gideniyim de bu keriz farketmiyor mu hiç peki aynı numarayı kağıda not ederken?)..olan oldu bi eşşeklik ettik abi özür dileriz icabında yani...de mi? söyle gitsin işte ne var?
aklımda suçumu hafifletecek bahaneler aramama bile fırsat vermedi bu Ali nazik bey..yemedi içmedi hemen peşine aradı o dakika..oğlum abim kaçmıyor bi yere ya..adamın işi gücü var, akşama da arar konuşurdunuz rahat rahat ya..ne uyuz adamsın!.bi dur ya! bi nefes alalım!.
telefon zırt pırt çalıyor..çalsın! açmicam lan!.sinirlerim tepemde bak valla kalbini kırarım Ali nazik!
yok pes etmiyor hırbo! illa ki birileriyle konuşacak! telefonun susacağı da yok açıyorum tabi..o an yer yarılsa da içine girsem diyorum bi ter basmış beni göreceksin...
"alo iyi günler!’
-iyi günler (ben de sesimi inceltiyorum burda biraz..sekreterlik rolü mü yapsam acaba diye de düşünmek için kısa bi ara veriyorum )
’erdal beyle görüşecektim’ (erdal kadar taş düşsün kafana emi! bi rahatlık vermedin lan! iyi bari beni tanımadı keriz)
-ııhh şey.. nasıl desem yani?.siz yine aynı kişiyle görüşüyorsunuz ali nazik bey:)
"anlamadım nasıl ? meral hanım??"
- evet benim..meraba tekrar..
’ıııhh..şey..ıııhh şey...ıııhh"
baktım bunun ıhlaması hiç durmuyor araya girip şifonu çektim hemen..ıkına ıkına dokuz doğuracak yoksa..buna noluyorsa artık..
-çok özür dilerim benim hatam..abimin bildiğim başka bi numarası da olmadığı için ezbere yine bizim evin numarasını vermişim size..
"Aaaa ne demek ben özür dilerim farketmem gerekirdi..benim hatam olur böyle şeyler!"
(lan nerden senin hatan oluyor benim hatam işte..ne söyleyeceksen yüzüme söyle karı gibi kıvırtma daa işte..işimiz var sizinle..akşama daha abime hesap vericam)
akşam oluyor abim geliyor..gelecek tabi nereye gidecek?..bir sürü tantana..’sana telefon yasağı koyuyorum bundan böyle kesinlikle ahizeyi kaldırıp yerinden oynatmayacaksın!’ diye kesin bir talimat veriyor..haydaaa al işte..işin yoksa bir de bununla uğraş dur..bi diktatörümüz eksikti tam oldu!..
-üstüne para verseniz de bakmam zaten! sekreteriniz miyim lan sizin! (o -lan’ı çıkarın aradan öyle okuyun)..derken böyle uzuyor mevzu..akşama ali nazik beyimiz arıyor tekrar..bu nasıl bir arkadaşsa kendi o güne kadar piyasada hiç yoktu..ne hikmetse adı da hiç düşmedi o gün dilimizden)
bana mütevazilik sergileyip, kibarlıktan kırılan adam artık ne söylüyorsa o taraftan abime, abim de dönüp bu taraftan ’sensin salak oğlum..aynı numarayı yazıyorsun, çeviriyorsun hiç mi jetonun düşmüyor yani?’ deyince salak yerine konduğumu da bi güzel anlamış oluyorum..eee ne bekliyordunuz ki meral hanımcım?..
...
sessizlik yine ağır ağır çöktü. karanlık bir sis perdesi duvarın ardındaki. sesler yuvarlandı. kapılar örtüldü sıkı sıkı. bir taş kılı kırk yararcasına yerinden oynadı. yıkılmaya yüz tutmuş duvarlar direndi gururla. bir kadın boğuk bir çırpıntıyı kalbine gömdü yine sessiz. ne bir serzeniş, ne bir kımıltı, ne de sırnaşık bir duygu bıraktı geriye. kalbinin en köhne yerinden bir hüzün geçiyor gibi oldu, o şarkıyı dinlerken. sonra dedi ki: dilini bile anlamadığım bu sözlerin altında neden acı çekiyorum böyle...
"birileri ona ölmedin! diyordu" duygularıyla d.övünürken. müzahir bir yarın olsaydı belki dedi belki yalnızlığım yanındaki şu yastıkta mışıl mışıl uyurdu kendine. hayat işte! hesaplı ve cömert olsaydı zaten etliye sütlüye karışmadan gül gibi geçinir giderdi bizimle. hezimete uğramış hissini veren yine de hakkına razı gelen bu saatlerden de ne beklenir ki?
canım...canımın yarısı! git kendimi bul getir bana. no frost kadına dönüşmeden. ama "kalbiniz sizden daha soğuk" dedi yaşlı ve emektãr bir duvar. boşa kürek çekmiş bir günün daha kuyusunu kazarken.
karanlık...her yer karanlık Aynur! öyle katıksız ve açıkyürekli, öyle cesur ki ve her şeyle yüzleşebilecek kapasitede. ’her aydınlıkta bir gölgenin olduğu’ gibi insanın da içinde karanlık bir bulutu vardır illa ki. deliliği, zıtlığı tutan hatta bazen şeytana bile pabucunu ters giydirecek nitelikte olan. ama çoğunluk hele ki gündüzleri içindeki seslere kulak asmaz pek, muhatap olmaz çünkü kendini ele vermekten korkar. aydınlığa gündüz bakınca bir tarafının maskeli ve yalanlarla örtülmüş, perdelenmiş sinsi bi tarafı varmış gibi geliyor gözüme. biraz ürkütücü biraz da mide bulandıran bu görüntüyü biz onlara giydirdik, yoksa aydınlığı ve karanlığı birbirine düşman eden beyaz ve siyahın bir suçu yok. içimizdeki bu boş devinim hergün katlanıp çoğalırken; bir tarafımızın teslimkãr, yenik ve zayıf oluşuna karşılık diğer parçamızın dikbaşlı ve asi oluşuna şaşkınlıkla bakıyorum. karanlık! her şeyi içinde esir tutan h.içsellik! insan bazen düşündükçe gerçekten kafayı üşetecek gibi oluyor. toplum bireylerinin gitgide birbirlerinden kopup hayattan ve gerçeklerden uzaklaşması, kendi yarattıkları iç dünyasında kendileriyle hesaplaşması ve sorularına bazen de mantıklı cevaplar bulamaması; iyice her şeyin çığırından çıkmasına ve zor bela ayakta tutulmaya çalışılan bir takım dengelerin de alt üst olmasına yetebiliyor. nasıl ki düşünceyi harekete geçirmek için bir kıvılcım gerekiyorsa bazen, bu yeri sallantılı bozuk döngüde de delirmek için bir söz yetebiliyor insana bazen. gel gör ki insanın uyuşuk bedeni anca kendi kalabalığına, kendi gürültüsüne odaklanır. bense bütün siyah tonları giyinmişim. günden güne vurgusunu yitiren sesim ve kimsesizliğimle bu dünyayı sırtımda taşıyorum sanki. yanlış hatırlamıyorsam çocukken dünya daha güzel bir yer miydi neydi, öyle aklımda kalmış. şimdi içini dolduramadığım boşluğumla kafa kafaya gidiyor dünya. konuşmaksa dilimin yuvasında yine aynı zehir. aynı uçurum aşkı. sen şimdi bana desen ki ’Gule uyan! orda sabahtır!’ karanlığı içime gömer koşa koşa gelirim yanına...
p.s: bu sabah uyandım anneme gitmek istedim Aynur, işe falan değil. annemin sıcacık bi dokunuşu olsun. sıcak çorbası sofrada. ama ben ayranlı çorbayı mercimek çorbasından daha çok severim. ocağın dumanı tütsün, babam da çay demlesin ben onları doya doya seyredim.sanki kaç bin kilometrelik asfaltlı yolların taşlarını boğazıma tek tek dizmişler yutkunamıyorum Aynur. çift battaniyeye sarılıp uyumak istiyorum. en iyisi uyumak...gözlerim düşüyor hem uykum var hem de boynumun altında taş kesilen bu yastık...
p.s: binadan biri taşınıyor...merdiven boşluklarına gürültülerini-sesini asıp giden insanlar...birkaç güne kalmaz matkapla delinecek duvarların kayıtsızlığına ya da kendi çöküşümüze-çürümemize benzer duygulara tanıklık edeceğiz muhtemelen...şimdi de biri çaldığı ıslıkla sessizliğimi bölmeye çalışıyor...çıkardıkları gürültüye bakılırsa yere sağlam basanlardan olmalılar...sırtında kim bilir kaç kilo ağırlık...kuş tüyü hafifliğini kim kaybetmiş ki biz de bulalım...beni oturduğum yerden şimdi bir vinç gelse kaldıramaz örneğin...o derece çakılmış vaziyetteyim...öyle bir ağırlık...boş vermişlik...sorma gitsin...
Sartre’nin ’bulantı’sını aratmayacak derecede bi ruh hali...insanın gözle görülür bir varlıkla değil de; böyle kendi iç sesini karşı sandalyeye oturtup konuşması ya da boğum boğum can çekişip inlemesi ve o sesi, gürültüyü sonra kökünden budamasına ne demeli peki...yazarın burda birkaç virajlı yoldan sonra trampole yuvarlandığını görüyoruz...
...
eskiden Üsküdar’a doğru minibüs-otobüsle giderken bir mezarlık gelirdi hep...( evet tam yazmaya başladım matkap sesleri yükselmeye başladı aşağıdan...) O mezarlığın yola bakan cephesindeki sıralı bütün mermerlerin üstündeki isimleri içimden tekrar ederdim...bir de doğum ve ölüm tarihlerini hesaplayıp ’yazık daha çok gençmiş’ dediklerim de olurdu (şimdi de çekiçle duvara bi şeyler çakılıyor...bir matkabın hakkından gelemediğini tahta bi çekice hercules pazılarıyla sarılıp duvarı halt etme isteğini uyandıran duygulara hakimim şu an:)
aslında araya böyle gereksiz şeyleri doldurup yine gereksiz bulduğum cenaze merasimlerini öne sarma derdindeyimdir belki...en son iki günlük İstanbul gezimde Sarıgazi’deki aile mezarlığını ziyaret ettik annemle...seneler sonra o eski alışkanlığımı üstümden atamadığımı farkettim...yine isimlere gözüm takıldı...bir aile fertlerinden altı- yedi kişinin yan yana çarpık pozisyonlarda -yer darlığından ötürü olsa gerek- soğuk mermerlerin örttüğü, çiçeklerin solduğu; güneşin ve oksijenin topraktan öteye geçemediği ince bir çizgiyle yeryüzünden ve bizden ayrıldıkları o kireçli topraklar...
sanırsın ki Yusuf hãlã orda yirmi yaşında. yine öyle durgun, öyle mazlum. yine öyle başı öne eğik, eli- kolu- dili bağlı...yanındaki babaannem ise seksenin üstünde vardır şimdi...bir kişilik daha yer kalmış orda...onu da zaten amcam satın almış...öleceği günü bekliyor... tövbe tövbe!..oysa onların aralarında uzanmayı en çok ben isterdim...sevdiğim iki güzel insan...neden bana sorulmuyor¿..evet törenlerden, merasimlerden hoşlanmam...sadece ölüm yıldönümlerinde veya bayramdan bayrama hatırlanmış olmak en son isteyeceğim şey...ama toprağı şimdiden neden işgal ediyorsunuz?..hem sonra ölünce beni ne yapacaksınız?..organlarımı zaten bağışlamayı düşünüyorum...yarı vücudumu örtecek bir karış toprağa da boşu boşuna bi ton para ödeyeceksiniz...mantık işi mi yani?..
Talat on beş yaşındaydı...Bayram da on sekiz...büyük ihtimalle ailesini bir dahaki bayramda görecek ve harçlık yerine bi fatiha ile gönlü hoş tutulacaktı...
annem ’hadi meral hepsinin hayrına bi fatiha oku! biraz da su dök!’ dedi...gelenek ve adetlerini yine elime yüzüme bulaştıracaklardı...öyle de oldu...içimden dedim ’boşver!..yusuf da severdi dua okumayı!’...
elimizde avucumuzda sadece bir şişe su ile, bir de dişlerimin arasında mermerden mermere ıslatıp durduğum fatiha süresi vardı...oysa ben sana gülüm neler neler anlatacaktım...hepsi içimdeki mezara isimsiz kazıldı...
...
bir takım uğultular var kafamda...isimsiz-cisimsiz...elle tutulamayan...bi şekle bürünemeden bi bulut parçası gibi çabucak dağılan bi duman kitlesi...evet belki böyle açıklayabilirim bu kusurumu...tıpkı ’ben’ pozisyonundayken durduk yere ’biz’i düşünüp izaya getirmeye çalıştığım cümleleri bi çatı altında topladığım gibi...teorikte bu düşünce aktifken, pratikte haddinden fazla pasif duruyor oysa... ’yok istemem kalsın’ derseniz anlarım sizi arkadaşlar...
aslında buraya gelirken bunları yazma gücümün çok çook uzağındaydım...bi köprünün adı geçti ve ben atlamaya müsait mi değil mi ona bakmaya geldim...ilginç ama bunu düşünmedim demek bu yazıya ihanet olur...
evet doğaya açısı, manzarası gayet güzel...atlamadan önce yanınıza bi kurşun kalemle -hem havaya çabuk uçar onlar hem de notunuz gideceği yere daha erken ulaşır...yoo hayır yalan söyledim...okunmadan silinsin istiyorum her şey!- koparımlık o küçük not kağıtlarından alın ve titreyen diliniz ve ellerinizle üstüne; bizden ayrılmadan önceki son isteklerinizin ve gerçekleştirmeye fırsat bulamadığınız düşlerinizin bi listesini çıkarın...noktasız ve virgülsüz...cümle yapısı eylemden ve yüklemden yoksun olan...altı üstü, havaya kuru sıkılan bi cümleden ibaret...oysa en güzel ya avcunun içinde sıkılır bi cümle ya da otuz iki dişinin arasında hezimete uğrar...biz hayata zaten ordan bir sıfır yenik başlarız...evet yanlış duymadınız...yine biz mösyö...hep bu bizin başının altından çıkıyor içi kuru boş hayaller...
düşünmeye zorlayan bir tutum sergiliyor tepemdeki bulutlar...oysa Roquentin gibi aynanın karşısına geçmiş ve "duvarda beyaz bir delik var...ayna bu...bir tuzak...bu tuzağa düşeceğim, biliyorum...düştüm işte...aynada gri bir şey beliriyor...yaklaşıp bakıyorum, kurtaramıyorum kendimi." derken saçlarımdaki bitleri ayıklıyordum o sıra..."gördüğüm bu yüzden, hiçbir şey anlamıyorum...başkalarının yüzleri bir anlam taşıyor...benimki öyle değil." dedi ve çekti gitti sonra...halası Bigeois küçükken ona şöyle dermiş: "uzun zaman aynaya bakarsan, orada bir maymun görürsün."
evet şu sinsi aynanın karşısına geçip size sayfalar dolusu kalabalık cümleler kurabilirim...ama o zaman bi maymun değil, sahasını tehlikede sanan vahşi bir gorile dönüşebilirim...oysa gorilleri ne çok, ne çooook severim mösyö...
uçmaya müsait bi yerde beni indirin...
...
bazen karanlık uzun bir tünelde aydınlığa hiç kavuşamayacağını düşünür insan...oysa göz açıp kapayana dek çabuk katedilir o mesafe...inanma açlığı zaman zaman kıvrandığımız durum...genelde insan kafasının içinde iki kişiyle sürekli didişme halindedir...iki ters düşünce veya iki ayrı yola sapıldığında...biri seslenir: beni takip et!..diğeri yakasından çekiştirir hayır ona uyma! benimle geleceksin!..aslında bu emir kipleri uykudayken bile aktiftir kulağını tırmalayıp dururlar...biri yap! diye diretirken öteki yoluna mayınlar döşemektetir...akla şu soru geliyor bazen: korktuğun için mi yoksa inandığın için mi ibadet ediyorsun...sevap işlemek için mi yoksa günahlarından arınmak için mi?..hangisi?..
eskiden hatırlıyorum mesela deli gibi Tanrı’yı arıyordum her yerde...o kadar çok şekil resim çiziyordum ki kafamda...oysa ta baştan ’hiçbiri’ne çıkan bir levha asılıydı karşımda..."onun eşi benzeri yoktur tektir!..cinsiyeti yoktur...onu nasıl hayal edersen et hiçbiri değildir v.s...açıkçası çocukluktan bilinçaltımıza böyle yerleştirilmesi beni ondan daha çok uzaklaştırdı zamanla sanki...çünkü onu düşündüğüm yerde cümlelerin sonu hep aynı noktayla sonlanıyordu...öyle düşünme sakın günahtır!..yine burdada geri adım atma-çekilme söz konusu...peki burdan da şunu çıkartabilir miyiz?..sana söyleneni yap! nedenini-niçinini sorma! O’na sadece inan!..
ama içimde onu ayrı tuttuğum bi sığınak var, ona ordan sesleniyorum...ona orda tapıyorum...ne bi camide olmam gerekiyor ne de seccadenin üstünde...bazen duayla bazen isyanla bazen de sadece dertleşmek ve rahatlamak için...beni duyuyor mu bilmiyorum...bazen de bi işaret gönder diyorum...geçenlerde neydi hatırlamıyorum ama çok sevindiğim bişeydi ve ne dedim biliyor musun ’sen burdasın işte beni duydun...beni yalnız bırakmadığın için sana çok ama çok teşekkür ederim ya Hızır!’...bazen de onu böyle çağırıyorum...tanrı ile kul arasında geçen bir diyalogda hangi adla, hangi dille seslenmemin bi önemi var mı? ..tıpkı adının baş harfini küçük yazınca da küçülemeyeceği gibi...dedim ya...dar uzun patikalı yollar bunlar...yalın ayak dolaşmalı ya da üryan...
...
yine haleti ruhiyesi bozuk bir akşam...beş on cent ufak para gibi harcıyorum ruhumu parça parça...her gün aynı saate kurulu rakamların birbiriyle çiftleşecek oluşları sinirime dokunuyor...onların mahremlerini örtmek için mi yoksa üstü açık kalmış müstehcen yerlerine denk gelmemek için mi bilmiyorum günleri her gün beş on dakika geriye sarıyorum...aramızdaki mesafe gitgide artıyor...hep aynı saçma sapan şeyler oluyor...katran karası saçlarım lanet olası zifiri karanlığın köşeye kıstırılmış dar bir sokağında; ziftli yolun laçkalaşmış cıvık yüzüyle oynaşıp duruyor...annem ise yine sızlanıp duruyor...babamınsa sadece gölgesi asılı rutubetli duvarda...muhtelif organik sayılabilecek hiçbir sağlam organım yok ama ısrarla kanlı yerlere organ nakli derdindeyim...şahsen hiçbiriyle bi kan bağım yok ama bu; bi yerlerimde tembel tembel pıhtılaşıp tıkanan kanın damardan şırıngayla çekilmemesi anlamına da gelmiyor. sadece iki parlak yüzünün bileylenmeden masaya konduğu kör sakat bir bıçakla da ucundan derime ufak bi çizik atsalar da razıyım. nedense rahatlayacakmışım gibi yoğun bi his var içimde...
kilisenin pazar günkü ayinini andıran alarm uzun uzadıya çalıyor...aynı rakamlarla birbirimizi selamlıyoruz her sabah...yastığın çiçekli desenlerini yüzümde bulmak için aynada kendimi inceliyorum dakikalarca...ne gelen olacak ne giden...dümdüz bi havalimanı görüntüsünü veren göğüslerimde bütün gün kaç uçak inip kalkıyor kaç insan tepiniyor üstünde bilmiyorum...farkında değilim gözlerimi o kalabalıkta düşürmüş olmalıyım...şimdi kimin elini kavrayacağım merak konusu...ama siz yine de büzüşmüş yüz hatlarımda rahatlıkla buz pateni yapabilirsiniz...bi sakıncası yok...hem bütçenize daha uygun...zaten derin dondurucular haddinden fazla insanla dolu...bazıları kabullenip ruhunu teslim etmek istemiyor yukarıya o kadar...gökyüzü deseniz sürekli meşgul...hatları düşürmek, etrafı ağaçlarla-çiçeklerle kaplı geniş ve ferah bi mezarı cennette kendine ayırmak kadar zor...bu tür hacetler için de önceden randevu almak gerekiyormuş zaten...şimdi yaşlı neneler dedeler elindeki bastona güvenip önleri zorlayacaklar ama nafile...sağ açıkta yeterince boşluk vardı oysa görmediler şanslarına tükürsünler...onun dışında olağanüstü bi hal- durum yok aşağıda...
bi otobüs tıka basa kalkmaya and içmiş gibi yine insanları üst üste bindiriyor...sapıklar artış gösterirken genç bir kız kendine taciz eden adamı sıcağı sıcağına cebinden gizli kameraya çekip sosyal ağlarda aşağılık herifi deşifre ediyor...başka bi yerde bi tren ağır aksak rayların üstünde sürtüyor...saçlarımı arkadan topuz yapmışım bu sefer...aralarındaki kırıklıklar daha iyi ört- bas ediliyor böylece...ama aramızdaki uçurum sema moritz’in hasret şarkısındaki gibi gergin ve ateşli...
"yeryüzünün lanetlileri" arasında olmaya devam ediyorum... bazen de Alice gibi dünleri olmayan günlere mahkûmum...
...
alarmı kurdum...sabah aynadaki yüzümde rötarlı yolcuları geçireceğim yine...kapıda gülenç Hans’ımla karşılaşacağım...bana selam verecek...ayak üstü iki üç cümlenin hatrını soracağız...
p.s: biz taşındık Aynur...içi dışı korkuyla törpülenmiş yıkık, dökük o virane evde değiliz artık. Hans’ı maalesef göremiyorum...herkes gibi eski bir taş binadan çıkıp, başka bir taş binaya taşındık..karşı kolonlarla konuşuyorum bazen...laf aramızda onların da ağzı sıkı ve sırdaş...daha ne istiyim ki...
ama sen yoksun gülüm...gülen nazım...seni o kadar özledim ki...
YORUMLAR
oysa ben sana gülüm neler neler anlatacaktım...hepsi içimdeki mezara isimsiz kazıldı...
Genç ölüm düştü aklıma henüz bir küçüğümü yeni kaybetmişken... ecel hak vakti de vuku anıdır saddak.
Ama biz yaşama yükünü sırtlarken erken gitmelerin bize dediği ne ? Ben niye acırım yarım kaldı diye ... yazı bitti ama aklım yusufta kaldı. İçine kazıdığın yazılarda...
Gule
güzel ziyaretiniz için teşekkürler...
Bi sarılasım geldi, yazıya ve sözcüklerine. Samimi yüreğine. İnsanın saatlerce dinleyesi geliyor. İçtenlik hemen fark ediliyor. İçtenliğin içi; özlem dolu...
Sevgiler bıraktım şuraya
Geçerken alırsın...
Gule
şimdi sen öyle deyince biraz rahatladım:)
çok ama çoook teşekkür ederim can...çokça sevgiler yolluyorum...yürektesin her zaman...
Toplanıp kafaları çekelim bi gün:) Ben maalesef içemiyorum tabii ama, kafam yirmidört saat içmiş gibi çalışır. Geçen yine rüyamda, tenha bir yoldayım. Sokak lambalarının aydınlığı filan da yok, kendimden aydınlatmalıyım. Bir ara başımı çevirip bakıyorum. Peşimde eski püskü giysili hatunun biri. Çekingen yaklaşıyor. Bekliyorum. Derdini soruyorum. Bu usul usul gelip bana sürtünmeye başlıyor. Noluyor ya demeye kalmıyor. İşin sırrını anlıyorum. Bildiğin kimyasal şaşkınlık. Bedenim kendini antibakteriyele çevirmiş.
Hörmetler diyelim.
Gule
sen çok yaşa emi:))
sevgiler...
Gule
sevgilerimle canım yürektesin...
Gule
teşekkürler seni gördüğüme sevindim...