- 618 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ayak sesleri
Bir kadın sevdim, ona duyduğum bilindik bir sevgi değildi. Sanki yıllarca aradığım, yıllarca beklediğim oymuş gibi karşıladım yüreğime gelişini.
Hiçbir şey beklemedim ondan, sadece sevdim. Beklentisiz, çıkarsız, umarsız ve ölçüsüz bir sevgi ile sevdim.
Mutlu etmekti amacım onu, o mutlu oldukça ben de mutlu olacaktım, o güldükçe ben de gülecektim.
Mutlu da ettim, çocuk tadında gülüşlerine şahit olduğum zamanlar da oldu, acısına acı, derdine dert eklediğim zamanlar da oldu.
Hiç pes etmedim onu sevmekten, onu mutlu etmek için uğraşlar vermekten. O hangi filmi severse o filmi sevdim, hangi kitabı okursa o kitabı okudum. Onunla aynı şeyi yapıyor olmak bile mutlu eder diye düşündüm.
Değiştim onunla, hayata bakış açım farklılaştı, insanlara bakışım farklılaştı, her şey güzel gidiyordu. Öyle ki, uyanır uyanmaz aklımda yaşamaktan önce o yer edinmişti.
Sonra gitti bir gece. Öyle veda falan da etmedi giderken, sevmezdim bilirdi vedalaşmaları. Ansızın bir gece yarısı, hayallerimi, umutlarımı ve beni karanlığa itip ardına bile bakmadan gitti.
Çok üzülmüştüm, öyle çok ki, benden biraz daha uzaklaştıran her adımında daha çok yanmıştı canım.
Karanlıktı gece, bilindik bir karanlıkta değildi bu, ne ay ne de bir tane bile yıldız yoktu. Ya da vardı hiçbiri benim için değildi.
Buğulanmış camın ardından karanlıkta kaybolana kadar izledim onu, sonra kayboldu, tıpkı bilindik olmayan bu karanlığın birkaç saat sonra doğacak güneş ile kaybolması gibi.
Oturup bir köşede tek kelime etmeden saatlerce sustum.
Art arda yaktım sigaraları ve her nefeste daha çok çektim dumanını içime, izmaritlerini bastım sebepsizce giden sevgilinin resimlerde kalan yüreğine.
Haykırışlarımı, sitemlerimi avaz avaz suskunluklarımla geçiştirdim, ya da geçiştirmeye çalıştım.
Güneş tepeden doğuyor ve yağmur da dinmişti. Camın buğusuna son kez yazdım adını.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu, ilk zamanlarda zor gelen bu gidişe alışmış mıydım? Alışmış gibi mi davranıyordum? Bilmiyordum.
Onu soranlar oluyor ve her soruyu duymamazlıktan geliyordum. Gitti demeye dilim varmıyor, gitti demeyi yüreğim kaldırmıyordu. Her sorduklarında ise o geceyi tekrar yaşıyordum, tek fark her zaman yağmurun yağmıyor olmayışıydı.
Bir günün akşam saatlerinde, onunla karşılaştığımız sahilde martılara simit atarken duydum ayak seslerini, o kadar bilindik bir sesti ki bu, unutmak mümkün değildi. Gittiği geceye ait ayaklar ve ayakkabılardı bu. Emindim.
Dönüp bakmaya cesaretim yoktu, bakmadım, ayak sesleri her adımda daha yakından geliyor ve her adımı içimde heyecan fırtınası oluşturuyordu. Tıpkı hırçın mavi Karadeniz’in dalgalarla coşması gibiydi.
Merhaba dedi, üzgün ve yorgun bir ses tonu vardı.
Ne oldu?
Bir şey mi oldu?
Neden yorgun sesin?
Neden üzgün sesin?
Gülüşünün ardında yatan bu keder neyin nesi?
Neden nemli gözlerin?
Neden üşüyorsun? Demek istemedim de değil.
Gittiği geceden o güne kadar zorunlu olmadıkça konuşmuyor, hatta bildiğim tüm kelimeleri de unutuyordum. Farkındaydım, günden güne kelimeler gibi ben de bitiyordum.
Sustum, merhaba dercesine başımı salladım, sonra yine martılara simit atmaya devam ettim.
Henüz on, on iki yaşlarında bir çocuk, ‘’çay, içinizi ısıtacak sıcak çay’’ dedi.
Sıcak bir bardak çay, içi sevgiye üşüyenleri de ısıtır mıydı?
O yokmuş gibi martılara simit atmaya devam ettim. Bir saat kadar bu böyle sürdü. Suskunluğu bozan ise martıların o muhteşem sesi ve taşmasın diye onu tutan kıyılara hoyratça vuran dalgaların sesi oldu.
Hava gittikçe kararıyor ve biraz sonra okunacak ezanın müjdeleyicisi minarelerinde ışıkları yanmıştı.
Çaycı çocuk yine, ‘’çay, içinizi ısıtacak sıcak çay’’ diyerek geçti yanımızdan.
Oysa sevgiye üşüyen yüreği çay ısıtmazdı.
Konuşmayacak mısın? Dedi.
Unuttun mu?
Beni gördüğüne sevinmiyor musun?
Susacak mısın? Diye sorular sordu.
Konuşacak ne kaldı ki? Ansızın yıktığın hayallerimi mi anlatayım?
Kırıp döktüğün umutlarımı mı?
Yoksa beni karanlığa itip gitmeni mi?
‘’Unutamadım, aklımdan bir türlü atamıyorum, her gün sanki daha yeni gitmişsin gibi yaşıyorum.
Üzülüyorum, öyle çok ki, anlatsam dağlar yıkılır,’’ demeyi o kadar çok istedim ki.
Sustum yine, tıpkı gittiği o gecedeki haykırışlarımı avaz avaz suskunlukla geçiştirdiğim gibi.
Çiçekçi dedi orta yaşlarda, esmer yüzlü, hafif tombul kısa bir boylu bir kadın.
Yanımıza yaklaşıp, ağabeyim almaz mısın genç kızımıza bir çiçek? Dedi.
Oysa geldiği her yola güller ekmiştim. Bir çiçek ne ki? Dedim içten içe…
Çiçekçi gitti, ve ikimiz de susmuştuk yine.
O muhteşem sesiyle suskunluğu bozan ise akşam ezanını okuyan müezzin oldu. Sanki bu şehirde ya da bu semtte ilk defa bu sesi duyuyor gibiydim, muhteşem bir makam ve ses ile akşam ezanını okuyordu.
Ezan bitene kadar tek söz etmedim, sadece o sesi dinlemek istiyordum. İçimi adeta büyülüyordu o ses.
Ezan bitti ve ben yavaş yavaş gitmek için hazırlanmaya başladım. O ise tüm dikkatini bana vermiş ve anlayabildiğim kadarı ile sorularına cevap bekliyordu.
İyi akşamlar dedim, iyi akşamlar.
Tıpkı gittiği o gece gibi yavaş yavaş karanlıkta kayboldum.
Telefonu kırmış, evimi de değiştirmiştim. İstese bile bir daha bana ulaşmasına imkân yoktu.
Bir daha o sahile de gitmeyecektim. Her gidişim de muhtemelen belki gelir, ya gözlerim tanıdık bir yüz ya da kulaklarım o ayak seslerini arayacaktı.
Ondan yüreğim üşümüş müydü?
Yoksa intikam mı alıyordum?
Yine günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu. Çok sevdiğim birinin düğünü vardı ve davet edildim. O gitti gideli hiçbir kalabalıkta bulunmuyor zaten kalabalığı da sevmiyordum.
Uzunca bir yürüyüş yaptım, artık dolmuşa ya da taksiye binmiyor sadece rahatlamak için yürüyüş yapıyordum.
Salona gelmiştim, gelin arabasının arkasında arkadaşımın ve kim olduğunu bilmediğim ama onunla aynı baş harfi taşıyan bir kadınla evleniyor olması da dikkatimden kaçmadı.
İçeri girdim, herkes daha yeni yeni geliyordu ve damattan başka da kimseyi tanımadığım için biraz da bunaldığımdan dolayı kendimi hemen dışarı attım.
Bir sigara yakıp, kimsenin olmadığı bir köşeye kendimi attım. Bir süre sonra damat ve gelin için anons yapılmış ve alkış sesleri dışarıya kadar geliyordu. Emindim ki damat o sırada gözleri ile o kalabalıkta beni arıyordu.
İçeri girdim ve damat beni görünce yanıma kadar gelip nikâh şahidim olur musun? Dedi.
Kabul ettim zaten başka da çarem yoktu çünkü onu kıramazdım.
Arka masaların birinde herkesten uzak yine dalıp dalıp uzaklara gidiyordum.
Bir süre sonra cübbesini giymiş, kırk yaşlarında sarışın ve kirli sakallı göbekli biri içeri girdi ve nikâh merasimine geçildi. Geline o ana kadar hiç dikkat etmemiştim, sonra gelin hanımın da nikâh şahidi geldi ve gelen o idi…
Şahitliğini yaptığımız nikâh kıyılmış ve herkes salonun orta alanındaki boşlukta oynamaya başlamıştı.
Kafamda takılı kalan, bu işi organize eden kimdi?
Neden ikimiz şahittik?
Başka kimse yok muydu?
Sonra müsaade isteyip salonda ayrıldım ve bir daha ne onu gördüm ne de ayak seslerini duydum.