- 620 Okunma
- 1 Yorum
- 4 Beğeni
621 – ESEREKLİ
Onur BİLGE
“Eserekli,
“Elin başına dolu yağar, benim başıma deli yağar!” derdi analığım. Sen de aklını kaçırdın, Eserekli! Estim akıllı, uçtum fikirli… “Bir dur!..” diyorum. Kaptan’ı dinlemek istiyorum, seni değil! Yeteri kadar dinledim seni. “Koca Burun… Öyle mi! Aldım alacağımı ben senden! Koca burnumu hiçbir işine sokmayacağım bundan sonra. Boşuna beynimin içini oyma! Dırlanıp durma!
“Yağmur yarım saat ara verdi mi, hiçbir yerde sudan eser kalmazdı. Toprak aç kurt gibi emerdi ortalıkta çamur su, ne varsa. Yer yer zerzemin denilen, asıl adı zir-i zemin olan yeraltındaki tabii kanallardan akar giderdi denize. Adalya, kalkerli arazi üzerine kurulmuş bir şehirdir. Toprak kazılınca içinden falezlerdeki taşlara benzer oluklu, enteresan şekilli por taşlar çıkar. Bunlar sellerin meydana gelmesini, sokakları ve evleri su basmasını önler.”
Kadı kaçıran yağmurlar mı kaçırmıştı seni? Neden gelin gittin İzmir’e? Şimdi neden altı yok pabuç gibi sürünüp duruyorsun o mostralık kuzeninle? Madem gittin, ne halin varsa gör! Aklıma gelip gelip kafamı meşgul etme! “Ekmek atlı siz yaya olun!..” diyeceğim ama yine insaf ediyorum.. Dilim varmıyor, diyemiyorum.
“Yağmurdan sonra hemen hava açar, yunmuş yıkanmış pırıl pırıl bir güneş çıkardı. Işık ışıl olurdu her yer. Dağların taşların, evlerin ağaçların kiri pisi kalmazdı. Tozunu toprağını yıkar akıtırdı rahmet. Toprakta ıslaklık, sokak ortalarındaki çukurlarda biraz çamurlu su olmasa, onca yağmurun yağdığına, tonlarca suyun yere indiğine kimse inanmazdı.”
Keşke bir yağmur da geçmişteki hayatıma yağsa! Yuğsa yıkasa ruhumu sıkan hatıralarımı! İçimdeki sıkıntıyı silse süpürse! Maziye daldığımda yüzüm, gözlerimin içi gülse! İnadına gözlerime yağdı kırkikindi yağmurları. Kadıkaçıranlar aklımı kaçırdı!
“Sarnıçlarımız vardı bahçelerimizde. Kırmızı kiremitli çatılardaki oluklardan inen, borularla kuyulara ulaştırılan, tülbentlerden geçirilerek süzülen yağmur sularımızın içimi ne güzeldi!. Düden’in suyu biraz kireçli olduğu için herkes onu içmeyi tercih ederdi. Hafif bir yosun ve toprak tadı vardı tadında. Derindi kuyularımız. Serindi sularımız. Kuyularımız, Antalya’mızın en önemli özelliklerindendi. Üstlerinde çıkrıklarıyla, şıkır şıkır zincirleriyle, kalaylı bakır kovalarıyla…”
Kuyulardan su çeken kızlar geliyor gözümün önüne. Şıngır mıngır çıkrık sesleri duyuyorum. Çekip çekip kovalarına aktarıyorlar. Şakır şakır yağmurlar yağıyor, şırıl şırıl akıyor oluklardan sular, sarnıçlara. Sarnıçlardan şarıl şarıl kovalara… Bardaklarda billur gibi leziz serinlikler…
Susadığımı hissediyorum. Kaptan o kadar güzel anlatıyor ki! Her tarafta sular seller… Bulutlara kalkmış Aşkdeniz. Bardaktan boşalırcasına dağlara, ormanlara, damlara, sokaklara iniyor. Torosların buzları çözülmüş, karları erimiş. Adayla’yı sel basmış. Ova su altında kalmış. Tarlalarda bahçelerde kırmızı çamura bata çıka yürümeye çalışıyorum. Yağmur iliğime işlemiş! Her yanımdan süzülen sular çizmelerimin içine doluyor. Yürüdükçe “Çuf çuf” sesler çıkıyor. Çoraplarım bir tuhaf… Ayaklarım vıcık vıcık…
Ayaklarıma buz gibi sular doluyor. Çok fena üşüyorum. Parmaklarımın uçları buz kesiyor! Yürüdükçe ıslak çoraplarımın ısınmaya başladığını hissediyorum. Ayaklarım o kadar çok üşümez oluyor. Parmaklarım hâlâ buz!
Dokuz on yaşlarında kadarım. Okuldan çıkınca yağmura tutulmuşum. Küçük bir tahta bavul gibi olan çantamı başıma koymuşum. Evin yolunu tutmuşum. Her yer is pis, kir içinde. Çamurlu sular koyu gri… Kısa çizmelerimin içinde ayaklarım vıcık vıcık çamurlu su…
Zar zor eve varıyorum. Analığım açıyor kapıyı. “Sakın içeriye girme! Kilimlere basma! Dur, bekle!..” diyor. Çantayı kapının içine koyuyorum. Saçağın altında beklemeye başlıyorum. İçeriden ılık bir hava çıkıyor. Bir an önce canımı içeriye atmak, sobanın başına koşmak istiyorum. Analığım elinde büyücek bir bez parçasıyla geliyor. Başımdan başlayarak üstümün başımın suyunu alıyor. Çizmelerimi çıkarıyorum. İçlerindeki suları boşaltıp, ters çevirerek kenara koyuyorum. Çoraplarım ayaklarımdan çıkmak istemiyor. Ayaklarım çamur… Analığım bir tas su döküyor, kabaca yıkıyorum. İçeriye dalıyorum.
Tahta çantamdan sular süzülüyor. Kitaplarımın defterlerimin ıslanıp ıslanmadığının merakındayım. Sobanın yanına büzülüyorum. Koca başlı çiviye geçmiş olan ucu kıvrık tenekeyi kenara kaydırıp, kapağını açıyorum. Islanan defterlerimi kitaplarımı çıkarıp sobanın etrafına koyuyorum. Yemek zamanını beklemeye koyuluyorum.
İnsan beyni bu! Görüntü iletir, ses iletir, his iletir. Öyle muazzam bir şekilde yaratılmış ki nasıl işlediğine akıl sır ermez! Kim yapar bakımını, onarımını? Belki bir hapaz doku, kalanı su… Allah, en çok şaşırdığım yerde… Hayret ettiğim, hayran kaldığım yerde…
“Antalya namına bir şey yoktu ortada. Bakma şimdi sen biraz geliştiğine, büyüdüğüne. Düne bakınca mamur görünüşlü köy gibi bir yerdi. Soğuksu Köprüsü’nden tutuver de, Kadınyarı’na kadar git, oydu şehir denilen yer. Bir de Kaleiçi vardı, o kadar. Eski Antalya denirdi ona da. Eskiden o kadarcıktı Adalya.
Şarampol’e falan bakma! Giritliler için sonradan yaptırıldı, o sıra sıra evler. Mübadiller, mübadele esnasında geldiler, yerleştiler. Zavallı Giritliler! Adada kendi yağlarıyla kavrulmakta oldukları halde göçmek mecburiyeti hâsıl olunca, haliyle çok şey getirememişler beraberlerinde. Gemiye ne yükleyebildilerse… Bazıları da bir süre sonra geri döneceklerini zannettikleri için kurulu düzenlerini bozmak istememiş, gelirken yanlarına çok şey almamışlar. Ellerinde olanları da kısa sürede harcamak zorunda kaldıkları için hayatlarını fakrü zaruret içinde idame ettirmek mecburiyetinde kalmışlar.”
Onların ne kadar güçlük çektiklerini Kadir Usta’dan duymuştum. Antalya’ya ilk geldiklerinde üç yıl bir göçmen kampında kalmışlar. Sonra merkeze yakın köylerden Kadriye, Ahmediye , Mecidiye’ye ve Side’deki Selimiye’ye yerleştirilmişler. Antik tiyatronun güneyine de altmış sekiz ev yaptırılmış onlar için. Oralarda iptidai şartlarda yaşamak zorunda kalmışlar.”
“Şimdi de çok farklı değiller. Ben de o evlerden birinde oturuyorum. Benim halim de berbat! Geçiniyoruz işte kıt kanaat!” diyecektim. Dilimin ucuna kadar geldi… Sustum.
Kimsenin bana acımasını istemiyorum. Senin de öyle…
İşte böyle!
Suskun”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 621
YORUMLAR
Kalemde tasvir arttıkça yazıda da tesir artıyor. Günlük okur gibi hissettim bu gün yahu şunu ne zaman yaşadım da yazdım ki dediğim bile oldu.:)
Aslında dün bu yazıya çok ihtiyacım varmış ta zamanım olamadı. İş gerdinliğinin tamamını alacak güçte . Yazıdan çok bir atmosfer, sarıp sarmalayan himaye etmek istercesine, okuru bağrına basan,yavrularına düşkün bir anne gibi. Yok yok ben sığınacak yer aramıyorum.Ne yazdıysam yazınızın bendeki hissidir.
Elinize sağlık.
Ve Hayırlı sabahlar.:)
yeğinadnan tarafından 14.11.2020 11:55:17 zamanında düzenlenmiştir.