- 575 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
617 - YAPMA ÇİÇEK
Onur BİLGE
“Yapma Çiçek,
Sana bu satırları gece yarısı yazıyorum. Herkes mışıl mışıl uyurken uykuların en tadına doyulmazlarında, ben sana yazmak, seni yazmak, seni yaşamak istiyorum bir şekilde.
Kokun geliyor mazinin bir yerinden. Nefes oluyor, ciğerlerime doluyor, sarhoş oluyorum. Çoğaldıkça çoğalıyorsun havsalamda… Çoğaldığın kadar çok seviliyorsun. Sevginin hududu yoktur, biliyorsun. Mantığı da, aklı da… Karar alarak sevilmez ki insan! Kendiliğinden açılıverir aşkın çiçeği. İşin gerçeği, ben sana aşığım sırılsıklam ama bunu sana söyleyemem, anlatamam!
Ben yanmayı bilirim, dumansız, issiz… Ben sevmeyi bilirim, için için, sessiz sessiz… Sen anlatılmaz güzellikte ve özelliktesin ama ne yazık ki artık eskisi gibi türül türül değilsin. Yapma çiçekler gibisin, kokusuz hissiz…
Zamanın kollarında, sevdanın yollarında, hep aşkı aradım, beyhude. Muradım, sevdiğim kadar olmasa da yarısı kadar olsun sevildiğimi hissetmekti. Aşk, yalnız hissetmek, hissettirmek demek değildi. En çok da emekti. Ben hep emek verdim aşka. Herkesten çok sevdim sevmeye layık olsalar da olmasalar da birilerini, sevilmeyi bekledim. İlgilendim, küçük bir ilgi istedim ama olmadı. Mutluluk nedir, nasıldır, bir türlü tanıyamadım!
Sen, vefasız sevgili! Herkesten, her şeyden çok sevilirdin ya… Şimdi nerelerdesin, neden o melun heriflesin?
Görüşmedikten, konuşmadıktan sonra neye yarar, adresin izin bilinmesi! Mesafelerin azalması neye yarar! Aynı ilde olsak ne yazar! Ne faydası var ki görüşemedikten sonra yakınlaşmanın! Birbirine paralel raylar gibi yaşamanın kime ne faydası var, yollar kesişemedikten sonra!
Emanet bir sevgiydi verdiğin, geri istediğin. Ben inliyordum ardından, sen hiç duymuyordun yüreğimin iniltisini. Sen ne çok önemsendiğini, ne kadar sevildiğini hiç bilmiyordun! Ben yazdıkça sanki sen siliyordun. “Elveda güzel ruhlu adam!” diyordun, hal diliyle.
Komşu kızlar benden bıçkı tozu almaya geldiler. Biri on dört, biri on altı yaşlarında… Ellerinde küçük bir torba… Ona doldurdular, belli bir miktarda. Küçük bir yastık gibi oldu. Ne yapacaklarını sordum. Yapma çiçek yapıyorlarmış. Merak ettim nasıl yaptıklarını. Büyük kız Nezahat:
“Gel de bak! Anlatmakla olmaz ki! Nasıl tarif edelim?” dedi. Suna: “Zaten kapının önünde yapıyoruz. Patarada... Annem mangalı kışın alıyor da yazın almak istemiyor içeriye.” deyince iyice merak ettim. Ateşte mi pişiyor bu çiçekler?
“Haydi, kızlar! Bakalım nasıl yapıyorsunuz onları?” diye kapıyı çektim, onlarla beraber hemen karşıya geçtim. Yan yana Giritli evleri bunlar. Önleri betonlu… "Patara" diyorlar kendi aralarında. Eşik anlamına geliyor. Yani kapı önü... Yaz kış dolu… Orada oturulur, yenir içilir konuşulur, keyif yapılır. Kapının önünden bir erkek iki kere geçemez. Aksi halde kenara çekilir, ifadesi alınır.
“Anne! Bak kim geldi!” diye seslendi Nezahat. Arka taraftan annesinin sesi geldi. “Bahçeyi suluyorum. Geliyorum!”
Bu iki kız kardeş İsmet İnönü Kız Sanat Enstitüsüne gidiyorlar. Daha çok ev işleri, el sanatları, yemek ve adabımuaşeret kaidelerini öğreniyorlar. Mutaassıp aileler kızlarının erkeklerle beraber okumasını istemiyor. “Her ihtimale karşı...” diyerek bu mektebi tercih ediyorlar.
Halbuki gençler oraya: “Şeker Fabrikası!” diyorlar. Son zilden önce önüne ve karşı kaldırıma sıra sıra diziliyorlar. Kendi deyimleriyle kız tavlamaya çalışıyorlar. Kızlar çıkarken iki yanda resmigeçit seyredenler gibi yığılıyorlar. İtişip kakışıyorlar, birbirlerinin omuzlarına abanarak kızlara sarkıyorlar. İçlerine düşecek gibi eğiliyorlar. Yiyecek gibi bakıyorlar. Islıkla üflükler gırla gidiyor!
Kızcağızların başları yerde, yanakları kıpkırmızı… Sıkılıyorlar, eziliyorlar büzülüyorlar. Ayakları birbirine dolaşıyor yürürlerken. Çiçek getirenler, ilanıaşk edenler, mektup alıp verenler… Peşlerine düşenlerin haddi hesabı yok!
Nedir bu alaka bu tamah! Ne kadar sakınırsan o kadar tehlikedeler! Namuslarına çok düşkün olan analar babalar, ağabeyler kapıdan alıyorlar talebeleri.
On Dokuz Mayıslarda günlerce süren tartışmalar… Şortla mı çıkılacak, etekle mi? Eteklerin boyları ne kadar olacak? Bluzlar kısa kollu mu olacak kolsuz mu? Yakaları açık mı kapalı mı?
Sakınılan göze çöp battığından mı nedendir daha çok orada kopar kıyamet! Saklama arsız edersin, söyleme yüzsüz edersin! Çeşit çeşit insan var. Farklı farklı zihniyet… Neye niyet neye kısmet!.. Neyse… Bize ne!
Bu kızlar bizim kızlar… Gözümüzün önündeler. Yan bakanın gözünü oyar Giritliler! Burası Şarampol! Giritli Mahallesi! Buraya yabancı erkek sinek giremez! Giren olursa edebiyle…
Namuslarına düşkündür Giritliler. Herkesin karısı kızı kapı önlerindedir. Erkekleri başlarını kaldırıp kötü gözle bakmazlar. Hepsi birbiriyle yakın akraba gibidir. Birine en küçük bir kötülük gelse, hepsi arkasındadır!
Çok kuvvetli bağlar vardır aralarında. Yanlış yapanın affı yoktur! Yanlışa yeltenenin anında hakkından gelinir! Kendi aralarında çeteleşme vardır. Her gruba katılmanın ayrı cesaret ve kahramanlık imtihanları vardır. Onlara gözlerini budaktan sakınmayanlar katılabilir. Cesaretlerini ispatlamak isteyenlerin en basit gösterileri falezlerden aşağıdaki kayalıklara rağmen, elli metreyi aşan derinlikteki denize balıklama atlamaktır.
Kızlarından, ilkokuldan sonrasını okuyan yok gibidir. Mahalledeki terzinin ya da kadın berberinin yanına giderek becerilerini arttırmaya çalışırlar. Hemen hemen her evde olan dokuma tezgâhlarına girerler. Çeyizlerini hazırlarlar. Dantel örer, kanaviçe işlerler.
Birbirleriyle evlenmeyi tercih ederler. Küçük yaşlarda evlenirler. Kendi hallerinde mesut yuvalar kurarlar. Herkes birbirinin kontrolü altındadır. Her hareketleri göz önündedir. Her zaman her yarde her olayda birlik ve beraberlik içindedirler. Kimse kimsenin malına canına namusuna göz koymaz.
İnsan beyni harika bir yapıya sahip… Bir anda neler geldi aklıma! Neler düşündüm, neler yazdım sana! Sanki yanımdaymışsın gibi… Sanki karşılıklı oturmuşuz, çay içip sohbet ediyormuşuz gibi…
Betonda rengârenk, yollu yollu bir çaput kilim… Üstünde iki minder, bir mangal… Saten, ipekli, keten ve kadife kumaş parçaları, teller, grapon kâğıtları, jelatin tabakaları… Nişasta kolasıyla kolalanmış, kurutulmuş kumaşlar… Tutkal, makas, kurşun kalem... Kartondan kesilmiş yaprak be çiçek kalıpları… En enteresanı da çiçek ütüleri… Bunlar tahta saplı, uçlarında boy boy toplar olan demirler. Bazılarının uçlarında yaprakları kıvıracak eğri ve yassı uçlar… Bazılarının da uçları bıçak gibi…
Kolalanmış kumaşlara karton kalıpları koyuyorlar, aralık bırakmamaya gayret edilerek çiziyorlar. Sonra kesiyorlar onları. O doldurdukları yastıkçıkların ağızlarını diktiler üstlerine yaprakları dizdiler. Mangalda kızdırdıkları uygun ütüleri bastıra bastıra büyüklüklerine göre yapraklara şekil verdiler.
Çok kalmak istemedim yanlarında. Zaten hemen oraya koydukları küçük tabureye ilişivermiştim. Gerisini nasıl yapacakları belliydi artık.
“Bitmişlerini de görmek isterim kızlar. Öğrenmenin yaşı yok. Yapma çiçeklerin nasıl yapıldıklarını da öğrenmiş oldum giderayak. Teşekkür ederim. Kolay gelsin size! Haydi bana Eyvallah!” diyerek eve döndüm.
Gözlerimin önünde renk renk kumaş parçaları, alet edevat… Burnumda tütül türül kömür kokusu… Küçüklüğümden aşina olduğum mangal kokusu… Analığım maltızda yapardı yemekleri. Maltızı dışarıda yakardı, kömürden zehirlenmeyelim diye. Kömür yanınca alırdı içeri. Ne kadar lezzetli olurdu onun üstünde pişen yemekler! Hele çaylar ne güzel demlenirdi! Tavşan kanı… Nefis kokusu, buruk tadı… Burcu burcu kokardı.
Saçlarının kokusu ne oldu bilmiyorum. Hâlâ o baş döndürücü şampuan kokusu yükseliyor mu savruldukça? Hafifçe terleyince beyaz zambak kokusu geliyor mu gerdanından? Avuçların kolonya kokuyor mu? Asırlar önceydi beraberliğimiz ve yakınlığımız sanki. O her göreni imrendiren, kıskandıran…
Baba kız gibiydik. O kadar samimi, teklifsiz, ibretlik. Az daha gayret etseymişim, dede kız gibi olurmuşuz. Bahar çiçekleri gibi kokuyordun o zamanlar. Koklamaya doyamadım. Koparmaya kıyamadım. Elleme bana küserim sana çiçeği gibiydin. Yasak! Dokunulmaz! Sana ancak saksı olabilirdim.
Şimdi o kesilen yapraklardan yapılacak çiçekler gibisin. Ne kadar taklit edilirse edilsin, hakikileri gibi olur mu!
O canlılık o koku eskidendi. Sevgi dendi.
Sevgidendi.
Saksı”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 617
YORUMLAR
Sanki çocukluğumu kaleme almış gibiydi satırlar. yer yer duyumsadım mantız(Sizde Maltız ) kokusunu konk kömürünün narlı hali dirildi gözlerime. "Şeker fabrikası" denmesini yadırgadım.Toplumun teşbihi, ahlakının tesbiti gibi. Necmetdin'in duygusal gelgitleri olaya sahicilikler yüklüyor daha bir düşüyoruz içine yazının. Ve şu namus. Onun bir yazıda irdelenmesinden yanayım. Evli birine aşık birinin dilinden namus anlayışını dinlemek oldukça çarpıcı olacaktır sanıyorum.
çocukluğum da 06 45 te halk hikayeleri olurdu radyoda ve ben hiç birini kaçırtmazdım. Yazınızın bende ki etkisi onunla ikiz. geriye gidemesem bile her yazıyı bir şekilde ulaşarak okuyorum. Yok ben okumuyorum o kendini okutuyor demek daha doğru olurdu. Zira her biten yazının ardından acaba yarın ne olacak duygusu beliriyor zihnimde. Ne diyelim başarınız artarak devam etsin. Ve bu yazılar Murat ettiğiniz şekilde sürsün İnşallah.
Sevgi ve Selam.