- 290 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
DÜNDEN BUGÜNE LAİKLİK
.DÜNDEN BUGÜNE LAİKLİK
Son zamanlarda, ’’kişiler laik olmaz, devlet laik olur’’ diye bir moda çıktı. Ortdoğunun düşünce yaşamını ciddi ciddi savunulan ve çok yaygın olan bu tür atmasyon ve söylenceler yönlendirir. Bu söylencelerin yanlışlığını tartışmaya bile gerek yoktur. Batı yazını ’’laik kişi’’ lerin anlatımıyla doludur. Hem de ’’laik kişi’’ deyimini kullanarak...Laik kişi din dşı kişidir. Laik devlet, din dışı devlettigöre laik alan din dışı alandır. Laik kişi dinin dışında olan devlettir. Peki dinin dışında olunmaya neden gerek duyulmuştur. Yanıt için önce tarihe bakacağız:
Tek tanrılı dinler zayıf oldukları zamanlarda din ve devlet işlerinin ayrı olmasını kendileri de çok istiyorlardı. Hıriztiyanlığın ilk yıllarında Hz. İsa şöyle söylüyordu:
’
’Sezar’ın hakkını Sezar’a;Allahın hakkını Allah’a verin.’’
Bu sözle dinsel alanla, devlet alanının ayrılmasını amaçlıyordu. Çünkü o zamanlar devletin karışması ndine baskı biçiminde olmaktadır. Hıristiyanlar üç yüz yıl ’’Sezar’’ ın baskısı altında kalıyorlar. MS.313’de İmparator Konstantin, Milano Fermanı’yla Hıristiyanlığı kabul ediyor. 308’de Teodose, Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyanlığın tek din olduğunu ilan ediyor. Diğer dinleri yasaklıyor.
700-800’lü yıllarda Şarlman Hıristiyanlığı kendi gücü altında tutmak istiyor. Ama Ortaçağ’da merkezi devletler güçlerini yitirmeye başlayınca denge ters dönüyor. Artık devleti egemenliği altına almaya çalışan , ona baskı yapan dindir. Kilise zaman içinde güçlenmiş müminlerin, ruhlarına hükmettiği gibi büyük servetler de edinmiştir. Örneğin Ortaçağ sonlarında Fransız kilisesinin mal varlığı günümüzün 28 milyar dolarıdır. Kilisenin mal gözlülüğü, ahlaksızlığı halk hikayelerine ve türkülerine konu oluyor. Kiliseye karşı halk hareketleri başlıyor. İlk hareketlerden biri Pataria hareketidir. 1055-1075 yılları arasında Milano ve Lombardia’da halk, kilisesinin zenginlik ve ahlaksızlığına baş kaldırıyor. Paterenler dinsizlikle suçlanıyor.
John Wyclif, 1320-1415 yılları arasında yaşıyor. Papaya ve kiliseye karşı ’’lolard’ ları, yani homurdananları İngiltere’nin her yanına gönderiyor. Önce dinsel olan bu hareket, sonraları toplumsal amaçlı halk isyanlarına kaynaklık ediyor. Wiyclif, 1378’de kilisenin devletten ayrılşmasını öneriyor. Günah affı ve cennet satışlarını eleştiriyor. 1381’de taraftarı olan köylüler asillere karşı ayaklanıyorlar.
Jan Hus, Wyclif’tan etkileniyor. Din karşıtı vaazlarıyla ünleniyor. 1411’de afaroz ediliyor. 1414’de diri diri yakılıyor. Avrupa’da 1300-1500 yılları aydınlanmasında din adamlarının etkinliği ile bizde. 1900’lü yılların bir müftüsü olan Turan Dursun’un etkinliği 700 yıl arayla da olsa aydınlanma’nın benzer damarlarından birini göstermesi açısından ilginç...
1789’da devrim, kilise mallarını kamulaştırıyor. 1790’da Anayasa ile Fransa kilisesi devletin yönetimine alınıyor. Kilise devrime karşı çıkınca halk bazı kiliseleri tahrip ediyor, bazılarını da yereldevrim maclisleri olarak kullanmaya başlıyor. Oralarda belediye üyelerini seçiyor, bölge işlerini görüşüyor.
1789’daki kilise karşıtlığı, kiliseyi devlete bağlıyordu. 1905’de ise kiliseyi sosyal yaşamdan, eğitimden alıyor; onu kendi uzmanlık alanına, kutsal alana gönderiyor. Yetkisini o alanla sınırlıyor.
20. yüzyıl’da kilise, elinden geldikçe hep en tutucu yönetimlerin yanındadır. Franko’yu destekler, İtalya, Almanya ve Portekiz’de hep faşistlerle birliktedir. 1940-44 arasında Nazilerle işbirliği yapan Fransız Vichy Hükümeti’nin baş destekçisi Fransız kilisesidir.
Batı’da laik hareketlerinin incelenmesi şu sonuçları çıkarmamıza yardım ediyor:
Kilise zenginin, güçlünün ve sömürgen sınıfın yanındadır. Kralcılarla, kapitalistlerle, faşistlerle yakınlığı çok uzun sürmüştür.
Kilise bilime karşı ama eğitimi ve öğretimi elinde tutmaya çok önem veriyor.
Kilise müminlere ’’maneviyat’’ tan başka bir şeye önem vermemeyi öğütlüyor. Ama kendisi çok aç gözlü bir mal toplayıcısı...
Laiklik, halk hareketleri ve devrimlerle birlikte güçleniyor. Laiklik haraketlerinin doğrultusu ve eğilimi dinin alanını daraltma yönünde. Laiklik eğiliminin her türlü baskıdan kurtulduğu devrim dönemlerinde, dini doğrudan yok etmeyi hedeflediği belli oluyor.
Batı’dan bize doğru dönecek olursak Osmanlı Devleti’yle karşılaşırız.
Oraya buraya sündürülüp oldukça tanınmaz hale getirilmesine rağmen hep şeriat temel alınır. Okullarda şeriat ilimleri öğretilir. Osmanlı alim, filozof ve sanatçıları esas olarak birer şeriatçıdırlar. Şeriata karşı gelmek, devlete karşı gelmekle eş anlamlıdır. Yaşamın her alanı şeriata uyarlı olduğundan haksızlık ya da ahlaksızlık yapılacaksa o da mutlaka şeriata uygun olmalıdır. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman vezirine Allah adına yemin ediyor: ’’Yaşadığım sürece seni öldürmeyeceğim’’ diye...Zaman geçip de bir gün veziri öldürmek isteyince yeminini şeriata uygun bir biçimde bozmak için şeyhülislama danışıyor. Şeyhülislam işi hemen hallediyor. Uyku halindeyken insanın öl sayılacağı yolundaki bir ayeti kullanıyor. Kanuni yan odada uykuya yatıyor, öbür oda da veziri boğuyorlar. Böylece Kanuni şeran yeminini bozmamış oluyor. Çünkü o uyuduktan sonra vezir öldürülmüş oluyor. Böylece uyarlanan şeriat düzeni sen sağ ben selamet yürüyüp gidiyor. Bu kültürde şeriatı, yani yasayı eğip bükmek, bozmak helaldir ! İzin verilmeyen şey ona açık ve dürüstçe karşı olduğunu söylemektir.
Osmanlı kültüründe ister toplumsal alanda, ister doğa bilimlerinde bütün yorumlar hep Allah’a ve dine göre yapılır.
Fransa ihtilali’nin üstünden üç yıl geçip dalga bu taraflara vurduğunda III. Selim’in sır katibi Ahmet Efendi özel günlüğünde bu işten yararlanmamızı Allah’a bağlar. ’’Hemen Hazreti Hak, Fransa ihtilalini, bize zararlı hain devletlere de bulaştırıp, çok zaman birbirlerine düşürüp, Osmanlı’ya hayırlı neticeler müyesser eyleye amin’’
İhtilalden dokuz yıl sonra 1798’de Osmanlı Dış işleri Bakanı Atıf Efendi olayı şu kavramlarla yorumluyor:
’’Fransa’da yayılan şer ve fitne fesat ateşi, melun, dinsiz ve imansızların eseri olduğu uzman kişilerin malumudur. Voltaire ve Rousseau demekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar gibi dehrilerin haşa sümme haşa daim ve baki olan temiz peygamberlere sövme; büyük hükümdarları yerme; bütün dinleri ortadan kaldırma yolunda cumhuriyet ve eşitlik için basit halk diliyle söyledikleri çocuklara ve kadınlara varıncaya insanları meylettirdi. Frengi hastalığı gibi beyinlerini hastalandırdı. kiliseleri yıkıp papazları öldürdüler. Herkes dünya menfaatleri için eşitlik ve serbestliği benimsedi. Her devletin esası din ve mezheptir. Ümmeti Muhammed’e Allah ve öte dünya korkusu gerekir. Her devletin gerek hak gerek batıl bir dini vardır. İhtilal ile sonunun nereye vardığını düşünmeden menfaat kastıyla Allah ve ahret korkusunu insanlardan silip ar ve namusu tümüyle yok ederek Fransa halkını hayvan kıyafetine koydular. Bununla da kalmayıp, Allahın emirlerine karşı’’İnsan Hukuku’’ dedikleri bir beyannameyi dağıttılar. Her devlette Allah’a ve hükümdarlara isyanı teşvik ettiler.’’
Devletin nasıl yalnızca Allah ve dine dayandırıldığı bu yazılarda açıkça görülüyor. Osmanlı’da ister toplumsal, ister doğal sorunlara olsun hep dinsel kavramlarla yaklaşılır ve çözümlenmeye çalışılır. Örneğin 1809’da İstanbul’daki veba salgınında karantina falan hiç bir tedbir alınamıyor. Çünkü Hz. Muhammed’in uyuz deveden diğerine hastalık bulaşmayacağına ait bir sözü vardır. Deveden deveye uyuz bulaşmadığına göre insana da veba bulaşmaz. Demek ki karantina dine ve şeriata karşı gelmektir. O halde vebanın nedeni kadınlardır. ’’Kötü’’ kadınların cezalandırılması gerekir. Kadınların ’’kötüsü’’ aranıp kolayca bulunarak cezalandırılır.
Ruslar bize savaş açtığında; bunun politik ekonomik nedenlerinin araştırılması Allah’ın emirlerine karşı gelmektir. Akla uygun nedenlerin araştırılması ve olayın bu nedenlerle belirlenmesi, Allah’ın işine karışmak olup dince hoş görülmez. Demek savaşın nedeni kadınlardır. Hemen kadınlar üstüne yasaklar ağırlaştırılır. Tahta pabuçlara gümüş sırma takanlar, feracelerinde değişiklik yapanlar, ince kumaştan ferace diktirenler, kaymakçı dükkanına girenler, mesire yerini gezenler, haftada dört kezden çok sokağa çıkanlar, sokakta oğlu, babası, kardeşi dahil arabaya binenler, akşam ezanından sonra dışarıda kalanlar, belirli meydanlarda görülenler cezalandırılır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda dinsel alandan ilk kez azınlıklar ayrılmaya başlıyor. Bütün sorunları için kiliseye bağlı olan Hıristiyanlar, kiliseyi bazı sorunların dışına atıyor, laik kavramlaştırmalarla Müslümanlardan epeyce ayrı bir konuma geliyorlar. Ayrıntıların derinleşmesini önleme kaygıları Osmanlıların laikliğe yaklaşmalarının nedenlerinden biridir. Bilimdeki gelişmeler de Osmanlı toplumunu etkilemekten geri kalmıyor. Dinin, somut dünyanın gereksinimleri çözmedeki yetersizliği sezilmeye başlanıyor. 1827’’de Tıp Mektebi, 1834’de Harp Akademisi kuruluyor. Yönetim, finans , maliye ve eğitimde yenilikler başlıyor. 1859’da Mülkiye Mektebi kuruluyor. Ceza ve ticaret yasaları değiştiriliyor. Bu alanda din dışı yeni mahkemeler kuruluyor. Gelişmeyi gören şeriatçılar eski tevil yöntemiyle dini biraz daha sürdürerek yeni şartlara uyan bir kanun icat ediyorlar. Mecelle denilen 16 kitaplık bu kanun 1869-76 yılları arasında hazırlanıyor. Böylece hukuk alanında bir ikilik baş gösteriyor: Bir yanda dinsel mecelle, ötede mecellecilerin ’’Napolyon Yasaları’’ dedikleri din dışı yasalar...
20. yüzyılın başlarında aydınlar arasında din alanının daraltılması, laik alanın genişletilmesi yönündeki eğilimler daha da güçleniyor. 1916’da Ziya Gökalp şeyhülislamın bakanlar kurulundan çıkarılmasını, dinsel mahkemelerle medreselerin şeyhülislamdan alınıp Adalet ve Maarif Bakanlıklarına bağlanmasını, din işlerinin bir genel müdürlükte toplanmasını savunuyor.
Bu dönemdeki gelişmeler, bazı sözcüklerin anlamlarını da değiştiriyor. Örneğin eski Osmanlı’da ’’millet’’ sözcüğü dinsel bir topluluğu anlatır: ’’Hırıstiyan milleti, Yahudi milleti, Müslüman milleti...’’ gibi. Müslüman milleti içinde Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut ayrımı görülmez. Oysa 1900’lerin başlarında etnik köklere ve kültürlere bağlı ayrımlar gündeme geldiğinde ’’millet’anlatır oluyor. Mustafa Kemal millet sözcüğünün bu ikili anlamından çoklukla yararlanıyor: Büyük Millet Meclisi açıldığında şeriatçılar için bu meclis bir ’’millet meclisi’’ yani dinlerin meclisiydi. Oysa ulusçular için ulusun meclisiydi. ’’Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’’ sözünü de şeriatçılar ’’egemenlik dinin’’ diye anlayabiliyorlar ve ses çıkarmıyorlardı. Ama bir kez Yunan kovulup 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanır imzalanmaz 1 Kasım 1922’de saltanat, 3 Mart 1924’de halifelik ortadan kaldırıldı. Halifeliğin kaldırıldığı gün kabul edilen yasalarla eğitim birliği, medreselerin kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması sağlandı. Bir aya sonra dini mahkemeler kapatıldı. 1925’de tarikatlar yasaklandı. 1926’da medeni kanun kabul edildi. Böylece mecelle tümden bırakıldı. 1928’de devletin dininin İslam olduğu hükmü anayasadan çıkarıldı. 1937’de laiklik ilkesi diğer beş ilke ile birlikte anayasaya konuldu. Bu gelişmeleri Atatürk şöyle özetledi: ’’Artık, Türkiye din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok uzaktır. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Resmi dini yoktur.’’
Dinin devlet işlerinin dışına itilmesi Türkiye’de bugün sonuçlandırılmış iş değil. Semitik din, yalnızca ruhani olanıdeğil dünyasal olanı da yönetmek iddiasında. Kuruluşundan beri geleneği alışkanlığı böyle, Yorumlarla bin bir türlü şekle girerek bugünü de yöneteceği savında. Devlet ise dinler arasında bir dini onun da bir mezhebini Sünniliği, onun da bir kolunu Hanefiliği tutuyor ve destekliyor. Osmanlılar, başlangıçta kuruluşları için Alevi inanç ve güçlerinden yararlanmışlardır. Ama sonraları Alevilerle İran Şiilerinin yakınlıkları Osmanlı’yı endişelendirdi. Osmanlı, Alevilikte devleti yok etmeyi amaçlayan bir yön vehmedip, onu yalnızlaştırarak Sünni Hanefiliği güçlendirdi. Ulemayı bu yönde yetiştişrdi. Sünniliği İslamla, İslam’ı devletle özdeş kıldı. Sünniliğe karşı geliş, devlete karşı gelişle eş tutuldu. Dinle devlet aynı bir gövdenin üyeleri oldular.
Devletimiz bugün de açtığı imam hatip okullarında imamları Sünni mezhebe göre yetiştiriyor. Aleviye karşı mesafeli ve soğuk. Oysa laiklik devletin hiçbir din ve mezhebe ayrılık tanımaması, hiç biribe maddi ve manevi yardım ve detek yapmaması, hiçbir din ve mezhebi eğitmemesidir. Devlet, hiçbir din ve mezhepten olmaz, hiçbir dinsel görüşü yayamaz.
1870 yılında Vatikan Konsülü bir karar veriyor: ’’Papalığın herhangi bir konuda hata yapması olanalsızdır’’. Bu söz dinsel alanın temel bir özelliğini belirtiyor: Gerçeğin tekelini elinde bulundurma, onun değişmesini, gelişmesini önleme...Dinsel alan, kendine özgü bir alan. Bu alana göre şu gördüğümüz dünya, asıl dünya değil ’’yalan dünya’’ dır. İçinde güzel çadırların, ağaçların, hoş kadınların ve içkilerin olduğu öte dünya ’’asıl dünya’’ dır. Bir de bu iki dünyayı yöneten ’’ruhsal varlıkjlar’’ vardır. Ruhsal varlıklar herkesle ilişki kuramaz. Çağlar boyu milyonlarca insan arasından bir ya da bir kaç kişi bu ilişkiyi kurmuştur. Bunlara peygamber denir. Doğrudan Kutsal Ruh’tan aldıkları için peygamberlerin sözleri mutlak değişmezdir. Eleştirilemezdir, şüphe edilemezdir. Eleştirmeye, şüphe etmeye kalkanlar özel sıfatlarla damgalanıp sindirilirler: ’’Kafir, zındık, mülhid, mürted, münkir’’.
İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın daha doğmadan önce Kutsallık tarafından atanmadıkça Kutsallıkla bir bağ kuramaz. İslam dinine göre 632’de Hz. Muhammed’in vefatıyla bu bağ ebediyen kimseye zaten verilmeyecektir. Böylece evrenin ve biz milyonlarca insanın önündeki en son söz söylenmiş, en son bilgi verilmiştir. 632’de gökten inmesi biten Kutsal Kitap, sonsuza kadar, yani kıyamete kadar bütün insanların ve evrendeki mahlukatın bilime gereksinimini karşılamış, bu işi bitirmiştir, Artık tek kendi köşemizde, kendi aklımızla düşünmek, araştırmak, İslam sistematiğinde bu yüzden her zaman kafirlik kokar. Çünkü Kutsal Kitap’ta bütün zamanlar ve mekanlar için hakikatin her zerresi bizim yerimize zaten bilinmiş ve verilmiştir.
Semitik dinlerde Allah’ın yeri, sıfatları, yaptıkları bellidir. Allah, Si’dret ül- Mühteha denen ve arşın sağ yanında bulunan bir ağacın ötesindedir. Oraya melelkler merdivenle çıkarlar. Hz. Muhammed ise Burak adlı özel bir atla çıkmıştır. Burak da ayrıntılı olarak belirlenmiştir: Midilli büyüklüğünde, uzunca,beyaz renkli ve kanatlıdır.
Fakat dinsel alanda bu söylenenlere bilim pek itibar etmemiş, ve bilimin gelişmesiyle de dinsel alanın sayısız yanlışı ortaya çıkmıştır. Ama din alimleri dinin su yüzene çıkan yanlışlarından hiçbirini kabul edemezler. Çünkü birini kabullenmeleri kutsallığın tümüyle yok yok olması demektir. Ortaya çıkan yanlışı saklarlar. Bunun için bir yöntemleri vardır: Tevil, yani yorum, ’’söze ayrı mana vermeye kalkışma’’ anlamındaki bu laf din ilimlerinin ve bilime karşı dini korumanın temelidir. İslam’ın geneli gibi tevil’de Yahudilikten inmiştir. Yahudi kültüründe esidenberi kullanılır. Örneğin M.Ö. 587’de Babilliler Kudüs’ü alıp bir kısım Yahudiyi Babil’e sürgüne gönderdiklerinde bir dinsel sorun doğar: Acaba Babil tanrıları Yahudi tanrısı Yahve’den daha mı güçlüdür ki Babillileri başarılı kıldılar? Bu, Yahudi inancında derin yaralar açabilecek bir konuydu. Yahudi önderi Yaremya şöyle bir teville işi halletti: ’’Bizim Yaheve’miz daha güçlüdür. Ama bize ceza vermeszi gerekiyordu. Çünkü itaatten çıkmıştık. Yahve bizi cezalandırmak için Babil tanrılarını kullandı’’. Yeremya böylece bir taşla iki kuş vurdu. Hem yenilgiye kılıf buldu, hem halkın itaatini sağladı. Bugün de inançta derin yaralar açabilecek bilimsel gerçekler tevil yoluyla ’’kitaba’’ uydurulur. Yahudi kutsal kitabı tevrat’ta Allah’ın beş günde bütün evreni ve içindekileri oluşturduğu, altıncı gün insanı yarattığı, yedinci gün ise dinlendiğini yazar. Oysa bilim, evrenin başlangıcından insanın oluşumuna kadar yaklaşık 14 milyar yıllık bir zaman geçtiğini bulmuştur. Bunu duyan din uleması dinde yanlış görünmemesi için şöyle bir tevil yapar: ’’Kutsal Kitap ’’bir gün’’ demekle aslında ’’iki milyar sekiz yüz milyon yıl’’ demek istemiştir.’’ Kutsal Kitap’ın beş gün dediği de böylece bilimin 14 milyar yılına tıpatıp denk gelmiş olur. Bu yöntemle denk getirilemeyecek hiçbir şey de zaten olamaz.
Bizde, dinsel gelenek bazen açık açık hile yaptığını bile söyler. İnsanı, toplumu, adaleti, hakkı, hukuku,aklı, Tanrı’yı kandırarak belli bir yaşamın ya da ilkenin birilerinin çıkarı için eğilip bükülmesine hilei şerriye denilir. Hilei şerriye, semitik laçkalık kültürünün bir görüntüsüdür ve tarih boyunca hep güçlülerin yolunca kullanılmıştır. Onların isteklerine ’’çare’’ olmuştur. Kanuninin vezirini öldürtmesi tipik bir hilei şerriye örneğidir.
Dinsel alan tevillerle, yorumlarla, hilei şeriyyelerle sürekli olarak oraya buraya sündürülür. Yüzyıllar boyunca öyle uzatılır, çekilir ki, birçok yerde, baştaki asıl sözlerinden ve kitabından uzaklaşır. Hz.Muhammed bugünü görseydi Kuran’ın ve hadislerin bugünkü çoğu yorumunu ve uydurulmuş on binlece hadisi lanetlerdi.
Dinsel alan elimizi dokundurduğumuz her yere bir kutsallık bulaştırmıştır. Ama hep güçsüzün bastırılması, güçlünün güçlenmesi yönünde...Örneğin şu masum ’’eşraf’’ sözcüğüne bakalım: Bir beldenin zengin ve güçlüleri demek olan bu sözcüğün ardında zengini ve güçlüyü kutsayan bir anlam da gizlenmiştir. Çünkü ’’eşraf’’ sözcüğü, ’’Hz. Muhammed’in torunları’’ anlamına da gelir. Oysa ’’avam’’ yani halk sözcüğüne böyle kutsal bir koku sürülmemiştir. Dinsel alan, ilk bakışta hemen fark edilemeyen böylesi gizli kokularla iş görür. Umulmadık yerlere sürülmüş bu kokular binlerce yıldır içimize işlemişlerdir: düzene ve güçlülere baş kaldırmamamız için alttan alta bizi şartlarlar.
Laiklik, binlerce yıldır her yanımıza sürülmüş dinsel kokulardan temizlenmelidir. Ama tevil; ülkemizde laikliğin anlamını bile tersine çevirmeyi becermiştir: ’’Laiklik, dinsizlik değildir’’ dendiğini sık sık duyarız. ’’Laiklik, dindarlıktır, din koruyuculuğudur’’ demeye getirirler. Semitik tevilin, kavramları nasıl tersine döndürdüğünün bir örneği de bu...Tarihte biliyoruz ki laiklik, dine karşı bir kavram. Semitik kültürden ayrılabilmenin bir çırpınış olarak ortaya çıkmış.
Günümüzde laiklik, dinin, toplumu egemenliği altına almasını engellemek, dinsel alanı sınırlamak isteyen bir öğreti görünümünde. Filozof Tain’e göre ’’Dürüst olarak bakanlar laiktir ve dinin, hiç bir yorumla birbirine yaklaştırılamayacağını görürler.’’ Fransa’da 1882’de laik okulun kurucusu, Eğitim Bakanı Fery amacını şöyle açıklar: ’’Din baskısından uzak bir toplum’’...
Şimdiye kadar din alanına ve bu alandaki ’’bilme’’ sorununa değindik.Din dışı alana gelince...Bu alanda tek tek hepimizin bilme hakkımız eşittir. İçimizden hiç kimseye tartışılamaz özel bir bilme yetisi tanınmamıştır. Bilim, genelde şunu der gibidir: ’’İşte kendi kişiliğin, usun, duyguların, yeteneklerin, tüm varlığın...İşte zaman ve mekan içinde uzanıp devinen evren...Şimdilik kadrolarımız bu kadar. Elimizde aletlerimiz ve bizden öncekilerin bıraktığı bir sürü bilgi var. Bunların hepsini tek tek deneyebilirsin. Bunlardan kuşkulanabilirsin. Bunların hepsinin dışında yeni bir şey ortaya atabilirsin. Keşke daha öncekileri çürütsen ve bir yenilik getirsen. Bu yola girdiğin zaman sana ’’kafir’’ falan demem...Senin kuşkun ve yıktıkların beni ancak güçlendirir. Benim en güçlü olduğum zamanlar, eskinin en çok yıkıldığı, yeniye yer açıldığı, yepyeninin kurulmaya başladığı zamanlardır.’’
Bilim tarihi, bilimin bu sözlerini doğrulamıyor mu ? Kuşkuya, eleştiriye izin verilmeyen her alanda bir bit yeniği yok mudur ? Dinde insan ’’kul’’ ve ’’mümin’’ dir. ’’Köle. ’’özgür insan’’ olmak;’’inanan’’ ise özgür bilgi üretene dönüşmek için dinin dışında bulunmak ve dinin alanını küçültme gereğini duymuş. Laiklik işte bu büyük tarihsel eğilimin adıdır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.