- 297 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Evrim için Kur’an bükülür mü?
Bu sıralar sık rastladığımız şeylerden birisi: Evrimciler ’kolu bükülmez’ sandıkları ’teorileri’ için artık Kur’an ayetlerinin bükülmesini istiyorlar. Yani, "Daha önce anlaşıldıkları gibi anlaşılmasınlar, evrimi onaylar şekilde anlaşılsınlar..." arzu ediyorlar. Bu arzularını temellendirirken kullandıkları üç argüman var: 1) Evrimin artık bilimden olduğu. Kanunlaştığı. Kat’iliği. Değişmezliği. 2) Bilimsel tefsirlerin Kur’an ayetlerini zaten bilime göre anlamanın yolunu açtığı. Meşrulaştırdığı. Sıradanlaştırdığı. 3) Kur’an’ı anlama usûlünde aklın nakli bükebilir olduğunun zaten âlimlerimizce dile getirildiği.
Belki başka argümanları da vardır. Kuşatamamış olabilirim. Ben bu üçünü seçebildim. Cevabımı da onlara karşılık vermeye çalışacağım. O zaman bismillah:
1) Evrim hakikaten artık bir kanun mudur?
Arkadaşlar, Şemseddin Günaltay’ın ’materyalizm reddiyeleri’nde dikkat çektiği birşey vardır, özeti şudur: İdeolojiler argümanlarını ’bilim’ diye yutturmaya/dayatmaya pek meyyaldirler. Bunu yapmaktaki amaçları arkalarına bilimselliğin manevî gücünü almaktır. Ancak söylemleri deşildiğinde, azıcık ’acaba’ dendiğinde, işin pek de söyledikleri tarzda olmadığı ortaya çıkar. Evrimde de durum böyledir. O hâlâ teorilikten çıkamamıştır. Ancak "evrim dininin mü’minleri" argümanlarını muhataplarına kabul ettirmek için akidelerini kat’iyetten göstermeye sa’y ederler. Boyun eğmediniz mi bir de üstten üstten küstahlanırlar. Birçok misalini yaşamışımdır.
Halbuki birşeyin bilimsel olarak kat’iyete kavuşması için en azından ’tekrarlanabilir’ olması gerekir. Bizim, ’mış gibi’ milyonlarca yıl önce olmuş şeylere değil, şu an da görülebilir şeylere davet edilmemiz icap eder. Yerçekimi kanundur. Evet. Tecrübe edilebilir. Kaynama bir kanundur. Evet. Denenebilir. Suyun kaldırma kuvveti kanundur. Çünkü sınanabilir. Ancak evrim varlığının asıl kastı olan ’türden türe geçişte’ bize hiçbir ’tekrarlanabilirlik’ sunmaz. Türden türe geçiş bilinen zaman içinde hiç tekrarlamamıştır. Nümuneleri görülememektedir. Şartları oluşturulup deneylenememektedir. Dolayısıyla evrim dininin mü’minleri ’dogmatik’ bir şekilde ’mış gibi’lerine inanırlar. Onlara göre "Oooordaaaa bir köööy var uuzaaaaktaaaa!" şarkısında olduğu gibi uzaklarda bir evrim vardır. Gidilmese de, görülmese de, o evrim onların evrimidir.
2) Bilimsel tefsir sahiden Kur’an ayetlerini bilime göre anlamanın yolunu mu açıyor?
Arkadaşlar, buna cevabımız, hem ’evet’ hem ’hayır.’ Neden evet? Çünkü hakikaten bilimsel tefsirlerde Kur’an ayetlerinin yakın zamanda ortaya çıkan teknolojilere veya keşiflere dair işaretlerine dikkat ediliyor. Ayetlere bu tarz açıklamalar getiriliyor. Fakat, buraya teveccüh buyurunuz, bu tarz açıklamaların hiçbiri ayetin ’mana-i sarihi incitilerek’ yapılmıyor. Hele ’rağmına’ hiç yapılmıyor. Bütün bu manalandırmalar ayetin i’cazına bir hoşluk, bir letafet, bir ahirzaman güzelliği daha katmak için ’işarî anlam çıkarma düzeyinde’ yapılıyor. Kur’an’ın hitabından bütün zamanların kendilerine göre ’ayrıca’ hisseleri de olduğuna dikkat çekmek için yapılıyor. Yoksa mezkûr ayetlerin önceki zamanlarda yanlış anlaşıldığı imâsıyla bilimsel tefsir yapan yoktur. Varsa da rastlamadım. Gördüğüm bütün misalleri ’işarî mana tabakasında’ kalmıştı.
İşte burada ’hayır’ dediğimiz yere geliyoruz. Neden? Çünkü evrimciler bize diyorlar ki: "Şimdiye kadar Kur’an’ın şu, şu... ayetlerinin mana-i sarihîni şöyle anlıyordunuz. Artık böyle anlamayı bırakın. Evrim teorisine göre bunları şöyle, şöyle... anlamaya başlayın!" Bu şekilde Ehl-i Sünnetin tefsir-kelam usûlüne karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen, hiçbir yere konulamayacak, vahye bakımışımızda yeri olmayan küstahlıklarıyla konuşuyorlar. Elbette bu bilimsel tefsirin yaptığı değildir. Bilimsel tefsirde yapılmaya çalışılanla şunu bir tutmak ’ahirzaman demagogları’nın oyunudur ancak.
3) Kur’an’ı anlama usûlümüzde akıl her zaman nakli büker mi?
Arkadaşlar, te’vile sebep olabilir, ancak şu var: Aklın delaletinin kat’iliğe çıkmış olması gerekir. Üstelik bu aklın da Bediüzzaman’ın tabiriyle İslamca akıl olması gerekir. Herhangi bir ideolojiyle yaralanmamış, daha doğrusu ’sınırlanmamış’ olması gerekir. Sözgelimi: Müşrik aklına göre kainatı idare etmeye bir tane Allah yetmez. Bir tane Allah bu kadar işe nasıl yetişir? Eh, peki, şimdi müşrik aklı bunu namümkün görüyor diye İslam’ın en temel umdelerinden birisinden vazgeçmemiz mi gibi icap eder? Elbette hayır. İslam hiçbir konuda böyle bir zaruret hissetmez. Boyun bükmez. Dinin varlık amaçlarından birisi de budur zaten. Vahiy ve sünnet aklımızı şirk kokulu kalıplardan kurtarır. Asıl hürriyetine kavuşturur. Biz onun kazandırdığı ’iman açısı’ sayesinde münkirlerden büyük düşünürüz. Herşeye gücü yeten bir ilahın varlığının zaruretini, zaten böyle olmazsa ’ilah’ olamayacağını, ikincisi olanın ilaha yakışır biricikliğini yitirmiş sayılacağını savunuruz. Bu bizim nakısemiz değil yüksekliğimizdir.
Yani, öyle önümüze gelen her akıl, "Gel peşime takıl!" çekemez bize. Hele Allah’ın ’herşeye gücü yeten’ olarak bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olması gayet makulken-mümkünken, evrim teolojik anlamda, ilah tasavvurumuz anlamında, marifetullah anlamında bize zaruriyat çizemez. Koordinat biçemez. "Allah bütün türleri ayrı ayrı yaratmış olamaz!" diyemez. Bizim için bu iddia müşriklerin mezkûr iddiası gibidir. Zorunluluk algısı bizi ırgalamaz.
Übey b. Halef’in kafası basmayıp "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye sormasıyla İslam geri adım atmaz. "De ki: Kim onları ilk başta yaratmış ise o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir..." mealinde cevap verir. Elhamdülillah. Demek bize dayattığı mecburiyetin yüreğimizde/imanımızda bir anlamı yoktur. Bizim Allahımız öyle bir Allah değildir. Zeus değildir. Ra değildir. Hübel değildir. Süpermen değildir. Ya? Herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, herşeyi benzersiz yaratabilen, yaratmanın her türlüsünü bilen vs. kemalde bir Allah’tır. Böyle bir Allah tasavvuruna göre de evrimin aklı ’bükebilir’ bir akıl değildir. Buna da özetle bu şekilde cevap verebiliriz.
Bitirirken son birşeye değinmek istiyorum: Bediüzzaman Hazretleri Muhakemat’ın Unsuru’l-Hakikat kısmında bir endişeyi çok dillendirir. Nedir? Kat’i sanrılanan, belki bugünkü gibi dayatılan, dönemsel bilgilerin/bilimlerin Kur’an’ın tefsirine sirayet etmemesi gerektiği. Açıp bakın o bölüme. Tekrar be tekrar mürşidimin aynı konu etrafında döndüğünü görürsünüz: Aman felsefe-i Yunaniye’nin gübürleri Kur’an manalarının üzerini örtmesin! Tek onlar mıdır endişe edilen? Hayır. İsrailiyyatın ayrımında da aynı hassasiyeti gösterir mürşidim. Tabir-i caizse, bütün bölüm boyunca, Kur’an’la veya hâdislerle muhatap olunurken Ehl-i Sünnet usûlündeki mizanların korunmasını arzu eder. Çünkü bu noktada yaşanan kirlenmeler vahyi-sünneti anlamada da zihinleri toz-toprak içinde bırakacaktır. Haklı istifade yapılamayacaktır. Mevzuyu şu özlü cümleyle de bağlar: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i’câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."
İşte bugün biz de eğer evrim gibi ’bilim görünümlü ideolojileri’ Kur’an’ın tefsirine sokarsak aynı kirlenmeyi yaşamış oluruz. Eğer ayetleri ’evrimciler öyle istiyor’ incitirsek önce biz inciniriz. Bizim Kur’an’a muhatabiyetimiz incinir. Kuşandığımız miras incinir. Evimizdeki herhangi bir eşyanın üzerine gelen kirden-pisten nasıl sakınıyorsak Kur’an’ı anlamamıza perde olabilecek kalıpların varlığından da bin derece şiddetli sakınmalıyız. İlla ki o kalıp Ehl-i Sünnet mizanının bir gereği ola. O zaman o mizan zaten fehmimizin lazımıdır. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.