- 267 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yanlızlığıma Kokunu Getiren Bir Tutam Biberiye Bitkisi
Günler kısalıyor, her gün biraz daha karanlığa mahkum olmanın acısı sadece bana değil, benim gibi ezilmiş ruhlara nüksederek onları biraz daha kederin paslanmış kollarına terkediyor maalesef. Bir kaç akşamdır gökten yükselen güz bulutları sadece gökyüzünde değil, güzlenmiş ruhumda da dolaşmaya başladılar. Daha bir kaç hafta önce saat dokuzlara kadar nehir kıyısında ki Türk bir teknede bir şeyler atıştırarak nehiri seyredip acıları nehire dökmek için kendi başıma yanımda taşıdığım kitabı okuyarak çay içerken ve geç saatlere doğru bir iki duble rakıyla günü sonlandırmak varken, bu artık imkansız oldu. Bastıran yağmurlar ve soğuyan havalar, rüzgarın da etkisiyle nehir kıyısında öbek öbek yığılan ve bira içerek akşam paydoslarının keyifini çıkaranlar sanki boşaltılmış bir köyün veya şehirin havasını veriyor şimdi. Göçmen kuşlar sürüler halinde gökyüzünün yüksekliklerinde uçuşarak ve ötüşerek Güneye doğru akın ediyorlar. Ben ise yanlızlık libasımı giymiş ruhumla gerçekten fiziki olarak üşüyorum bu akşam! Irmağın kıyıları bu yıl zaten kurak geçen yazdan dolayı giyinmedikleri yeşilliklerini de alışılmış sarılığa terk ederek yitip gidiyorlar. Ağaçlar sarı elbiselerini giyinip akşam baloya gidecek insanlar gibi süslenmiş ve rüzgarda nazlı nazlı salanıyorlar! Çiğnenmiş toprak ruhunu dinlenrmek için kış uykusuna çekilirken soğuk rüzgar vuruyor enseme. Her şeye dokunan rüzgar kendi bildiğini okuyarak meydan savaşı veriyor direnen yazın son kuvvetine karşı. Daha bir kaç gün öncesinin gür ve dev gibi salkım/ akasya ağacı hafiften sararan yapraklarıyla yere doğru düşerek bir buluşma senfonisi tınlatıyor toprağın kulağına; „ben geldim, seni yeni gübrelerle, yeni minerallerle donatmak için“ konuşuyor sanki yerle!
Benimle de konuşuyor doğa ana ve bana şöyle sesleniyor: „ey benim meçhul ve bedbaht ruhlum, artık sonbahar kendini kışa teslim etmek üzere, git buralardan, bir yazdır, her gün üzerimde yürüdün ve her seferinde üzerimden ağlayarak ve hüzünlenerek geçtin, şimdi artık hüzünlenme sırası bende, yavaş yavaş kış geliyor, git kendine kuytu bir köşe bul“ dyierek başından savmak istiyor beni! Yine hüzünleniyorum akşamın kasvetinin dumuruna uğratarak! Acıyor içim ve yüreğim bu sözler karşısında ve diyecek bir kelime dahi bulamıyorum içimden her acıyı kendine çeken toprak ana için. Irmak boyu yürüyorum, bisikletimi iteleyerek! Eve daha çok mesafe var. Bir ıssızlık, bir sessizlik hüküm sürüyor akşamları kıyılarda ve içimde … Ben seyrek adımlarla yavaş yavaş yürüyorum ve her zaman ki, oturduğumuz bankla ağaç arasında ki mesafeden karşı tarafı seyrediyorum, aynen beraber seyrettiğimiz gibi. Olanlar o anda oluyor ve sen gülümsüyorsun altın gibi yüreğinle ve seni düşünürken bahar geliyor birden güz’ün ortasına … Elinde kitabınla yine banka oturuyorsun ve bana: „git birşeyler getir, çerez bul bana, cimrilik etme, ya da balık getir, getir de ne getirirsen getir, yiyecek birşeyler olsun“ diyorsun! Ben bisiklete atlayarak hızlıca gidiyorum ve sana birşeyler alıyorum! Düşüyorum hüzünün kollarında birden o anda! Bir hayal görüyorum „sensizliğin yanlızlığı’nda. Ağlamaya başlıyorum o anda! Elimi nehirin sularına daldırıyorum, su soğumuş ve buz gibi. Üzülüyorum yürümeye devam ederek. Gayrı buralarda da yürüyemeyeceğim sık sık. Kırlar, ormanlar, nehir kenarları, kahveler elimden çıkıp gitmişler. Hüzünleniyorum! Bu mevsim bana sensizlik gibi acı acı dokunuyor. Her şey ve herkes uzaklara giderek rahata kavuştu da, buralarda bir ben kalmışım gibi derin bir bir boşluğun acısı çöküyor içime. Böyle sensiz tek başıma ne yapacağım? Sensizliğin yanlızlığı içimi bütün diğer yaşamsal zorluklardan ve sıkıntılardan daha çok canımı yakarak yüreğime dokunuyor ve yığılıp kalıyorum ileride ki banklardan birisine …
Uzaklarda, dağlarda, karşıdaki 57 katlı banka da, Avrupa Merkez Bankası, kapitalistlerin villaları öyle duruyor yerinde kmıldamadan, tekneler ve botlar demirlenmiş, adacıkdaki evlerin balkonlarında bir kaç kişi sigara içiyorlar, sadece çektikleri sigaraların ışıklarını seçebiliyorum yeni gözlüğümle. Oralara uzanmak ve onlardan birisiyle içimden sohbet ederek seni onlara anlatmak istiyorum, ama biliyorum ki, bu imkansız ve nafile bir istek. Uzayıp gidiyor her şey, nehir, yollar, kıyılar, bu kadar genişlikte sadece nehirde yüzen kuğular, burada yazlı kışlı yaşayan Nil ördekleri, su tavukları, … Hava da sessizliğin korkusundan başka bir sinek bile yok! Gözüme ilişen hiç bir şey kalmamış vakit ilerledikçe yutuyor karanlık bütün nesleri ruhuna ve karadeliğine!
Alabildiğine bir hiçlik, düşüncelerimi donduran ve durduran bir hiçlik! Bu kadar geniş bir alanın içinde bazen gelip geçenler olsada geniş bir boşluğun ortasında kafam dönüyor, sersemliyorum ve imdadıma ağlamam yetişiyor. En ufak bir hareketlilik yok, dişe değer bir olay da yok ortalarda. Bütün yaz şu pistte dans eden gençler de yok artık Lilu’nun girişinde! Böyle olunca zamanın geçip geçmediğini, ya da nasıl geçtiğini bile anlamakta ve kavramakta zorlanıyorum. Zaman bilincim tükeniyor ve yürüyorum hedefsizce! Durup durup kesitler halinde çevreyi dinliyorum, büyük bir mahzenin içinde ki işkencehane gibi burada hayat diyorum kendi kendime! Bu sessizlik beni ürpertiyor, huylandırıyor, boğazımı sıkıp sıkıp bırakıyorum! Bu şehirin ve diğer şehirlerde yaşayan benim gibi binleri düşünüyorum. İçimde bir yerin çaresizce acıdığını ve gittikçe daha çok ağrıdığını hissediyorum ve duyuyorum.
Soğuyan ruhumu güneş artık eskisi gibi ısıtmıyor, eskisi kadar yeryüzüne yakın değil artık, küsmüş evrenin kuzeyine demek ki! Verdiği ışıklar gözferlerinin angaryası gibi, öyle candan ve kendi özünden verircesine değil! Soğumuş artık ve şarkısını bitirmiş. O doğa ana’nın dirlik ve düzeni de bozulmuş şimdi benimkisi gibi … Toprak, tarlalar, kıyılar, evler, bahçeler, ağaçlar, soyunmuşlar, öldürücü bir hastalığın ellerinde yere serilmişler. Dünyayı yakıp yıkan, kavuran, pandemi ta buraya gelmiş ve her şeyi yerle bir etmiş. Umutlar yok olmuş, hayaller yıkılmış, evler bombalanmış, köyler boşaltılmış, şehir Jose Saramago’nun Körllük kitabında ki gibi körleşmiş her insan. Ben de körleşmişim! Sesler, renkler tükenmiş, her nesne nihai bir sona erişmiş. O gölgelerin serinliği, soğuk suyun sıcakta yüze çarpılırken verdiği ıslak bereketlilik yok artık! Sanki burada benden başka yaşayan yok gibi! Bütün ağaçların ve otların tohumları hareketsizce dayamışlar bedenlerini toprağa, karıncalar çekilmişler derinlere kazdıkları evlerine, dikenler kırılmışlar, yapraklar ufalanmışlar, öbek öbek yağmurun da etkisiyle köşelerde çürümenin küflüğünün kokusu geliyor burnuma! Nehirde ki gemide yaşayan yaşlı çiftin cılız ışıklarından başka ışık yok etrafta, laternalar kalmışlar uzaklarda! Böcekler, kertenkeleler, kuşların yüzde dokuzanı kayıplar. Gökyüzünün sonabahrın en sisli bulutları boydan boya kaplayarak karartmış faşizm gibi yeryüzünü. Rüzgar şimdi daha soğuk soğuk esiyor.
Ben de mi buralardan gitmeliyim diye bir soru yöneltiyorum kendime! Nereye gideyim? Cevabı düşüyor üzerime bir bombanın enkazı gibi. Oysa gitmiştim ona, ama o daha uzaklara gidişiyle ben kaldım bu cehennemin ortasında bir başıma! Şimdi akşam güneşinin son ışıkları nehire vururken gelen yakamoz bile sevinç verecek bir hava getirmedi. Yine de seyrettim onu! Başları ışıklı dağlar, gökdelenler gölgelerini yanlarına doğru uzatarak adım adım akşama yüklediler kendilerini. Neden bu kadar hüzünlüyüm ve beni üzen ve hüzünlendiren şey nedir? Neden bu kadar üzülüyorum ve kendimi neden bu kadar yanlız hissediyorum! Özlemini çektiğim şey nedir? Bir dost mu? Ya da bahar mı? Yeşillikler mi? Denizin mavisi mi? Olmayan memeleketim mi? Uzaklar bana neden bu kadar çekici geliyor? Oralarda buralarda olmayan neler var? Sorular uzayıp gidiyor! Ama ben cevabını biliyorum bu soruların: Sensizliğin Yanlızlığı içimde ve dışımda hissettiğim.
Günler acıyla ve aynı yalnızlık içinde birbirine benzeyerek geçiyor. Bu kenti her gün biraz daha isteksizce yaşıyorum! Belki ona biraz daha yaklaşıyorum, ya da uzaklaşıyorum. Anatılmaz bir acı beni gittikçe bütün bedenimi ve ruhumu kemiriyor. Bu kent de ve diğer kentler de yanlızım, aynen bu kent gibi. Yürürken birden bir bahçenin çitlerinden dışarıya taşmış bir öbek biberiye görüyorum ve bir kaç dal koparıyorum ve kokluyorum. Sen kokuyorlar bütün dallar ve içime çekiyorum senin yaptığın gibi. Güçsüzleşiyorum, garip ve yoksul bakımsız bahçelerin önlerinden geçiyorum, ağaçlar budanmamış, otlar burada biraz daha yeşil komşu bahçelerin patlayan borularından sızan sular sayesinde. Bu arada rüzgar biraz daha kuvvetlice esmeye başlıyor v eben kapşonumu kulaklarımın üzerine çekerek ileride ki lambadan sola dönerek bisikletimi itmeye devam ediyorum ve göklere doğru dönen bir anafor görüyorum. Gökyüzü bu akşam bir trajedi oynamaya meyilli galiba diyerek kenndi kendime mırıldanarak ilerliyorum! Yüreğimin fakirliğini aynen geldiğim ülkenin fakirliğine benzetiyorum. Tozlar ara caddelerden ve binalar arasından yapraklarıda birbirine sürerek uzaklara doğru savuruyor ve içim bir kez daha cız edeek yüreğimi sızlatıyor. Kendi kendime bu kez yüksek sesle „görüp göreceğin bu, bundan başka daha birşeyler göremeyeceksin! Nokta“ diyorum! Şimdi ne yapmalıyım!
Bu yürek fakirliği, bu içsel gariplik, gariplerin yurdunda, sana olan hasretlik urgan gibi dolanmış boynuma, katlan nasıl katlanırsan! Nasıl katlanayım ki? Gönlüm kendi kendinden razı olmayan bir tavırla hüzünleniyor! Yürüyorum fırtınaya rağmen. Ağlayasım geliyor ve ağlıyorum, ileride bir kadın bu soğuğa rağmen küçük bir beyaz York-Shir köpeğiyle gezinti yapıyor! Sigarasını içine çekip verdikçe soba borusundan çıkan duman gibi bir sis dağılıyor etrafa ve pis bir koku yayılıyor etrafa! Ağır yaralanmış bir askerin iyileşmiş hali var bu tanımadığım Alman bacımda! Suratı hayata yenilmiş ve acılarla büzülmüş olarak geçip gidiyor ters istikamete. O da diyorum yolunu kaybetmiş ve bu saatte, bu soğukta ve fırtına da yüreğinde ki yangınları dindirmek için havaya aldırmadan kendi havasında gidiyor. Uzaklaşıyorum, arkama bakmadan! Konuşsam bu insanla diyorum, ne anlatırdı, acaba bana, „hiç“ diyecek, „yok“ diyecek, „özür dilerim, gitmem gerek, köpeğimi gezdiriyorum“ diyecek ya da şaşkın şaşkın şişmiş gözlerime bakarak bir manyak, man kafa olduğumu ve neden bu saatte bir kadını rahatsız ediyor diyecek bu dangalak! Dinelse de duymadığı bir şey anlatmadığım için hayıflanacak ve „hoşça kal“ diyerek uzaklaşacak benden. Daha da uzaklaşıyorum, böyle kendi kafamda kurguladığım kurgularla! Lambalar artık gece moduna döndükleri için transit ve hızlıca geçiyorum caddeyi, tramvay ve arabalar gelmeden. Kafam uğuldamaya devam ediyor, içimde derin bir yara sızılıyor ve bir kaç dize geliyor aklıma hüzünlüsünden. Onları hemen WhatsApp denen cebimin sayfasına kayıt ediyorum! Şiire de acının şiiri diyorum! Yürüyorum. Yürümeye devam ediyorum. Burada ki ikinci el evlerin önünden geçiyorum, köşedeki orta büyüklükteki marketten son erzaklarını alanlar acele adımlarla sıcak kaloriferli dörtduvarları arasına yetişmek için davranıyorlar. Birazdan birbirlerine bitişik evlerine hapis olmak için ve aptal kutularını açıp, oralarda eğlenme adına programlara bakarak, diziler seyrederek aptallıklarına devam etmek uğruna belki de seviniyorlar kimbilir gidiş gelisleriyle 10 saati bulan bir iş gününün stresini atmak için. Buralarda diyorum kendi kendime, maddi fakirlikten çok bilgi fakirligi var, gönül zenginliğinden çok nesne zenginliği var, herkesin kapısının önünde arabası var, var da var, ama kapitalist toplumun insanı kendine yabancılaştırarak beraberinde getirdiği bir diyolog fakirliği var! Bütün caddeler sıra sıra metreyle dizilmiş gibi araba dizili. İnsanların yüzde sekizeni arabalarının içinde yanlızlar ve demir yığınlarıyla haşır neşir olarak yaşıyorlar. Birbirlerinin yanında, ama yaban duruyorlar! İlişkiler mekanikleşmiş, fakirlik dolu evler. İçlerine girsem de kendi köhne cehennemimde farklı bir şey göreceğimi sanmıyorum. Belki benim bunlardan fazla olan pek bir şeyim yok, kitaplarımın dışında! Yerde serili orta büyüklükte bir halı, bir tv, bir laptop, tablet, cep telefonları, … bir yemek masası, sandalyeler, pencere perdeleri, bir veya iki yatak.
Ben bunları düşünüren, yine aynı soru aklıma takılıyor! İlerliyorum durmadan, fırtına daha da şiddetlenmeden eve ulaşmalıyım diye! Gök daha da sihaylaştı, rüzgar soğuk soğuk esiyor, burnumun ucu üşüyor. Bu gibi vuruyor çiseleyen yağmuru yüzüme, yanaklarıma dökülen gözyaşlarımı yıkayarak. Daha derinlerde bir acı hissediyorum, hangi damarımdan geldiğini bilmemiş gibi. Biberiye tutamı elimde ve her seferinde burnuma tutuyorum, senin kokunu içime çekerek! Son lambaları geçmek için yaya yeşil ışığının düğmesine dirseğimle dokunuyorum isteksizce ve onbeş metre kadar yürüdükten sonra hemen sağda ki ilk aralığa büküyorum bisikletimin yönünü ve dev gibi asırlık asırlık ağaçların gövdelerinde ki ıslaklığı ve çatırdayan dallarını görüyorum fırtınalı yağmurda. Her günkü aydınlık yolda ilerliyorum ve açıyorum kapıyı ve bisikletimi sırtlayarak bodruma indiriyorum. Yağmur ve fırtına şiddetini daha da artırıyor bu arada. Kapıyı kapatıyorum isteksizce. Ve daha bir kaç hafta önceki güneşli günleri seninle yaşadığımız tatlı anılara bağlayarak anahtarı vurup açıyorum kapıyı giriyorum içeri ve ağlayarak biberiye tutamını bir büyük bardağa yerleştirerek bırakıyorum isteksizce masaya.
Ne yapmalıyım sorusu bir kez daha çınlatıyor kulaklarımı. Beynim patlamış gibi zonkluyor ve seyrediyorum pencereden gelen ve birbirine karışan ve kırılan ağaç dallarını. Geriye kalan acıları toplayarak! Sadece ağlıyorum! Oturuyorum yemek masasına ve başlıyorum seni yeniden yüreğime yazmaya!
H. Hüseyin Arslan- 14.10.2020