- 572 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
ABU
ABU
Patrona tatil için köye gideceğim dedim.
“Hangi tatil köyü?”
“Kayaköy” dedim.
“Kumköy olmasın. Yediklerin senin, çektiklerin bizim olur. Vizöründen tatil yapmış gibi olacağımız kareleri bekliyoruz.” dedi bir çırpıda. Bende onların düşlerini boşa çıkarmak istemedim. Göndereceğim fotoğraflarla belki gerçekle yüzleşeceklerdi. Herkes deniz, kum, güneş tatili yaparken ben orman ve oksijenin bol olduğu bir dinlence ve çalışmanın içinde olacaktım.
Kayıt cihazları, fotoğraf makinem tamamdı. Yolcudur Abbas Bağlasan Durmaz misali. Akşam 303 mercedesle ek seferli bir otobüs yolculuğuna hazırdım. Otobüs değil bildiğin kargo arabasıydı. Şehirde ne var ne yok yolcu beraberi yolculuk yapılıyordu. Otobüs kalkış saatinden yarım saat sonra hareket edebildi. Yolcular güneşin batmasıyla birlikte derin bir horlama yarışına girdi. Arada çocuklar ağlıyor, anneler ağzına susmaları için bir şeyler tıkıyor. Sonunda çocuklarda pesetti ve otobüste muavinle şoförün kuru gürültüsü vardı. Kahve getir, boş götür, su getir.
Terminale vardığımda benim dışımda herkesi bekleyen bir kalabalık, terminalde otobüsün yolunu gözlüyordu. Geldiğim firmanın bilet kesen görevlisine Kayaköy’ü sormak için içeri girdiğimde, pos bıyıklı, tepesi bir bozkır gibi kulağının arkasında bir tükenmez kalem olan adamla bankoya geldiğimde göz göze geldik.
“Buyur abim yolculuk nereye?”
“Beyefendi! Kayaköy’e gidecektim.”
“Biz oraya bilet kesmiyoruz.”
“Bunu öğrendiğim iyi oldu kim kesiyor yardımcı olur musun?”
“Köy minibüsleri aha, şu badalları çıktıktan sonra aşağı ağrın 100 adım. Tabana kuvvet, orada bir punar göreceksin onun hemen yan dibinde,” dedi.
Define haritasındaki yer tarifi gibiydi. Çıktım açık alınla badallardan aşaağrın yürüyerek punaru buldum. Bildiğimiz hayrat çeşmesi. Yağlı boyayla altına ‘içilir su’ yazıyordu. Gelmişken önüne suratımı yudum, yıkadım. Köy minibüsleri küçük meydanda doluşmuş etrafında köylüler dolaşıyor birileri iniyor birileri içine eşyalarını koyuyor bir hareket var. İnenlerin bir kısmı şehrin muhtelif yerlerine hacetlerini gidermek için dağılıyor. Sırtlarında çantalar, ellerinde eşyalar... Sonunda beni götürecek minibüsü buldum. Şoför başka birine alacağı yeri tarif ediyordu. Yolcu ise oranın pahalı olduğunu söylüyordu.
“Ben nereden bileyim pahalı olup olmadığını işini görecek malın orada olduğunu söylüyorum. Bak birazdan çıkacağım, ilk seferimde uzaktan gelen yolcuları bırakıp geleceğim o zamana kadar sende ihtiyaçlarını tamamlarsın,” dedi.
“Şoför bey sabah yolcularından birisi de benim.”
“Hoş geldiniz tanıyamadım sizi, nereye yolculuk?”
“Kayaköy’e.”
“Doğrudur... Neyle geldin buraya?”
“Şehre mi,? bu meydana mı?” diye söylediğimde “Buraya kadar..?”
“Yaya.”
“Bekleseydin şimdi oraya gidip gelen yolcuları alıp çıkacağız, diyen olmadı mı sana.”
“Sanırım ben akıl edemedim. O nedenle buralara kadar geldim.”
“Kime gideceksiniz?”
“İrfan Hoca’ya gideceğim.”
“Aaa bizim alimin misafirisin. O zaman bizim de misafirimiz sayılırsın. Atlayın arabaya, alacağınız bişey varsa şehirden bekleyeyim.isterseniz. Yoksa terminale uğrayıp çıkacağız yukarıya.” dedi.
...
Kayaköy’ün meydanına geldiğimde tombalak bir oğlan çocuğu... sağ elinde bir odun parçası, diğer eliyle akan burnunu siliyor. Ayakkabıları kendinden bir metre önde gidiyor. üstünde 10 numara Fenerbahçe forması...
Şoför, “Lan Memiş delisi! Abini bizim alime götürür müsün?”
Tombalak oğlan... Tereddüt etmeden “heee” dedi ve elimdeki çantayı alabilir miyim demeden yüklendi önümden gidiyor ben arkasından.
“Benim adım Veli, ya senin adın ne dedim?”
“Ben de Messi” dedi.
“Nasıl yani şu ünlü oyuncu heee..”
“Laf aramızda onun gibi top oynuyorum buradakiler taktı bana bu lakabu.”
“Niye Fenerbahçeli bir futbolcu değilde yabancı bir takımın futbolcusu.”
“Bak abim! yakıştıramadım sizin bu kılık kıyafetinizle o sözleri.”
“Tamam tamam özür özür...”
“İrfan hocanın neyi gelirsin ki?”
“Okuldan arkadaşıyım.”
“İrfan hoca bir garip.”
“Elindeki odun parçası ne işe yarar ki?”
“Burada it çok, yok yere ürüp dururlar çok da yamandırlar ısırdılar mı iyi et koparıyorlar onlardan korunmak için elimde hep olur.”
“Aslına bakarsak bir tür savunma silahınız oluyor değil mi?”
“Neye sayarsan artık.”
Birkaç sokak köpeği havladı. Tombalak kendinden emin bir şekilde yara yara yolları geçti. Nihayet İrfan hocanın kapısına dayandık.
Messi, “Emine Abu, Emine abu!” diye bağırıyor.
Sesine, komşu evin penceresinden beyaz tülbentli bir kız çıktı. “Lan kör olmayasıca ne eşek gibi anırıp durursun,”
dedi.
“Aba İrfan abinin misafiri var.”
“O zaman İrfan’a seslen. Sümüklü Tombalak.”
Beyaz tülbenti açılmıştı, hemen örttü.
“Essahtan evde yoklar mı?”
“Yoo seni gandırıyom.”
“Biz ona buralarda İbraam deriz. Biraz delicedir... Konuştuğundan pek bişey anlamayız.”
O da sordu, “Neyi olursunuz?” dedi.
“Okuldan” dedim.
“Aynı okulda mı öğretmensiniz?”
“Yok yok aynı okulu bitirdik de...”
“Heeee anladım, anladım...”
İrfan hoca bu kuru gürültü sonunda kapıda belirdi.
“Bu bağırtı çığırtı nedir Messi?”
“Abim bir bak!” dedi
O kadar yavaş geldi ki tüm konu komşuyla tanıdık bildik çıkacağız. Hala ortada yok... Penceredeki beyaz tülbentli kız boynunu daha da ileri çıkarttı. İrfan’ı gözetliyordu... Sarmaş dolaş olduk.
İrfan, “Ya sen ne adamsın böyle... Buraları nasıl buldun yahu...”
Cevap vermemi beklemeden Messi beni bırakarak tekrar köyün içlerine doğru elinde sopası, sırtında forması, kafasında futbol aşkıyla gitti.
Beyaz tülbentli kız biz içeri girene kadar mavi çerçeveli pencereden ayrılmadı. Toprak rengi bir duvar, mavi çerçeveli
pencere, beyaz tülbentli kız iyi bir fotoğraf karesi olurdu. Elimde olsa deklanşöre çoktan basmıştım. Çantamı aldı ve girdik içeri...
Büyük bir avlu, içeride elma ağacının üstünde meyveleri dururken, dut ağacı ise meyvelerini dibine dökmüştü . Salona geçtik. Salon, merdivenlerin hemen başında başlıyordu. Ortada renkli kilimler vardı. Hemen duvarların kenarında sedirler yanlarında yastık tarzı kamışlardan yapılmış koltuk tabir edilen şeyler. Duvarda su içen bir ceylan ve onu gözleyen bir arslan figürünün işlendiği kocaman bir duvar halısı, hemen karşı duvarda ise bir kahvede nargile içen bir insanın resmedildigi başka bir duvar halısı.
...
“Bizim oğlan, buralarda ne işin var, el mi attı yel mi attı?”
“Muallim bey sen davet etmiştin galiba unuttun.”
“Ya ya ya... Ne zaman, kaç yıl oldu... Köprülerin altından ne kadar sular geçti. Hatta o köprüler çoktan yıkıldı. Yıkılan köprülerin yerine betonlarını döktük bile.”
“Vahi geldi düştüm yollara, sizinkiler nerede?”
“Abum bostana, avam davar yanına gitti. Burada hayat, horoz ötümü başlar bizim oğlan. Zilli Zehra’yla ne konuşuyordun öyle?”
“Zillimi bilmem ama kızcağız yardımcı olmaya çalıştı.”
“Kızcağız hem de ne kız ama... Sana köyü ters eder... Ya da sulu dereye götürür susuz diye getirir. Bi de onun okumuş
halini düşünsene... Neler yapardı.?”
“Benim akranım.. Kimse dünür olmuyor... Kadınlar oğullarına istemiyor.. O kız bizi döver diye. Öyle birisini düşün...
Köyü neredeyse mum etmiş...”
“Cidden mi?” İrfan’ın bu anlatımları karşısında şaşırdım. Beyaz tenli güleç yüzlü bir insan bu kadar korkutucu olabilir
mi dedim , içimden.
“Gözleri ferfecir bir kız senden iyi hikaye çıkarır köye şimdi. Yarın patlatır bombayı sana söyleyeyim.”
“Bu ne bombası ki? Bir köylü kızından nasıl bu kadar korkulur ki?”
“Yarını bekleyelim görelim...
“Neler yapıyorsun?”
“Bana bakma ben okulda sayılarla, tatilde sözcüklerle zaman geçiriyorum. Elimde müthiş bir kitap var. -peygamberin son beş günü- ne güzel ben de heyecanlandım. Önce gerçekten öyle olduğunu düşünmüştüm ama okuduğumda ise ters köşe oldum.”
“Sahiden gerçek ne?”
“Aslında biliyorsun ne yaptığımı telefonla konuşmuştuk... Özel sektör öyle rahat değil. kendini hep güncellemen gerek. Her şeyi takip etmen gerekiyor. Bir şey kaçır da gör, adamın dumanı attırıyorlar.”
“Vay be, görende tüm dünyanın yükünü siz çekiyorsunuz sanır. Onu bunu boş ver, edebiyat sevdanın nasıl gidiyor.”
“Haluklar, ‘İz Bırakanlar’ adlı edebiyat dergisi çıkarıyor arada bir öykü gönderiyorum.”
“Ooo hayli güzel, yanında mutlaka getirmiş olmalısın?”
“Son iki sayıyı hediye olarak getirdim.”
Ne içelim demeden içeri girip çıktı elinde birer tas içecekle.
“Harika, ellerin dert görmesin.”
“Katıklarımızı ağaç yayıklarla yapıyoruz sahicidir.”
Ben ayranı içerken İrfan hoca heyecanlı bir şekilde dergiyi karıştırıyordu. Sanırım adımın geçti yerleri okuyordu. Adımı gördü ve ilk cümlelerini okuduktan sonra masanın üstüne bıraktı.
“Gel seni bir daha öpeyim. Okulda da iyi yazıyordun... Kalemin güçlü... Sözcüklerin bol olsun...” dedikten sonra “Benim gül hatırım için buralara kadar gelmedin değil mi?”
“Delikanlım, annen baban nerede?” dedim ve ayağa kalktım pencereden dışarıya bakıyorum zilli Zehra yine pencerede sağı solu röntgenliyor. Benimle göz göze geldiğinde başını bir kaplumbağanın yuvasına çekmesi gibi usulcacık çekti oradan. Yolun aşağısına baktığımda yaşlı bir kadın, hayli kilolu, alacalı bulacalı, eşarbıyla elinde bir sepet yaylana yaylana geliyordu.
Zehra yine pencereye çıkıp gelen kadına sesleniyordu. Heyecanlı heyecanlı “Emine bibi, Emine bibi misafiriniz var” dedi
Yorgun ve güzel sesiyle “Hayır olsun... inşallah” dedi.
“İbraam İbraam oğlum aşağıya insene şu gıdık ve sitili elimden al.”
Ondan önce aşağıya indim. “Ver ana ben alayım. Bizim oğlan katık yapmakla meşgul,” dedim.
Emine ana elindekileri bana verince eşarbını düzeltti. Dışarıya kaçmış saç tellerini de eliyle eşarbının altına itti. Kadın hayli şaşkın beni çıkartmaya çalışıyordu. Bense biraz önce içtiğimiz ayranlarla bulaşık olmuş, tasların yanına sitil ve gıdığı bıraktım. Gıdığın içinde kara üzüm, sitilin içinde de süt vardı...
“Ana ver elini öpeyim. İrfan’ın okuldan arkadaşıyım.”
“Öğretmenlik yaptığı okuldan mı?”
“Yok ana yok öğrencilik yıllarındaki okuldan... Hep davet ederdi İrfan bugüne nasipmiş,” dedim.
“Hee. Hoş geldin, sende bizim bir evladımız sayılırsın.”
İrfan tasları doldurdu bir tanede annesi için getirmiş ona uzattı. “Ana, sana bahsettiğim anarşist Veli işte bu... Bizi birçok olaydan korudu kolladı. Şimdi böyle tombalak birisi olduğuna bakma o zaman dalyan gibi delikanlıydı. Kavgada bir koydu mu oturturdu. Sen, o unvanını da unutmuşundur belki de.” diyerek yüzüme hüzünle baktı.
“Ananın kafasını anarşizmle falan karıştırma şimdi.”
“Oğlum sen okulun en delikanlısıydın ya. Her şeye karşıydın. Senin yüzünden hocalarla ve okul arkadaşlarımla papaz oluyordum. Söylediklerin doğru olup olmadığına bakmadan savunuyordum. Çünkü sen daha çok okur ve araştırır ve de tartışmaların içinde daha canlıydın. Bizde o sözcük yığınlarının içinde biraz kendimizden şeyler bulur biraz da yaşamın içinden. Ajitetif dilin etkiliydi söylemlerin anlaşılır ve vurucuydu. Tabi ki bizimde o etkinin içinde olamayacağımız düşünülemezdi.”
“Deme bizim oğlan. Aynı felsefenin içinde olduğumuzu düşünüyor ve çoğunluğuz diye seviniyordum.”
“O gün bizim sesimizdin. Haykırışımızdın... Bizi yer yer reformistlikle suçlamana rağmen. Marş söyleyişin bile içtendi, içinden gelen gür sesinle, biz kısık sesle katılım sağlıyorduk. Sahici değildik aslında. Varmış gibi yapıyor ve onunla yaşıyorduk.”
“Bak hele! Neler neler şaşırdım... Yıllar sonra itiraflar. Kendi adıma mutlu oldum. Güzel şeylerle anılmak ve anımsamak o yılları...”
“Sen kabuğuna sığmıyordun, biz ise kabuğumuzun içinde küçülerek büyümeye çalışıyorduk. Bizden olsa olsa devlet memuru olurdu bizde öyle yaptık.”
Ana eve geldi geleli hiç boş durmuyor emirler yağdırıyor ya da bir şeyleri alıp bir başka yere bırakıyor. “İbraam folluktan iki üç yumurta kap gel de misafirimizin karnını doyuralım. Ekmek teknesinden bazlamaları da çıkart. Köy kahvaltısı yapalım.”
“Hep unuttum ana” dedi. Bir koşu gidip geldi.
Anası biraz mahcupça, “Kusura bakma oğul, köylük yer hazırda ne varsa koyduk önüne.”
“Karnımızı da doyurduk bizim oğlan köyün içine doğru bir yolculuk yapalım istersen yorgunum falan demiyorsan tabii ki.”
“Önce şu çantamdan malzemelerimi alayım. Hadi! o zaman hazırsak,” dedim.
“Hıımm bizim buralarda malzeme deyince akla silah gelir. Senin silahında tabii fotoğraf makinesi. Herkes için malzeme değişiyor mutfakta kadın için bir sitil, marangoz için rende. Makine hayli güzelmiş. Bunun fiyatı el yakıyordur herhalde.”
“Bilmiyorum el mi yakar cep mi? Bunu zamanında patrona aldırmıştım. Hadi şöyle bir dur da birkaç karenin çekeyim. Elim gözüm alışsın vizöre.”
“Zaman kaybetmeden köyün dışına doğru gidelim, oralar fotoğraf için gayet uygun mekanlar. İçerilerde köylüler rahatsız olabilir... Rahat çalışmak için bu taraf iyidir. Sahi anarşistlik nasıl gidiyor. Kurulu düzene yine karşı mısın? Sen köylülerle ittifaka iyi bakmıyordun. Onları lümpen, küçük burjuva olarak görüyordun. ‘Var olanı korumak için mücadele ederler,’ diyordun. ‘varı korumak’ kulağımda asılı kalmıştır.”
“Aklında benimle ilgili hep politik şeyler kalmış.”
“Ne olacaktı ya... Devrim mevrim yapmaya hazırlanıyorduk... Değişimi de kendimizde yaratarak yapacaktık. Her okul dönüşü köye döndüğümde bu toplumla yüzleştim. Devrim sevdam ise bu yüzleşmede beni bıraktı ya da ben onu bıraktım. Sana her defasında konuyu açmak istedim ama beni korkaklıkla, çalışmamakla suçlayabileceğini düşünerek sustum.”
“Ooo geç bir itiraf, oysa zamanında söyleseydin geçmiş yıllarımızı başka bir türlü değerlendirirdik.”
“Heee. Kızlarla günümüzü gün etmeye mi çalışırdık büyük olasılıkla.”
“Niye öyle düşündün ki, politikaları geliştirme bağlamında saha çalışmaları yapardık. Biz okuldan bakıyorduk. Zaten
her türlü değişimin içinde olan bizler, birçok şeyi görmekte zorlandık ya da pas geçtik ya da kör yanımıza geldi.”
Birkaç fotoğraf çektim. Bir mekan seçerek İrfan’ı bir taşın üstüne oturttum, elinde de aksesuar bağlamında fotoğraf
makinesinin çantası gıkı çıkmadan beni dinliyordu.
“Bizim oğlan şimdiki gibi o zamanda gıkımız çıkmamıştı. Biraz yaramazdık, okullar bizi eğitmek için mi vardı yoksa
bizi ehlileştirmek için mi?”
“İrfan, hayat insanı zapturapt altına alıyor ve enerjisini bitiriyor, soluk alamaz oluyorsun bazen bir fotoğraf karesiyle soluk aldığım oluyor. Bazen okuduğum bir şiir, ya da yazdığım bir öykü nefes almama neden oluyor. Söyleyeceklerimi öykülerdeki karakterlerimle hayata bir karşı duruş oluşturuyorum. Onlar sesim, soluğum oluyor nefes alıyorum.”
“Yolculuk nereye şimdi?”
“Hiçbir nedenim olmadan yüksek lisans yapmak istedim. Özel bir üniversitede “halk bilimi ve folkloru” üzerine yüksek lisans yapıyorum son dönemim ve tezim yaşayan diller ve folklorlar.”
Nereden dediysem. İrfan aldı sazı eline vurdu tezenesine. “Sen ha... Bu halk kültür mü yaratır. Yarattığı şeyleri sığı ve geri buluyordun şimdi ne oldu ki?” dedi.
“Yani sen yine vurarak konuşacaksın benimle... Ektiklerini biçme zamanı diyorsun...İnsan değişemez mi? Belki değişimi görmek ya da değişmemek nasıl bir şey yerinde görmek diyelim buna. Senin okul döneminde hep bahsettiğin köyünde yaşayan dili ve folkloru incelemek bugüneymiş. Gerçekten yolculuk boyunca bolca örneklemelerle karşılaştım. Kendimi farklı bir coğrafyada hissettim. Fonetik olarak yabancı değil ama o kadar farklı sözcük kullanımları var ki uygun bir saha seçimi yaptığıma karar verdim. Hele sizin köye girişimle birlikte dilin bu zamana kadar yaşamasına çok şaşırdım. Senin dilinin bile canlılığını gördüm. Neydi, ava, abu, bibi, sitil, gıdık, davar, bostan, badal ya bu sözcükler ne kadar yaygın kullanılıyor. Ha birde kadınların baş bağlamaları ve renkleri , birer sosyal mesaj niteliğinde...”
“Ooo!!! Benim için sen değerlisin. Yoksa kime takılacağım.” dedi tüm enerjisiyle ve alaycı diliyle.