- 853 Okunma
- 9 Yorum
- 4 Beğeni
Su itleri
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Çocukluğumda yaz tatillerim Akçakışla Köyü’nde geçti. Kırsal hayatı ve köy yaşamını tüm yönleriyle çok iyi bilirim. Aynı zamanda, köy odalarında dile getirilen sözlü anlatım geleneğini ve Anadolu halk edebiyatını yakından tanırım.
Bizler küçükken, köyümüzün içerisinden geçen ve yörede "Öz" adı verilen (Orta Asya Türkçe’sindeki, akarsu anlamına gelen "Öğüz" kelimesinin farklı bir söylenişi olduğunu yıllar sonra öğrendiğim,) Kaldırak Irmağı’nda oynar ve yüzerdik. Irmağın suyu o zamanlar boldu.
Bazı akşam üzerleri bir çocuk bağırması duyulurdu: "Su itleri geldiiiii!..." Bunu duyan biz çocuklar da su itlerini izlemek için ırmağın kenarına koşardık.
Eve dönünce babaannem kendi kendine söylenirdi: "Eskiden su itleri Öz’ün içinde hoplaşırlardı. Şimdi çoluk çocuk, su itleri geldi diye seviniyor da izlemeye gidiyor; gördük diye seviniyor. Su itleri de kayboldu..." Babannem hem haklı idi hem de yanılıyordu. Haklıydı, çünkü: Su itleri onun gençlik yıllarına kıyasla gerçekten kaybolmuşlardı. Yanılıyordu; çünkü daha bütünüyle yitip gitmemişlerdi. Peki şimdi durum ne? Ben su itlerini izlemeye giden ve onları gören son neslin bir ferdi olarak kaldım. Şimdi köy çocuklarına "Su iti"ni sorduğunuzda şaşkın şaşkın bakıyorlar yüzünüze... Tanımıyorlar o hayvanı. Varlığından bile habersizler. Çünkü yok oldular bu sevimli hayvanlar; belki de çok az kalan nüfusları ile insan elinin değmediği sınırlı alanlara çekildiler.
Öz’e kirli atık sular bağlandı bir zamanlar. Basit bir ağla bir gecede çekilen balığın 3 evi doyurduğu sularda balık kalmadı. Su da kalmadı ya... (Belki abartıyorum ama o koca ırmak bir dere kadar ufaldı.) Köyden kente hızlı göç sadece belki de bu konuda fayda sağladı da, insanların köyleri boşaltmasıyla birlikte ırmaklar yeniden toparladı kendisini.
Ben ise "Su iti"nin aslında "Su samuru" olduğunu 15 yıl sonra öğrendim.
Ne istedi insanoğlu bu zavallı hayvanlardan? Su itlerinden ne istedik? Ben cevabı bilmiyorum.
***
Anadolu sözlü anlatım geleneğini yakından tanıdım kendi köyümüzde ve çevre köylerde... Eskiden kış günlerinde, köy topluluğunun ortak malı olan köy odalarında ocağın etrafında günlerce, hatta haftalarca süren masalsı öyküler anlatılırdı. Bunlar teknolojinin henüz gelişmemiş olduğu dönemlerde dizi filmlerin, arkası yarınların yerini tutardı. Ben, çocukluk yıllarımda bu sözlü anlatım geleneğinin son örneklerine tanık olma fırsatını yakaladım.
Kaldırak Irmağı ve orada yaşayan su itleri (su samurları) için ve de tıpkı onlar gibi doğal yaşamın bir parçası olan ve yitip giden Anadolu sözlü anlatım geleneği için yapılabilecek birşeyler varsa yardımcı olabilmek adına elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Çünkü doğayı kaybetmek, geleceğimizi kaybetmek demektir.
Sözlü geleneği unutmak demek edebiyatın bir ayağının aksaması demektir.
Eserlerimi yazarken hep bu anlayışla yaklaştım.
Deniz Karakurt
YORUMLAR
“Su itleri”... doğa da bilmem ama hayvanat bahçesinde sık sık rastladığım bir hayvancık. O kadar sevimli ki saatlerce izlerim. Benim oğlan da ( üç yaşında ) bilir o hayvanı, aslında çoğu hayvanı tanır, hatta geçen hocası; “tanımadığı bir hayvan var mı?” diye sordu!
Evet, doğamızda bunu belki göremeyiz, üzücüdür, ama gerçektir aynı zamanda! Kabullenmek gerek derim hep! Ve çocuklarımızı alıp hayvanat bahçesine veya bir çiftliğe götürüp hayvanları da tanıtabiliriz! Ya da eline tablet vermek de olur aslında - seçim bizim! ... ya da özel bahçede yaşayana. En azından çocuklarımız canlı canlı görsün!
Yazınızı çok beğendim! Kaleminize, kelamınıza gam değmesin efendim.
Saygı ile...
sevgili ustam,
yazınızı okudum ve bellek denen şu acımasız filmi hayatımızın...
su vardı, dereler dolar taşardı. Sivas'ın bir köyü,
şeker çuvalından yapılmış o bembeyaz donlarımızla girdiğimiz temiz su
bir zaman sonra çamurun kızılına dönüp, iyice işleyince donumuzun beyazına,
ebem rahmetli kıyamazdı ama, annem çok yakardı canımı , kaçmaya çalışsam da:)
sonra , özellikle kış ayları sıcak bir köy odasında söylenen, okunan Anadolu ruhuna
ve Hz. Ali'ye dair cenk anlatıları .
iyi ki bilmiş ve iyi ki yaşamışım diyenlerdenim hem yazınız zamanındaki
ve hem de gelinen günde kaybolur gördükçe nice güzelliğimizi...
eyvallah.
Ne kadar benzer yönlerimiz var sizinle değerli Üstadım. Hani derler ya "Tıpkısının aynısı " köy yaşantılarımız.
Murat nehrinin kenarında büyüdük akranlarımızla körpe ördek yavruları gibi kıyısında yüzer dururduk. Biz de suiti derdik su samurlarına. Ve şimdi Murat suyuna üç gem vuruldu, ne suitleri ne de bildiğimiz ördek yavruları kaldı.
....................................
Yine tıpkısının aynısı yaşadığımız köy odaları...
( Turnanın Feryadı ) romanımızdan
............... Adil dayının yaşı ilerlemişti. Buruşuk esmer yüzünde yılların biriken yorgunluğu iyice hissediliyordu. Çoğu zaman düğünlerde ya da bayramlarda tıraş ettiği sakallarına karadan çok aklar düşmüştü. Çapaklı gözleri çukura kaçmış, hareketleri kendiliğinden ağırlaşmıştı. Alnındaki derin çizgilerin her biri yoksulluğu ve ezilmişliği ifade ediyordu. Eski sade gri puşi başından düşer gibi duruyordu. Sırtındaki ceketi güneşte solmuş, şalvarı yamalıydı, yaz kış yün çorap giyerdi.
Bıyıkları kırlaşmış, saçları beyazlaşmış, bakışları donuk olan Adil dayı elini ceketinin iç cebine atar, yarısından fazlası pas tutmuş metal tütün tabakasını çıkarır, hiç istifini bozmadan sigarasını sarar, yine hiçbir şey olmamış gibi tütün tabakasını sol yanında oturan Şeyh Şirin’e uzatırdı. Adil dayı her zaman yaptığı gibi işi ağırdan alırdı. Bağdaş kurduğu minderde yarım doğrulur, sol ayağını ileri uzatır, sağ ayağını altına çekerek oturma düzenini değiştirirdi. Küçük karısı Elmas’ın sunduğu bir tas sudan iki yudum alır, sağına küllüğün yanına koyardı. Sarı renkli İran naylonu doksan dokuzluk tespihini cebinden çıkarır, sağ eliyle tane tane çekerdi. Çoluk çocuk insan dolu odada tespih tanelerinin şakırtısından başka ses duyulmazdı. Sigara dumanından tavandaki isli mertekler görünmez olurdu. Kaçak tütün acı kokardı.
Çocuklar sabırsızlık içinde Adil dayının hiçbir hareketini kaçırmadan kırışmış yüzüne merakla bakarlardı. Çocukları severdi. Oturma düzenini değiştirirken sol ayağını altına çeker ve kelimeler kendiliğinden, acele etmeden dökülürdü ağzından. Kuş olur uçar, sel olur akardı, hikaye anlatırken.
...........................................
Üstadım, beni çok gerilere götürdünüz, Allah sizden razı olsun...
Çok güzel bir yazı kaleme almışsınız,tebrik ediyorum hocam.Ancak bir görüşünüze katıl mıyorum. Köyler boşalınca sular kurtulmadı, hatta daha da kurudu...Nehirler akarsu oldu, sonra dere...Şimdi kuru dereye döndü.Çünkü dağı taşı sahiplenen büyük toprak sahipleri her yere kuyu vurdu.Ve kaynaklar malesef yaz gelince kuruyor.Kışın sonuna doğru nehirler akarsu oup akmaya başlıyor, yazın yine kuruyor...Belki de Türkiye'nin en önemli problemi su kaynaklarının doğru ve verimli kullanılmaması...Çocuklarımızı vatansız koymak ancak bu yolla olurdu... Unutmayalım ki bütün medeniyetler suların olduğu arazide yeşermiştir....
Evrenin zamanla bir derdi yok. yüz milyonlarca yıl ozon tabakasının oluşması için bekleyebiliyor ve hiç hayıflanmıyor. Dinazorlardan da bir şey istememişlerdi, mamutlardan da... işleyişin bu olması nedeniyle nesilleri tükendi ve bir sürü canlının da nesli tükenecek ki başka bir canlı üreyecek. Evrim yoluna devam ediyor, bazen biz insanlar aracılığıyla bazen bir göktaşıyla bazen de buzul çağıyla oluyor.
Konu ve işleyiş çok güzeldi. Teşekkürler bu güzel hikaye için.
Çok teşekkürler çok güzeldi..
Ne o su itleri ne de, köy odalarında toplu sohbet eden insanlar artık bireysellik, yozlaşma paylaşmama duyguları kaldı. Allah öyle bir hastalık verdi ki, ayrım ayrım olduk..
Her şeyin başı birlik beraberlik dirlik sağlıktır. Büyüklerimizin sohbetinin kıymetini de, bilemedik. Şimdi arasak bulamayız..
Emeğinizi, yüreğinizi kutluyorum. Selamlar.
ne istedik biz doğadan da vermedi ki
en son canını istedik onu da alıyoruz ancak unuttuğumuz bir şey var
doğanın intikamı gerçekten korkunç oluyor!!
ve biz o intikamı çoktaaan hak ettik. Elimizin değdiği ayağımızın bastığı yer yeri yok etmeyi marifet sayıyoruz adına da çağdaşlaşma ilerleme vs vs vs.
insanoğlu çok oldu haddini bilmeyi doğa ona öğretiyor ve sağlam bedel ödemesine rağmen inatla savaşmaya devam ediyor hem de bu savaşı kazandığında kaybedenin gene kendisi olacağını bile bile ...
doğa asla kaybetmez