- 766 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
'olmadığın zamanlara'
Bu bir şiir olabilirdi ya da karşına alıp, söyleyemediğin ne varsa, söylemek istediğine karşı haykırış… Şimdi ne önemi var? Zamanı gelince söyleyeceğin dediğin ne varsa, zamanı geldiği için söylenmemiştir. Vakit, uslu bir çıngırak kadar hareketsiz dururken, iyilik damarlarından boşalır ruhsuz bir söylem. Ne gereği varsa, gereği bile kalmışsa, gözlerinden okunur gereksinimlere dair denklem.
Yüzümü astıran bir ömrü tüketmeye nasıl da hevesle ağlamışım! Boş lakırdılara, şeylere hayranmışım! Bu ben, benmişim soytarısı hüznümün. Aslında olan kara toprağın içine ellerimi uzatmışım. Fakat yine de arzu duymuşum. Kimi zaman yemek için, su için, aşk için ve inanmışım aşkın sevgiyle var olduğuna. Bunun için yıllarımı vermişim. Ömrümü de veririm çok mu? Yazmış, söylemiş ve öpmüşüm dudağımı güzel gördüğüm dudaklar içinde. Fakat yine de yara almışım çoğu zaman. Devrik cümlelerim nasıl da dağınık ve nasıl da toparlanamaz şekilde umudumu yitirip, gecenin bir vakti beni sessizce anladıklarına inandığım kedilerin, köpeklerin, dalgaların, martıların, kayaların arasında kalmışım! Yine de yara almışım. Alışkınım; bu bir mecburiyet ise dayanılır gibi olmasa gerek! Hadsiz acıları acımasız tiranların yüklediği bir devrin beşiğinde hangi sancımın yürekten olduğuna dair insanları inandırabilirim ki? Buna ihtiyacım olup olmadığını düşünmüyorum. Böyle bir şeye ihtiyacım hiç olmadı. Anlatmak için hangi kapıya başımı yaslayıp, kapının ardında durana her bir şeyi gönül rahatlığıyla nasıl anlatabilirim ki?
Mutfağın tam ortasında dünyanın merkezinde duruyormuş gibi bekliyorum. Mermer bir taş, birkaç temizlik sıvısı plastiği içerisinde sakin ve pembe bir tespih mutfak dolabının tutacağından sarkıyor. Bacak bacak üstüne atmış afili bir yenge anlaşıldığı kadarıyla. Umursamaz değil ama çokta güzel bir yenge diyelim. Yengeler de hep güzeldir de cesaret edemezler insanlar dile getirmeye. Hep bir yalancı, imansız bir saygı ağızlarda! ‘Yenge, enişte beye selamlar. Ne ihtiyacınız varsa, abimin başı gözü üzerine!’ Yenge… Ağızlarda pelesenk imansız bir yalan gibi hatta! Eski bir arkadaşın bir anda çıkıp senden utanmadan ve umarsızca arabanla üç saatlik bir yere gidip, gelme adına diretmesi gibi bir şey! ‘Yakıtı senden olsun. Ben yemek ısmarlarım ikimize de!’ Sonuçta kuzeyin güzel Cermenlerine ait bir yapı marketinden şifonyer alıp geleceğiz ve tüm günü hiçte istemediğim bir şekilde geçirmem için diretilen bir talep! –Reddedilmiştir! Keşke böylesine inatçı olabilsem ve söyleyebilsem istemediğimi! Hayır, önce ufak tefek bahaneler bulmalıydım. Sonra yalanlar nasıl olsa gelir! Kalp kırmamak için kendi kalbimi mi kırmalıyım? Sonuçta mutsuz kılınan, hadsiz bir talep sonrası hiçte memnun kalınmayan eski arkadaşın afrası, tafrası ve küçük yalanlar tayfası! Böylesine basit bir geçirgenliğim var işte! Kim gelse sevebilirim doyasıya ve kim ufacık ‘canım’ nidalarıyla yanımda durup, bana gülümsese, tüm hayatımı onun için adayabileceğini zannedecek kadar da hiçte masum olmayan bir aptalın tekiyim!
İnandığım doğrular, neyse onlar, insanlığın çehresine uymamış gibi hissediyorum. Bu da bir yanılgı ya; futbol, politika, sinema ve aynasızlar illegasyönü karakol, hükümveren sarayı, deliler koğuşu, kirli ve terli kırmızı koltuk sevdalıları! Önüme işlemediğim suçlardan dolayı beyaz kâğıtlara kabahatim yazılmış. Ben ne mi yapıyordum? Hiç sekmedi! En yalnız olduğumu düşündüğüm, kısık bir kombinin var ettiği yalancı güneşime sarılıp evin bir köşesinde battaniye içinde kıvrılmışken, bir çay bardağına ayçekirdeğini sevmişim. Demli bir çaya tav olmaya sevmişim. Evet, evet hiç sekmeden, hiç kırıldığımı itiraf bile etmeden, tüm suçları üzerime alıp avuç içlerini doya doya öpmeyi sevmişim. Kimi an gelmiş ki, bir yıkık kadar düşüp savurduğumda bana ait olan ömrü, tutup kaldırmaya eski ve de seni anladığına inandığın dostların tek sözü yetmemiş.
Şimdi eskiden bir şeyler özleyip, sakin kafayla ağzımın içindeki yaraları umursamadan zevkle bir sigarayı bitirmek peşindeyim. Daha renkli yalnızlıkları insan tadabilir mi diye düşünürken, ey çok vefakâr dostlar, neredesiniz? İçten selama afili gülümseler biriktiren; dilini, ezberini, gönlünü bu uğurda harcayan ve her harcamada bozuk para kadar değersizleşen beni, nasıl da çabuk unuttunuz? Bir an geldi ve nasıl da her şey birdenbire oldu da haberimiz dahi olmadı diyebiliriz. Yarın burada yeni falso ya da doğrusu gerçek bir paso ellerimizde buradan geçip gidebiliriz.
Her şeyden biraz ama bu biraz fazla oldu. Bir sigarayı daha iki parmağımın arasından söndürürken, acı hissetmek için nasıl da zorladım kendimi! Kaç yıl, kaç mevsim geçse dahi, üzerime sinmiş, cılız ancak neşeli bir sesin dile getirdiği oblomovculuk oyunu hiç çürümeden, tertemiz haliyle aynada karşımda! ‘Siz Bay Oblomov, tam olarak İlya İlyiç Oblomov; suçunuz sevmek değil, bir türlü sevildiğiniz gibi sevilmemek! Bu yıllarca her türlü soydan insanın dile getirdiği, özetle sonunda ölümün olduğu basit bir hikâye gibi size gelebilir. Keşke sizi düşünen, size değer verdiğini gerçek anlamda gösteren o arkadaşınız gibi hayata bir tavır alabilseniz! İşte zenginlik! Evler, arabalar, yaz tatilleri, kaç yıldızlı istersiniz efendim? Sevgi sözcüklerinin, canımların, güzelliklerin materyalist döngüde çiğnendiği ve nasıl da piç bir çocuk kadar kapı dışarı edildiği dönemde iyiliği düşünüp, kendinizi yoruyorsunuz? Masal mı bu? İnsanların gözleri, mimikleri ve yüz hatları hiçte öyle söylemiyor. Karşısına çıkmaya mı korkuyorsunuz? Güçsüz bir can mı yoksa ten miydi? Ten seven erkek, can seven adamın hangi sözüyle karanlık bir George Wells’in hikâyesinde ölüverdi? Uçunuz kelebekler, sinekler ve zahiri gölgeler. Anlaşılmadığın bir dünyada, anlaşılmaz olduğun kadar acınası bir hayatın kıyısında kuru bir ekmek ve bir tas kan rengi çorbayla günü geçirip, yitirebilirsiniz hastalığın tüm safhalarını. Çünkü yitim sadece var olan için değil, var olanı mahveden içinde geçerlidir. Son geldiğinde, o beklenmediği ifade edilen ve hatta iddia etmekle bazılarının yükümlü olduğu lahza, kaç yitimin nefes bükümüdür? Bölünüz, burada ağıt için ince ince renkli iplerle bebek bereleri, hırkaları, yelekleri dokuyunuz. Ve Sayın Oblomov, siz de ağlayınız! Mutsuz kızlar, oğlanlar, kadınlar ve adamlar için! Ağlayınız ki belki taş kesilmiş sözlerdir! Kalp henüz canlıdır. İçte, saklı ve gözükmediği için insanlar da nasıl da kalpsiz gibi davranabiliyor? Kalbi ağzında bir kuş gibiyim. Kanatlarım mı? Korku ve ümit; nasıl da bahtiyarlar acıya maruz kalabildiğim için! Ben Bahtiyar, soyadım Naçizane; geçiniz, bunları da ateş olup içinizde eritip, mahvediniz!’
Benim gibilerin kabahati her zaman daha görünür olmuştur. Başta anlamsız gelir, akıl soğumaya bırakır kalp içinde dile getirilmiş ne varsa! Zaman soğutur kalbin içindekini bile. Eğer bir ölüm olsaydı, canlı kanlı birinin toprak altına zorla sokuluşundan bahsediyorum; kırk gün geçirdi, kırk mumdan her biri gün be gün sönüp dururdu. Fakat bir mum hiç sönmemecesine yanar dururdu. Kimi zaman onun o cılız ateşi nasıl da ürkütürdü insanı! Ancak benim gibilerin kabahatinden bahsediyorum. Görünür ve sanki dişe dokunur bir şey yapmışçasına her zaman daha acımasız, duygusuz tepkiler alınır. Karşıdaki insan hayatındaki en mantıklı sözü, benim gibilerin yanında söylemeye bayılır. Haddinden fazla -bir de benim gibi erkekse- duygusallığın gerçek dünyada pek de bir önemi kalmamıştır. Rol yapabilmekse maksat, hiçte rol için gücü kalmadığından vazgeçer. Damağa dokunan ayrılık zehri, bütün vücudu sarana kadar ağır ağır saatlerle, günlerle yarışır.
Ne diyordum, sahi, ne geveleyip duruyorum? Yağmurlu günler sonrası. İnat eder miyim bilinmez ama buraya kaç defa daha geleceğimi Tanrı bilebilirdi! Eski hiçbir şeyin değerinin kalmadığı, mezat mezarına dönmüş bu karanlık coğrafyanın ortasına sızan yeşilin tam ortasındaydım. Belki arka plan için yeşilliklerden bile bahsedebilirdik –eğer dürüst ve insan kalabilseydik!
Üzüldüm diyemeyeceğim. Öyle yalnız dahi hissetmedim. Aldatılmış ya da yalanlar içerisine atılmış gibi de düşünmüyorum fakat bir cevap hakkı doğduğuna dair inancım her dakika boyunca artarken, onu görünce omuzlarından ‘herkes de buna dâhil miydi’ diyerek silkeleyecektim.
Dört kangal kırması köpeğin ortasında oturmuş, yanan ateşi seyrediyordum. Verdiğim ekmek parçalarından tam olarak memnun değillerdi. Hata başta onlara ekmek atmış olmamdı. Hiçbir şey yapmam gerekmiyordu. Bir soylunun asil yalnızlığıyla ve yalanların yüce kahkahalarıyla güneşi söndürmeye gayret edebilirdim.
Kömüründe vakti gelmişti. Günün ilk ve son yemeğinin tertibatında sıkıntı yoktu. Yıllardır kullanmaktan imtina ettiğim odun kömürlerini eldivenle köz olmaya yakın odun parçacıkları üzerine atarken, bir arabanın az ötemde durduğunu fark ettim. Dört köpek ve ben geniş çayır arasında yapayalnızken, arabadan inen iki insanın varlığını memnuniyetle karşıladım. Başımı çevirdiğim an istemsizce muhabbete başlayacağımız an çok yakındı.
‘Gelin buraya’ dedim. ‘Ateşin yanında biranızı yudumlayın.’ Sağ tarafında beylik tabancısı bulunan ve yaşı diğerinden daha büyük olanı daha konuşkan olduğu belliydi. Poşetlerin birinde çekirdek olacaktı. Onlara uzattım. ‘Nerelisin’ diye büyük ve silahı olana sordum. Memleketi senin memleketindi. Adını söyleyip, seni tanıyıp tanımadığını sordum. Seni tanıyordu tanımasına ama eliyle ‘boş ver onu’ dedi. ‘Neden, ne oldu, kötü mü aranız’ diye sordum. ‘Değişik bir arkadaş’ diye senden bahsetti. Seni görüp görmediğini, iletişiminizin olup olmadığını sordum. ‘Yok’ dedi, ‘yıllardır ne yaptığını pek bilmem.’ İstemsizdi soracağım soru: ‘Burada kimi kimsesi var mı?’ ‘Var tabii’ dedi, ‘annesi, babası, abisi burada yaşıyor.’
Tarih baştan yazılmalara alışkındır. Olgular ne de serseri çocuklarıdır Tarih efendinin! İnsan ister istemez gönülden bağlı olduğuna karşı gönülden kırılası geliyor. Kırıldım. ‘Bana bu söylediklerin ardından herhangi bir yalan söylemediğini de ekler misin’ dedim. ‘Yahu niye yalan söyleyeyim arkadaş, hepsi doğru. Seni kandırmış besbelli’ derken, görünmez duvarların kahrolası seslerinin ardından tozları burnuma ulaştığında artık hiçbir şey göremez haldeydim.
Gelen telefon yanıma on beş dakika önce gelmiş iki insanında alelacele ayaklanmasına sebep olurken, ‘az daha otursaydınız’ dediğimi hatırlıyorum. Neden böyle bir talepte bulunuyordum ki? Daha çok kırılmak, kendi başıma senin hakkında düşüncelerimden uzaklaşıp, seni başkalarından daha rahat şekilde duymak için miydi bunların hepsi?
Hasta mıydın? Sanmıyorum. Asla bir hastalık bu kadar insanı kendi içinde kapalı kutu haline getiremezdi. Bir an için küçük hanıma ihtiyaç duyumsadım. Kendisinin pek de umurunda değildim ama en azından senin hakkında yıllarca ara ara bahis açtığım olmuştu. En azından düştüğüm bu durum hakkında daha gerçekçi bir çıkarımda bulunabilirdi. Sahi, o bile kendi duygularına yenik düşmemiş miydi? Gecenin bir vakti arkadaşa onun adını anmıştım. Haftalardır görüşmüyorduk. Gece bir olmalıydı sanırım ve tek kelime kendisinden mesaj gelmişti. Nasıl da gururluydu! ‘Neden yazdın’ diye sorduğumda bana izlediği bir film sonrası, filmde affetmekle alakalı kısımlardan etkilendiğini ve beni sorguladığını, bana şans verdiğini dile getiriyordu. Rus romanlarından alıntı karakterlerden ne farkımız kalıyordu ki; ellerimiz ve gözlerimiz hariç! Gecenin bir vakti arabaların arasına sinip, ona onu nasıl sevdiğimi anlatıyordum. Bunların hiçbirinde bir beklenti yoktu. Herhangi bir sevgililik soytarılığıyla da alakası yoktu. Ruhun et kan cisimleştirilişine ait bir düzenbazlık bile sayılabilirdi! Kendisini nasıl ve neden sevdiğime dair sıraladığım kelimelerin haddizatında icabet ettiği nokta, onun bulutundaki küçücük bir kara noktadan ibaretti. Bir türlü beni anlamıyordu ve biliyordum ki ömrü hayatı boyunca ne zaman aklına düşsem anlayacağı biri olmayacaktım.
Uzun bir süredir kendisinden haber alamıyorum. Bunun küçükte olsa muhabbet edip etmemizle alakası yok. Ben hiç kimsenin görmeyeceği bir kâğıda bile onun hakkında yazıversem, biliyorum ki bunu hissedecek! Belki konuşmalarımızı, yağlı kâğıt üzerinde gezinen yalnızlıklarımızın geçiştirdiğimiz muhabbetlerimizi tamamen unutacağız ama isimlerimizi unutmayacağımızın farkındayım. En yakın gördüğüm insanların bile bazen beni anlayamadıkları anlarda, yine de adını kirletmeden dilimin ucuyla onu anıyorum. Zihnim ve kalbim öylesine ayık ki, dile getirdiklerim marazi bile atfedilse ve farazi bir düşkünlük olarak sevgim belirtilmiş olsa da saygı duyuyor ve duyuyordum. Fakat her şeyin bir sınırı vardır değil mi?
Bazı dostlarımda var ki, onların dürüstlüğü insanı nefret ettirebilir. Ancak nefret ettiğim dürüstlüklerine karşın, onların değerini yücelten, yıllar geçse de anlayışlarının daima apaçık olduğu bu insanlar anlatmaktan korkmuyorlar. Dil ucuyla konuşmuyorlar. Beni bile şaşırtan bu dürüst davranışları karşısında bazen korkuyorum fakat bu korku iyimser tarafıyla beni cezbediyor. Ayinin ortasında otağı terk eden küfürbaz gibi yine de onu kimi zaman andığımı dile getirmeliyim.
O olmadığı zamanlar sıradan hissetmeye başlıyorum. Yine aynı duyguların etrafımı sardığımı hissediyorum. Saat altıya geliyor olmalı. Kuşların sesleri günışığına eşlik ediyor. Burada olsaydı, koltukta uyuyakaldığım için bana kızacaktı. Bu aralar çok fazla düşünmeye başladım. Yatakta beraber uyumadığımız için bana sitem ediyor biliyorum ama korkuyorum. Bana sarıldığı zaman her şeyi unutuyorum. Sıcaklığını sırtımda, boynumda, bacaklarımda arıyorum. Bunun için tek yapmam gereken yanına gidip, yatağa uzanmak fakat yapamıyorum. En son siteminde nasıl da haklıydı:’ Sen benden değil, kendinden kaçıyorsun!’
Kafamı toparlayamıyorum. Sonunda açılmıştım. Benden tek beklediği şey, eskisi gibi yanında olduğumu ona hissettirmemdi. Onlarca defa onun sayesinde karanlığıma gömülmeden elinden tutup, hayatın içine karışmayı becerebilmiştim. Aynı şeyi yapabilirdim. O da bunu yapmamı bekliyordu. Gitmeden önce koltukta kahvemi içiyordum. Çantasını gördüm. Rahatsız edecek kadar büyüktü. Defalarca ovup, öptüğüm bileklerine acıyordum. ‘Nasıl yüklenecekti bilekleri o çantayı’ diye aklımdan geçirirken, parmak uçlarını başımda hissettim. Eğilmişti. Nefesi yaralı bir ceylanın kan kokusunu andırıyordu. Hayatında hiç ceylan görmemişti, biliyorum ama ben görmüştüm. Zorla beni bir ava götürmüşlerdi. Domuz avıydı. Elime zorla bir tüfek vermişlerdi. ‘Ateş etmek zorunda değilsin ama karşına domuz çıkarsa heyecana kapılmadan tetiği çekebilirsin. Tüfek kurulu, dikkat et bize sıkma’ demişlerdi. Dikkatliydim. Geveze, kel bir adam vardı. Önceki domuz avlarını anlatıp duruyordu. Bir keresinde üç metrelik, dev gibi bir domuz vurduğunu anlatıyordu. Toplam altı kişiydik. Kendisi haricinde kimse anlattığı şeye pek inanır gibi değildi. Kendisinin bile anlattığı hikâyeye inanıp inanmadığı kesin değildi. İlk fişek onun tüfeğinden çıkmıştı. Çalıların arasından bize doğru tüm bağırış, ‘gelme’ seslenişlerine karşın gelen bir şey vardı. Parmağımın ucu ısınmıştı. Tetikte bekliyordum. Nefes alışverişlerim ağırlaşmış, terliyordum. Saçlarım ıslak bir pamuğu andırıyordu. Başımdaki şapkadan kurtulmak istiyordum. Az sonra göremediğimiz bir noktada, çalıların arasına bir şeyin devrildiğini anlayarak temkinli ve yavaş adımlarla yere devrilen şeyin yanına doğru yarım ay hizasında yürüyorduk. Devrilen şeyi ilk görenin sesi acıklıydı:’ Ne yaptık biz, karaca bu!’
Hassastı. Öpüşündeki inceliği kaçıramazdım. Dudağıma en yakın sinir uçlarım ürpermişti. Bu ‘hoşça kal, ben gelene kadar dinlen ve kendine gel’ öpücüğüydü. Faydasız olacağını söyleyemezdim ama eksik kalacaktı. Onsuz başarabilir miydim? İlla ‘ben seni götüreyim’ desem de, ‘hayır, gerçekten ikimizde bir süre yalnız kalalım, beni almaya zaten sen geleceksin, seni bekliyor olacağım’ demişti. Ayağa fırlayıp, çantayı odaya götürüp, kendisini kucaklayabilirdim. Güzel bir teatral olurdu ama ya sonra? Yine aynı şeyleri yaşamayacağıma dair emin olamazdım. Evet, yaralı karacanın ağzına doğru eğilmiştim. Zor bela nefes alıp veriyordu. Son nefesleri olup olmadığını dahi bilemiyordum. Sıcacık bir nefesi vardı ve sanki bir şeyler fısıldıyordu. Dilini bir türlü anlayamıyordum. Anlasam ne fayda! Yaralı bir ceylanın gözlerindeki benekler bile artık yaralıydı! Kokusuyla başım dönmüştü. Ürkütücü derecede güzel bir kokusu vardı. Şimdi o usulca giderken, aynısını düşünüyordum. Kucaklayıp, kokusuna karışabilirdim. Genzimi yakan, bacaklarıma sıcak bir sıvının karışacağı ana kadar yürüdüğüm tenha bir sokağın ortasındaydım. Çantayı yerden kaldırmadan önce son kez elini havaya kaldırdı. Dudağına götürüp, avucundan öpüp elini salladı. Onu bu kadar üzen şey, koltuğun üzerindeki aşağılık kütlemden başkası değildi. ‘Hayır, sen sıradan filan değilsin. Bana acı çektiğin yalnız gecelerinden bahsettiğin gecelerimizi hatırla! Hepsinin üzerinden birlikte gelmedik mi? Şimdi niye, niye üstesinden gelemeyecek kadar kendini karanlığına bıraktın? Lütfen, geri dön! Sana her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyorum.’
Pencereden baktığımı biliyordu. Bunu hissedecek kadar bana yakındı. Koltuktan soğuk kahvemle beraber kalkmıştım. Elinde taşıdığı çantasına küfrediyordum. ‘Nasıl da ağır göt! Ona sıkıntı veriyor. Yorulacak!’ Köşeyi döndüğü an üşümeye başladım. Tekrar koltuğa oturduğumda titriyordum. Yazın ortasındaydık. Bu havada insan üşüyorsa, vücuduyla alakalı ciddi sorunları olduğuna dair kanaatler var olmalıdır ancak bendeki tek bulgu onun gidişiydi. Tamamıyla bir kopuş değildi. İşleri vardı. Bu yaşadıklarımız olmasa zaten gidecekti ama sadece iki gün işleri için yetecekti. Şimdi ise belirsiz bir süreliğine gidiyordu. Onu geri getirecek tek şart, benim kendime gelmemdi. ‘Lütfen, ikimizi de üzmeden en kısa sürede kendini toparla ve beni almaya gel!’
Evin her bir karesinde onun izi vardı. Mutluluk onun yanında olmaktı. Onun kıyısında dinlenmek, toprağına ayak basmaktı. O hayatımda yokken benim ne ulaşılacak bir kıyım ne de ayak basılacak bir toprağım vardı! On beş dakika geçmemişti ki, koşup avuçlarını yüzümde hissetmek arzusuyla yanmaya başlamıştım. On beş dakikada onu bu kadar özlediysem, günler acı bir zehrin sunağından başka bana ne sunabilirdi ki?
Bu bir şiir olabilirdi ya da karşına alıp, söyleyemediğin ne varsa, söylemek istediğine karşı haykırış… Şimdi ne önemi var? Oblomov bile kendisine yapılan bu ağıt karşısında çoktan sıkılmış olmalıdır.
Sabah olmuş olabilirdi. Perdeler sımsıkı kapalıydı. Siyah, simsiyah perdeler arasında narin bir gölge. Dağıl Avusturya, dağıl Macaristan, yol ver yıllar öncesinin bir muma hasret kalmış Paris fukarasına! Şimdi fareler ve insanlar, iki değil, bir kentin bile hikâyesine dayanamayacak kadar küstah ve kibirli! Artık hastalık kokan yatağıma s/onu getirebilirsiniz;
-yalnızca yazısı güzel olana!