Dağ Başında ki Adam..!
DAĞIN BAŞINDAKİ ADAM
Bütün bu esasından ayrılmış didinmeler, yanlış birtakım ifadelerle hep Atatürk’ün gayelerine bağlanıyordu. Bizim çağımızın en realist insanlarından biri olan, bambaşka bir insan olan, korkmadan sevilen, hâlâ izah edilememiş, hâlâ yazılamamış olan(l) Atatürk’ün gayelerine... Onu görmek ve dinlemek mutluluğuna erdim. Onun yazılı ve çok değerli bir hatırasını da saklarım. Fakat şimdi burada ve bu vesileyle onun adını anarken hafızamda canlanan manzara, onun bir sonbahar gurûbu esasında ve bir çıplak sırtın başında ufuklara mürtesem düşen heybetli görünüşüdür.
Söğütözü, onun çiftliğine yakın bir yerin ve Balgat köyünün altında küçük bir vahanın adıdır. Bu vahada onun sık sık uğradığı ve bir insanın ancak uzanabileceği kadar bir kulübesi vardır. Kulübenin önünde iki zayıf oluktan su alan küçük bir havuz bulunur. Havuzun üstünü, bir kısım kolları küçük kulübenin sundurmasına dağılan bir üzüm asması gölgeler. Birtakım yüksek kavaklarla, söğüt, dişbudak ağaçları bu manzumeyi her tarafından sarar. Nihayet küçük bir meyve bahçesi ve herkesin serbestçe girebildiği bir çayır parçası manzarayı tamamlar.
Atatürk’ün, ekseriya birkaç otomobillik bir kafileyle, bilhassa akşamüzerleri buraya geldiğini kaç defa görmüşümdür. Çünkü Balgat köyünün altında ve bu vahanın bir kuytu yerinde, benim de Atatürk’ün kulübe sinden çok daha geniş bir kulübem vardı. Buraya "Hadiye Hala’nın evi” derdik. Balgat köyünden bir kadındı. Yılın her mevsiminde tatil günleri ve bazen geceleri, benim tek sporum olan uzun kır yürüyüşlerinden sonra buraya gelir, dinlenir ve burada sık sık gecelerdim. Top top söğüt ağaçları altına gizlenmiş şirin bir kır eviydi. Baharda ve yazın ilk aylarında bahçe kadar güzel küçük tarlasında yeşil ve gümrah ekinler dalgalanırdl. Bazı yıllarda da buraya patates, yahut çeşitli sebzeler diktirirdim.
Atatürk’ün olmadığı zamanlar, onun çardağının altı ve küçük havuzunun başı benim sayılırdı. Bu kulübeye bakan ve sonra da uzun yıllar benim küçük çiftliğimde çalışan bir genç, bu çardağın altında bana sofra hazırlar, hizmet ederdi.
Fakat bazen birden, Atatürk Çiftliği’nin bu vadiye bakan sırtları üzerinden bir otomobil kafilesinin, etrafa bir tozbulutu kaldırarak sökün ettiği görülürdü. Artık çardağın asıl sahibi geliyor demekti. Ben toplanır, kendi söğütlüğüme çekilirdim.
Bir gün gene kafile göründü.
Ben gene kendi kulübeme çekildim. Otomobiller Söğütözü çardağı önünde durdular. Biraz uzaktan görebildiğime göre, yanındakiler dil ve tarih işlerinde çalışan arkadaşlarıydı. Bunların çoğunu tanırdım. Herhalde gene dilden, tarihten konuşacaklardı.
Bir süre geçti. Güneş vahanın batı çevresini teşkil eden alçak sırtlar üzerine iniyordu. Nihayet ufka yaklaştı. Batı yönü, bir yayla gurûbunun renk renk şehrâyini içinde yanıyordu.
Tam o sıralarda birinin, vahanın son yeşillik sınırlarından çıkarak, üzerinde güneşin son ışıkları kaynaşan batı sırtına doğru ilerlemeye başladığını gördüm.
Oydu.
Yalnızdı.
Arkasından onu takip eden köpeği, etrafında geniş kıvrımlar yaparak dolaşıyor, bazen ona yaklaşıyor, bazen ondan uzaklaşıyordu. Elleri cebindeydi. Gövdesi biraz öne eğikti. Belki biraz düşünceliydi. Yavaş adımlarla, güneşin ateş tekerleğini nerede ise toprağa değdirecek gibi göründüğü çıplak sırta doğru yürüyordu. O, sırta vardığı zaman, güneş ufka yaslanmıştı.
Gurûbun ziya oyunlarıyle olduğundan daha heybetli görünen endamı, göğe mürtesem düşüyordu. Bu manzaraya daldım. Bu manzara, bana garip ve belki de doğru olmayan birtakım düşünceler ilham etti. Fakat ben bu düşüncelerin kafamda olduğu gibi cereyanına mâni olmadım:
Gözümde bir inkılâp ve iki şahsiyet belirdi. Bu şahsiyetlerin biri bir şef, bir kahramandı. Etrafında herkesin bildiği, herkesin anladığı bir inkılâbın hikâyesi vardı. Kendisini harplere, mücadelelere ve hele harp cephesindeki düşmandan daha çok yoran, kalbini daha çok kanatan isyanlara, ihanetlere, suikastlere rağmen ve bütün bunları unutarak, halkın emrine vermişti. Cephelerde kazanılan zaferler, saltanatın yıkılışı, Cumhuriyet’in ilânı, yeni devletin kuruluşu, kadınların çarşaflarım atışı, şapkaların giyilişi vs...
Bu davalarda millet ayaklanmış ve onun daima unuttuğu ve affettiği o büyük bozgunculuklara rağmen, onun arkasında yer almıştı. Bu cephesiyle o, gittikçe sevilen, gittikçe kuwetlenen bir şefti. Bir bayrak adam, efsaneleşmeye başlayan insanüstü bir varlıktı.
Fakat arkada, daha başka bir şahsiyet yaşıyordu.
Şimdi bu dağın üstündeki gibi; tek, yalnız, anlaşılmamış ve hemen hemen arkadaşsız, bambaşka bir adam.
Bunun hayatı, belki de baştanbaşa bir çileydi. Bu iki şahsiyet, belki de, birbirleriyle de cidâl halindeydiler.
Hayatında beşerî hiçbir derin aşkın hikâyesi yoktu.
Aşkı, kendine inancı ve ambiusyonuydu. Ömrü bir karargâh dekoru içinde geçti. Fakat bir karargâh adamı değildi. Ne yalnız asker, ne cihangirlik peşinde bir hayalperest, ne yalnız ıslahatçı. Hayır. Bunların hepsinin üstünde bir varlıktı. O, bir insandı.
Zaman oldu, bu vatanın sınırları belki de onun hayaline dar geldi. Şu iki ucu bir araya gelmeyen hazin bütçeler... Şu, daracık yol, mektep, hastane davaları...
Şu yolunmuş bozkır, şu uykulu kasabalar ve şu etrafında gördüğü münevver denilen ve yalnız dinleyen insan...
Belki de bunun için kendini sınırların dışına atmak istedi ve o zaman kendine bir başka âlem yarattı:
Ucu bucağı olmayan Orta Asya sahralarında insanlığın vatanını buldu. Bu vatandan Doğuya, Batıya, Güneye ve Kuzeye göç eden oymakların, boyların, ulusların hikâyelerine kendini verdi.
Bunlar, hep onun milletleriydi. Hep onun dilini konuşuyorlardı. Gittikleri yerlere dillerini, kültürlerini götürüyorlardı. Çin’e giren kollar bir taraftan Çin Hindistanı ve Malaya Yarımadası’yle Okyanusya adalarına yayıldılar. Diğer kollar Japonya’ya, Kuril adalarına, yahut da Kamçatka’dan Bering Boğazı’ndan Alaska ve Amerika’ya geçiyorlardı. Sonra Buffalolar, Bizonlar peşinden Amerika sahralarında büyük yayıl-
malar başladı. Meksika’da aslı Türkçe olan kelimeler keşfedildi. Bunların İzinden Aztek, İnka medeniyetlerini buldu ve benimsedi. Bunlar, hep onun oymaklarının eserleriydi.
Sonra, Güneye doğru Himalaya’yı, Hayber’i aşan Türkler vardı. Bu kollar birbirlerini iterek, birbirlerini kovalayarak Hint yaylalarını sardıİare Bir taraftan da Hindigûş dağları ve İran yaylaları üzerinden Mezo POtamya’ya vardılar. Sümer, Akat, Elam bunların yeni medeniyet ve türeme merkezleri oldu.
Sonra büyük bir brakisefal istilâsı başladı. Anadolu’yu, Suriye’yi, Akdeniz ülkelerini kaplayarak Avrupa kıtasına geçildi. Po vadisi, İberya, Norman adalarıyle İrlanda’ya kadar uzanıldı. Etrüskler, Basklar, Keltler bunlardandılar.
Bunlar da onun milletlerinin yayılan kollarıydı. Gittilderi yerlerde çeşitli ihtilâtlar yaptılar. Çeşitli dil ve medeniyet gruplarıyle karıştılar. Ama hepsi de aynı yurttan, aynı kökten gelmenin damgasını dillerinde, kültürlerinde taşıyorlardı.
Şimdi, hep bir asıldan türeyip Amerika ve Pasifik adalarından Akdeniz ve İrlanda’ya kadar yayılan bu milletler ve medeniyetler man zumesinin birliğini daha iyi kurmak ve korumak kalıyordu. Artık gecegündüz, yorgunluk veya istirahat yoktu. Titiz ve şüpheci münekkitlere de lüzum yoktu. Dava güneş kadar aşikârdı. Hatta bu davaya bir güneş nazariyesi bile denilebilirdi.
O zaman, birtakım insanlar, dil iştikakları, dil benzetmeleri, kafatası ölçüleriyle kolay ve harcıâlem hakikatler ortaya döktüler. O, bunların, bu yakıştırmaların kısacık ömürlerini bilirdi. Ortaya hiçbir terkip eserinin, bir sentezin çıkarılmasını da bunun için istemezdi. Çünkü bilirdi ki, asıl araştırmalar ve asıl sentezler istikbaldedir. Ve kendisi onları göremeyecektir. Çünkü bu, bir nesil ve bir metot meselesidir. Fakat, davayı attığına ve alâkayı istikametlendirdiğine kaniydi.
O, Pasifik’ten, Çin’den Avrupa içerilerine kadar uzanan bu muazzam hareketler âlemi içinde kendine yakışan, ruhunun özlediği enginliği bulmuştu. Yani, dünya çapında hareketleri ve fikirleri yoğurmak ve bunların içinde, hayalen de olsa yoğrulmak zevkini ve tatminini bulmuştu. İşte o kadar. . .
Eğer Hunlar, Avarlar, Moğol veya Tatar istilâlaları zamanında gel-
şeydi, belki de bu hayal hakikat olurdu. O zaman, yüz milyon Çinli’yi önüne katar; devletler yıkarak, devletler kurarak, Hint’te, Çin’de, Mezopotamya’da veya Akdeniz sahillerinde bir başka İskender ve onun kadar güzel bir insan olarak çıkardı. Anıtlar, şehirler, siteler vücuda getirirdi. Efsaneleri nesilden nesile, dilden dile geçecek cihangirlik misalleri yaratırdı. Çağlar kapar, çağlar açardı.
Fakat, mademki bu yüz milyon insan, elinin altında değildir. O halde, yalnız bir yüz milyonla değil, tarih içindeki bütün yüz milyonlarla bir satranç tahtasındaki gibi oynamak?
Evet. Bunda bizim bilmediğimiz, bizim anlamadığımız, hatta bizden sakladığı bir sır, bir zevk, bir ruh tatmini olsa gerekti...
(l) Tek Adam -- Mustafa Kemal isimli ve üç ciltlik eserimi, nice yıllar sonra, kendi görebildiğim kadar ve bu düşünce noktasından hareket ederek yazdım.
Şevket Süreyya Aydemir.
Kaynak .; Suyu Arayan Adam.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.