Bir anlamı daha olmalı denize hiç bakmamanın...
Toprağın çatlağından sızan minik bir taşın yurtsuzluğu gibi duruyor önümde sonrasızlığa açılan dünyanın tüm kapıları.Pembe begonvillerin umarsız rüzgarlarla etrafa savrulan çiçeklerini düşünüyorum. Yaşanan tüm kötülükler, gerçeklik algısından güzellik imgesine dönüşüyor bir an için zihnimde. Ama kalıcı olmuyor bu algı ne yazık ki. O an tuhaf bir ruh haliyle denizin şarkılarını dinlemek geçiyor içimden. O çelişkili ruh halinde bile denizle kurulan gizil bağın estetiği tanımsız. Denizi anlamak, insanı anlamaya hiç benzemiyor.
Balkondaki masada eski bir dergi, iki bardak, üç sarı çiçek ve yere düşen mandala ilişiyor gözlerim. Hayatı hatırlatan semboller gibi.Hiçbirine dokunmuyorum. Yıllanmış eşyalar gibi sessizce bakıyoruz birbirimize.
Dışarıda her şey olanca hızıyla sürüp gidiyordu.Kadın cinayetlerine her an yeni biri ekleniyor, kadınlar sokaklarda haykırıyor yaşamak için. Bu defa sokaklarda şiddetle karşılaşıyor. Bombalar patlıyor dünyanın kıyı şehirlerinden birinde hem de en korkunç haliyle, nefes alma telaşında olan ve olmaktan korkan insanların bitimsiz acı hikayeleri. Sokaklarda eziyet gören hayvanlar. Ve ülkenin her tarafında durmaksızın can çekişen doğa, o güzelim ağaçlar..
Her şey dışarıda hınçla ve öyle bir devinimle akıp giderken günler boyu balkondaki örtünün üzerinde uzanıp desenli duvarın şekillerinden imgeler yaratıyordum. İzole dışında olan ay ve yıldızlar eşlik ediyor imgelerime.
Öyle bir zaman ki,
"Ölmeyi beceremiyorsan, yazarsın" sözünü bile anlamsız kılıyor. Yazmayı bile beceremiyorsa insan, o an ona sadece düşünmek ve beklemek kalıyor. İnsan bekliyor.
Ağır bir film gibi geçen zamanın geçmesini bekliyor.
İyileşmeyi, iyi hissetmeyi .
Sarsılan bir inancın kendini yeniden var etmesini bekliyor.
Tüm kötülük algılarının sanatsal ve insancıl bir estetiğe dönüşmesini bekliyor.
Ama aslında insan en çok kendini bekler.Benliğinin ona uyum göstermesini bekler.
Hiçbiri beklenti gerçekleşmez oysa. Sessizlik her zamanki gibi üzerini örter gecenin, kelimelerin ve her şeyin.
İşte o an insanın kendi kendisiyle konuşma anı başlar. Acıyı karşılama anıdır bu. İnsanın tükeniş senaryosunun yeniden gözden geçirilme durumu.Gecenin içinde bu öyle bir sessiz filmdir ki, dağların ardında beliren güneşin denizin derinliklerine kızıl elbisesiyle usul usul yol alması gibi. Hiçbir söz hiçbir kural hiçbir mantık kuralının yok edemeyeceği bir mizansen adeta.
Bir ipliğe dönüşüyor bazen hayat, demir parmaklı gecenin boğazında.
Her bakış, duvardaki resmin renginden koparıp kendini, bambaşka yansımalarla düşüyor o ışığın gözlerine.
İnsana dair gerçekliğe dokunmanın neredeyse imkansız olduğu bir süreçten geçiyoruz. Bazı hikayelere geçmiş ve gelecekleriyle yüzleşme imkanı verilse bu hikayelerin sözcüklerinde, imlasında imgesel hiçbir uzlaşma bulmak mümkün değil . Gerçeklik ve hayallerde baştan sona yitirilmiş retorik. Ve söylenmeyenlere dair binlerce çağrışım yelken açıyor karanlıklara..
Bize en çok çocuk sevinçleri, sanatın zarafeti ve doğa sesleri gerek şimdi.
Bir iki hafta önce beş yaşındaki Bilge’yle tanışmıştım. Bahçede oynarken birden gözü asma ağacındaki üzüm salkımına takıldı.Birden oraya doğru koştuğunu görmüştüm. Salkımın içinde azıcık kızaran üzüm tanesini koparıp elinin tersiyle biraz sildi ve sevinçle ağzına attı o üzüm taneciğini.
Babaannesi görmüştü onu, kızmış gibi seslendi Bilge’ye :
"Bilge, kızım yarını beklesene üzüm tam olgunlaşsın.Yıkamadan yeme demedim mi sana !"
Bilge babaanesini duymazlıktan gelip oyununa dönmüştü coşkuyla.
Bize bu aralar en çok Bilge’nin sabırsızlığı gerek umut yüklemek için yüreğimize. Ve Bilge’nin o üzüm tanesini gördüğünde koşarkenki sevinci..
Yoksa, kuşkulu bir sarsıcılıktır her yaşanan, acıyı ruhunda taşıyan her insana.