- 403 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Ama sana sorarsa Allah olamaz ki!
"Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez." Mektubat’tan.
Bazen şöyle birşey oluyor: İnsan dinini değiştirmiyor fakat içeriğini değiştiriyor. Geriye sadece başlığı kalıyor. Başlığında bir değişiklik yapmadığı için de yaşadığı dönüşümü hakkıyla hissedemiyor. Kendi içinde de muhasebesini yaşamıyor. Hesabını vermiyor. Bunu en çok ’Allah’ ve ’kul’ tasavvurlarımızda teşhis edebiliyoruz. Evet. Öyledir. Bazılarında kibir yol aldıkça ’kul’ tasavvurunun yerine bir parça ’Allah’ ve ’Allah’ tasavvurunun yerine de bir parça ’kul’ yerleşir. Nasıl olur böyle birşey? Açalım. Öyleleri bazen soruyorlar mesela: "Bana mı sordu yaratırken?"
Bu soru aslında ’Allah’a artık ’Allah’ gibi inanılmadığının delilidir. Çünkü ’ilah’ dediğimiz kavramlaştırma sonsuz bir ilim, irade, kudret, hüküm, tasarruf, yönetiş ve dolayısıyla ’mahlukatı üzerinde hak sahipliğini’ ifade eder. Eğer onu böyle ’gerektiğince’ tarif ederseniz yukarıdaki gibi sorular sormazsınız. Ancak tanımlamada yaptığınız kırpmaların oranı arttıkça itirazların da yüzdesi artmaya başlar. Aydınlatıcı bir örneği patron kararlarına bakışta ’firma çalışanları’ ile ’müşteriler’ arasındaki farkta görebileceğimizi umuyorum. Hadi bir deneyelim:
Sözgelimi, bir patron "Firmanın logosunu değiştiriyorum!" diye karar alsa, çalışanları bu kararla çok da ilgili olmadıklarını düşünürler. "Patron o, nasıl istiyorsa öyle olacak, yapacak birşey yok!" derler. Ama müşterilerden yenilenmeye itiraz edenler olur. Çünkü onların firmayla kurduğu bağ farklıdır. Onlar üretilene para verirler. Dolayısıyla ’veren el’dirler. Yokluklarının firma için sorun oluşturacağını düşünürler. Yani bir anlamda patronun kendilerine muhtaç olduğuna inanırlar. Bu nedenle böylesi itirazlar çalışanlardan ziyade müşteriler canibinde yaşanır. Evet. Çalışanlar tasarım değişti diye işten ayrılmazlar ama müşteriler alımı bırakabilir.
Din de böylesi bir imtihandır. Başka dinlerin mensubiyetini bilmiyor olabiliriz ama en azından İslam adına şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu din bizi değiştirmek için geldi. Bizim için değişmeye değil. Bize göre değişmeye değil. Şaşırmayalım. Âdem aleyhisselamdan Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar bütün peygamberlerinde bu din kendisini ’değiştirici’ olarak tarif ediyor. Hatta daha şeriatına ilk adım atılırken de bu kabul ediliyor: "La ilahe illallah!" Yani: "Allah’tan başka ilah yoktur!" deniliyor. Evet. Dolayısıyla "Ben değişmiyorum arkadaş!" diyebilecek de yoktur. Olmamalıdır. Zira Allah olan yalnız Allah’tır. Ve değişmekten münezzeh olan ’muhalefetün li’l-havadis’ de Odur. Belki biraz da bu yüzden kelime-i tevhidin ikinci yarısı şu şekilde bağlanır: "Muhammedu’r-Resulullah!" Yani değişimin kabulünün ardında "Kimin rehberliğinde değişilecek?" sorusunun cevabı vardır: "Size peygamber olarak seçtiğim Muhammed’e göre değişeceksiniz!"
Bu nedenle ben yukarıdaki gibi itirazlara rastladığımda "İşte kendi dinine müşteri olan birisi daha!" diye düşünürüm. Modellikten müşteriliğe geçiş, Bediüzzaman’ın o muhteşem terzi-model misali hatırlandığında, artık elbisenin kesimine-biçimine karışmak anlamına gelir. Ücretli model böyle şeyler söyleyemez. Çalışan, kendisini ’alan el’ olarak hisseden, böyle yapamaz. Yerinden alıntılarsak: "Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun..." diyemez. Ah, fakat, neden bu kadar küçük yapalım alıntıyı? Haydi temsili tam misafir edelim:
"Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir Zât, âsâr-ı san’atını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese, ’Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun!’ demeye hak kazanabilir mi? ’Merhametsizlik, insafsızlık ettin!’ diyebilir mi?"
Mü’minlerin kafalarında/kalplerinde ahirzamanda yaşanan ’hesap sorucu’ her bozulmada bunun tesirini hissederim. İzlerini sürebilirim. Mesela: Kimilerinin, güya milliyetçilik saikiyle, Arapça ezan, ibadet veya İslam’daki Araplıklar(!) üzerine geliştirdikleri itirazlar... Bunlarda da modellikten müşteriliğe doğru bir geçiş vardır. ’Alan el’ olmaktan ’Veren el’ olduğunu sanrılamaya yolculuk vardır. Müslümanlığıyla Allah’ı borçlu çıkarmak isteyen bazıları, tıpkı 14 asır önce olduğu gibi, ’değiştirmek istemedikleri kendilikleri adına’ taviz koparmaya çalışırlar. Nasıl? Hucurat sûresinde buyrulduğu gibi ki kısa bir meali de şöyledir: "Onlar İslam’a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz, bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur."
"Müslümanlaşalım ama Araplaşmayalım..." Arkadaşlar, bu, tıpkı "Yağmurda yürüyelim ama ıslanmayalım!" demek gibi birşeydir. Çünkü Cenab-ı Hak bu din için vahyi Arapça indirmiştir. Peygamberi aleyhissalatuvesselamı Araplar içinden seçmiştir. Cildi gibi olan ayetleri, duaları, ibadetleri hep Arapça lafızlarla bize öğretmiştir. Şimdi, bütün bunlara rağmen, hâlâ "Müslümanlaşalım ama Araplaşmayalım!" diyen varsa, işte, yukarıdaki gibi ’kendi dinine müşteri olmaya başlamış’ demektir. Zira ’değişmesi gerekenin kendisi olduğunu ıskalamış’ demektir.
Kaynaklarımız, gaybî müjdelerden haberdar olarak, son peygamberin gelişini bekleyen gerek yahudilerin gerek başka bazı inanış mensuplarının, nübüvvetin Yetim-i Ebu Talib’e gelmesiyle (canımız o yetime kurban olsun) inkâra saptıklarını anlatırlar. Neden sapmışlardır? Çünkü Aleyhissalatuvesselam kendi ırklarından/soylarından gelmemiştir. Kendilerinin üstünlük saydığı bir kısım sosyal aidiyetlerle dünyaya gönderilmemiştir. Ya? Hakîm-i Mutlak, tıpkı koca incir ağacına annelik için küçücük incir çekirdeğini seçtiği gibi, cihanı saracak İslam davasının tohumu için de Muhammed Mustafa’yı seçmiştir. Hidayeti de ancak bu seçimi yüreği kaldırabilenlere, yani müşteri değil model olanlara, lütf u kerem hediyesiyle erişmiştir.
O zamanın ’medenî’ sayılan Romasına, Sasanîlerine veya Çin’ine değil de küçük görülen Arab milletinde güneş doğmuştur. Onların ardından yine bu emanet kendi varlığını gözüne perde kılmayan, kibrine kapılıp değişmekte ayak sürümeyen, başta Türkler olmak üzere birçok bahtiyar kavme ulaşmıştır. Bugün İslam davası Çin’den Arjantin’e kendi milliyetini İslam’ın önüne koyanların değil, milliyetini İslam’a hizmete adayanların omuzlarında yükselmektedir. Ve aksine, başta İblis olmak üzere, "Beni ateşten onu topraktan yarattın!" diyenler en çok bu hidayet nurundan mahrum kalmaktadırlar. Çünkü din şifadır. Kur’an şifadır. Hidayet şifadır. Ve her şifa ’suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada’ başlar. Evet. Elhamdülillah. Güneşe çıkması gerekenin kendisi olduğunu bilenin göğsünde bir bahar filizlenir. Onu mağarasına çağıranlarsa ancak yarasalara arkadaş olurlar. Allahım bizi ’bizliğimizi’ hidayetine engel kılmaktan koru. Sevdiğin her şekli sevdir. Âmin. Âmin. Âmin. Bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.