- 377 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor
Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. ’İsim’ olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.
Vaktiyle Mevlana’ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. ’Duyuş’la lisanın ilgisi ’ses’le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.
İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.
İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.
Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed’e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.
Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun ’kötü’ veya ’olmaması gereken’ olduğuna inançları zayıf. Veya hatta ’olmaması gereken’ olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.
Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.
İran hükümeti acaba neden Suriye’de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.
Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.