- 310 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Kur'an Mustafa Öztürk'ü neden Allah'tan uzaklaştırıyor?
Hiç dürbününüz oldu mu bilmiyorum. Benim olmadı. Ama emmoğlumun dandik bir tane vardı. Oyuncak kabilinden. Onda dahi farkettiğimiz şu olmuştu: Kullanıcının tavrına göre dürbün hem ’yakınlaştırıcı’ hem de ’uzaklaştırıcı’ olabilir. Yani hem gösterebilir hem de körleştirebilir. Evet. Eğer göze gelmesi gereken yeri öteki tarafa düşürürseniz, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, manzarayı yakınlaştırmak için yapılmış bu araç uzaklaştırıcılık da yapabilir. Bu nedenle Mustafa Öztürkgillerin Kur’an okuyarak vardıkları tuhaflıklara şaşırmıyorum. Damağımı hayretle şaklatmıyorum. Çünkü Furkan’ın bizzat beyanıyla sabit olan şu hususiyetini biliyorum: Vahiy, imana temayül gösterenlerin imanını, dalalete temayül gösterenlerin de dalaletini arttırır. Buna işaret eden birçok ayet vardır. Bir tanesi İsra sûresinin 82. ayetidir. Kısa bir meali şöyledir: "Kur’an’dan indirdiğimiz şeyler, mü’minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır."
İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü’l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye’sinde der ki: "Kur’an’ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur’an’ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ’süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid’a fırka varsa hepsi kendilerine Kur’an’dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur’an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan’dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur.
Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca’nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü’s-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, ’Deme şu lafı!’ derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes’i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah’ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır."
Devamını merak edenleri linkine havale (youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. ’Zira bu terazi bu sikleti çekmez!’ diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman’ın İblis’le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur’ân’ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"
Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk’ün ’taraf tutarak’ dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman’ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, ’Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir!’ der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur’an’ımız, Mustafa Öztürk’ün savunduğu gibi, ’zihin süzgecinden geçirilerek’ aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk’ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah’tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun!
"Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun."
Yine ’uzaktan baktırma’ meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman’ın ’Mustafa Öztürkgiller’den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde ’mirsad’ yani ’dürbün’ kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir ’tersten tutulanın ne olduğunu’ göstermektedir. Alıntılayalım:
"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer."
İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar ’tenezzülat-ı ilahîye’ olarak tarif ettiğimiz, yani ’Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması’ hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah’ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü’l-İ’caz’da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman’ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk’ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim:
"Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki ’er-Rahmanu âla’l-ârşi’s-teva!’ (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerim’in ince hakikatleri ’et-Tenezzülatü’l-ilahiyyetü îla ukûli’l-beşer!’ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar."
Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, ’dürbün’ kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız ’zihinsel özürlü’ olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak ’şefkatime’ veya ’empatime’ veya ’iletişim yeteneğime’ ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir.
İşte aynen bunun gibi de, Kur’an-ı Hakîm’deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına ’anlayacakları bir dille hitabı’ diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür’et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah’ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes’e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah’ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey’in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır.
Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat ’mukteza-i hale’ ve ’muhataba’ uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton’un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.