- 976 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
GARİP BİR AŞK HİKAYESİ
“Merhaba, Güzellik… Seni daha önce gördüğümü sanmıyorum. Buralarda yeni misin?”
Gölgesinde oturduğu, adını bilmediği ulu ağacın dalları gökyüzüne serpilmişti. Güneşin ışıkları hışırdayan yaprakların arasında kaybolmuştu. Serin bir yel uzun saçlı kızın beyaz cildini incitmeden okşuyordu. Aniden yerden biter gibi bir dudağı gökte, diğer dudağı yerleri süpüren dev azmanı karşısında görünce irkildi. Kocaman gözlerle yaratığa baktı, yaşadığı gezegende buna benzerini hiç görmemişti, cevap vermeden ulu ağacın arkasına saklandı.
“Merhaba, Güzellik, benden korkmana gerek yok. Ben adam yemem, kim olduğunu sordum. Daha önce seni hiç görmedim, arazilerimde gezdiğine göre yolunu mu kaybettin?”
“Ben!... Şey…“ dedi, sesi titriyordu. “Ben, Virüse… Adım Virüse’dir.” Hiçbir şeye benzetemediği garip yaratığı başından ayağa doğru süzdü.
“Ya, sen kimsin, arazi dediğin bu uçsuz bucaksız çukur bataklık senin mi, yoksa insanoğlu dedikleri sen misin?” Bataklık tarafından pis kokular geliyordu, Virüse zor da olsa dayanmaya çalışmıştı.
“Ağacın arkasında saklamana gerek yok, ortaya çık da konuşalım.” Her tarafından lime lime çamur parçaları yere dökülüyordu.
“Haa… Adımı sormuştun. Bana “Korona” derler, ondokuz yaşında genç bir delikanlıyım. Adımı insanoğlu koyar, ben yaşarım. Her devirde ayrı bir isimle çağırdılar, bu yıl bana “Korona” dediler, ondokuz yaşında. Gördüğün gibi çok güçlüyüm. Bak işte…” Ötede duran kocaman bir kaya parçasını yerden aldığı gibi tek eliyle omuzları üzerinden uzaklara fırlattı.
“Gördün mü, çok güçlüyüm.” Virüse bu cahil, korkunç acayip yaratığa bir anlam verememişti.
“Ben, Korona, ondokuz yaşındayım.” İri elleriyle yuvarlak göğsünü yumruklarken, başını dik tutmuş, kendini beğendirmeye çalışmıştı. Virüse hayret dolu gözlerle yaratığa bakıyordu. İçinden;
“Ne kadar iğrenç, konuşurken ağzından köpükler saçılıyor.”
“Ben Korona, ondokuz yaşındayım. Hiçbir insanoğlu gücüme dayanamaz.” Virüse saklandığı yerden başını uzattı.
“İnsanoğlu dediklerin kim? Sana neden değişik isimler veriyorlar, yoksa sana mı benziyorlar?” Ondokuz yaşındaki Korona böbürlenerek, bir kahkaha attı. Sesinin yankısından karşı dağdan üç kocaman kaya yuvarlandı, bataklığa düştü, saniyeler içinde çamurda kayboldular.
“İnsanoğlu haa… Beni Korona yapan dostlarım… Beni onlar yarattılar.”
“İnsanoğlunu merak ettim doğrusu, seni yarattıklarına göre kim bilir, kendileri ne kadar iridirler.?”
“Hayır, Virüse onlar iri değiller, on saniye içinde en az yüz kişiyi elimin rüzgarıyla yere sererim. Beni yarattıkları doğrudur, ama benden çok çekinirler. “
“Senden niye korksunlar, Korona?”
“Çünkü ben Korona, ondokuz yaşında bir delikanlıyım. Haydi, Virüse, ağacın arkasından çık da hem konuşalım, Hem de…” sözlerinin gerisini getiremedi, Korona.
Virüse, yuvarlak gövdesiyle dimdik durmaya çalışan deve baktı, ömründe bu kadar iri, bu kadar çirkin, bu kadar kirli bir yaratığı ilk defa görmüştü. Siyah cildi kapkara bir çamurla sıvanmıştı. Boyu uzun, gövdesi dağ gibi duruyordu. Kafasından boynuzlar, yuvarlak gövdesinden kısa, uzun kollar sarkmıştı. Ana kol ve elleri de uzun ve iriydi. Bacakları gövdesine göre kısa, ama kütüklerden farksızdı. Çiğnemekte olduğu bir petrol varili dişlerinin arasında ezilirken, ağzından pis kokan köpükler göğsüne dökülüyordu. Yası burnu alnı ile birleşmiş düz bir alana benziyordu. Gözleri çok korkunçtu; sağ gözü şarka bakarken, sol gözü tam tersine garbı gösteriyordu. Virüse, ilk defa kendi dünyalarının dışında yaşayan bir varlık görmüştü, insanoğlunu duymuş, ama bilmiyordu. Acep Korona neye benziyordu?
Bir kaya gibi duran yumru kafasının ön tarafı kulaklarına kadar masum bir görüntü vermişti. Artık ondan korkmamaya kanaat getirdi, yine de kendini güvene almak için bir sıçrayışta göğe yükselen ağacın en yüksek dalına uçarak kondu. Omuzlarının orta yerinde iki süslü kanat, Virüse ’ye hız kazandırmıştı. Adını bilmediği ağacın dalları göğe uzanmış, bulutların arasında uçları görünmüyordu. Artık çirkin yaratığa yukarıdan bakıyordu. Uzun sarı saçları yukarıdan sarkmış, yel vurdukça yeri süpürüyordu.
Ondokuz yaşındaki Korona, başını kaldırıp kırpık gözlerle ağacın tepesindeki güneşin aydınlattığı güzelliğe bakarken, neye uğradığını bilemedi. Beyninden şimşekler çakmış, bedenine yıldırımlar düşmüş, yüreğinden volkan lavları kopup akmıştı. Virüse ’ye aşık olmuştu. Yere değen sarı saçlarını eline doladı, çamurlu elleriyle okşarken, melül gözlerle Virüse’nin muhteşem güzelliğine hayran kalmış, gözlerini bir türlü ondan alamamıştı.
“Tamam, Korona, sana inanıyorum. Şey… Merakımı bağışla, ama insanoğlu seni nasıl yarattı, anlatır mısın?” Virüse, hangi gezegene geldiğini, kimle karşılaştığını merak içindeydi.
Korona, Virüse’ ye aşkını ilan etmekten çekinmişti. Onun sevgisini kazanmak için ürkütmeden nazik davranmalı, güvenini kazanmalıydı. Aşk bu, gönül ferman dinlemez ki. Yere çömeldi, hayat hikayesini anlatmaya başladı.
“Aslında benim soyum sopum, insanoğlu yeryüzüne kovulmadan önce de vardı. Atalarım nemli topraklara, derin çukurlara, derelerin kuytu yerlerine, bütün nebat köklerinin dibine yerleşmişler. Doğaya zararları değil, aksine yararları dokunmuş, böylece binlerce yıl yaşayıp durmuşlar. Ama…”
“Aması ne, Korona?” Virüse, başını dalların arasından yere sarkarak yukarıdan sordu.
“Aması şu ki, beslenme imkanları yokmuş, sürekli aç kaldıkları için gözle görülemeyecek kadar küçük kalmışlar.”
“Neden beslenememişler?”
“Henüz insanoğlunun soyu çoğalmadığı için dünya tahrip edilmemiş, savaşlar da olmayınca bizimkiler beslenecek yiyecek bulamamışlar.” Korona acıktığını hissetti.
“Ben acıktım, Sana da yiyecek getireyim mi, Virüse? Daha bu sabah dünya çöplüğüne yeni atılmış fabrika artıkları vardır, tadına doyum olmaz.”
“Ben acıkmadım, hem, senin yiyeceklerini yiyemem.” Virüse yüzünü ekşitti.
“Nedenmiş o, yiyeceklerime ne olmuş?” Korona alay edercesine bakmıştı, yukarıya.
“Bana insanları anlat, dünyanızda olup bitenleri, neler yaptıklarını anlatman yeterli olur.”
Korona, dayanılmaz bir arzuyla Virüse’nin zümrüt yeşili gözlerinin içine baktı, sırma saçlarının uçlarını yüzüne sürdü, derinden bir “Ah…” çekti. Ahından ağaç sallandı, Virüse az daha oturduğu daldan yere düşüyordu. Bunca zamandır ülkelerden, insanlardan çekinmeyen Korona, nihayet cesaretini toplamıştı.
“Virüse, nereden geldin, niçin geldin, nasıl geldin bataklığıma bilmiyorum. Bir gün anlatmaya karar verirsen zevkle dinlerim. Bildiğim tek şey, seni görür görmez yüreğimde, bedenimde inanılmaz sarsıntılar meydana geldi.”
“Neden?”
“Galiba, sana aşık oldum, Virüse… Onca ülke gezdim, onca cana sebep oldum senin gibi bir güzeli ilk defa görüyorum.” Virüse alıcı gözlerle bakınca, Korona’dan iğrendiğini hissetti.
“Sana vuruldum, yüreğim parçalanıyor, Virüse… Seni seviyorum.!...”
“Ama ben seni sevmiyorum ki?”
“Şimdilik beni sevmeyebilirsin bir tanem, ama bataklığım çok bereketlidir. Ben de çok güçlüyüm, kendimi çok yormadan bir nefes vermem yüz binlerce insanın ölümüne sebep olur. Seni her zaman korurum.”
Ondokuz yaşındaki genç Korona, yalvarır gözlerle ağacın üst tepesinde yüzü ay gibi parlayan Virüse’ ye kederle baktı.
“Çünkü sen, bataklıklarda yaşadığın için çok pis kokuyorsun. Bedenin de bir acayip..”
“Olsun, alışırsın Virüse!... Sevgilim…”
“Anlatmana devam eder misin lütfen, Korona?”
“Tamam, nasıl olsa yüreğimi yakan aşkımı ilan ettim.”
“Çoook…. Çooook, seneler geldi geçti dünya gezegeninin üzerinden. İnsanlar çoğalınca yeryüzüne dağıldılar, yeni yerler keşif ettiler, yeni yurtlar edindiler. Akan ırmaklar verimli toprakları suladı, her tarafta bağ bahçeler çoğaldı, meyve ağaçları meyvelerini taşıyamaz oldu. Hayvanların etini yediler, sütünü içtiler, yönünü ve derisini giysi olarak kullandılar, gücünden yararlandılar.”
Virüse’nin uzun sırma saçları rüzgarda dalgalandı, Korona’ nın yüzünü okşayarak geçti.
“Virüse, sevgilim… İnsanoğlu beni çok defalar yok etmeye çalıştılarsa da kökümüzü kurutamadılar. Aşağı in de yanıma otur, gönlüm gözüm açılsın.”
“Burası daha iyidir, anlatmana devam et, Korona. Seni dinliyorum.”
“İlkin kabileler oluşturdular, şehirler kurdular, Krallıklar meydana geldi. İnsanoğlunun gözü doymadı, daha çok istediler, aralarına husumetler yerleşti, savaşlar kaçınılmaz oldu. İşte o zaman bize de gün doğdu.”
“Nasıl, ne yaptınız ki?”
“Yedi iklim, dört bucak dolandım. Denizler aşırı ülkelere uğradım. Binlerce yıl çok depremler, afetler gördüm, çok savaşlara şahit oldum. Savaşlardan sonra aralarına girdim, beslendim. Depremlerden, kıtlıklardan sonra da evlerinde kaldım, beslendim. Uzak, çok uzak dedikleri Çin u Maçini ülkelerinin geniş, dağlık bölgelerinde Krallar, insanları köle olarak çalıştırıp Büyük Çin Sedi inşa edilirken yanlarındaydım, iyi besleniyordum.”
“Anlat lütfen, Korona..”
“Tufan çıktığı zaman hayvanların ayaklarına yapışan çamurlara tutunarak gemiye bindim, sular çekilince insanların zayıf yönlerini kolladım. Büyük İskender’in ordusuyla dünyayı dolandım. Fazla geçmişi anlatmama gerek yok. Uzun seneler Yunanlarla Persler arasında süren savaşlarda hep yanlarındaydım. Askerlerin etleri lime lime dökülüyordu, oraya da yerleşmiştim. Cengiz Han’ın orduları istila ederken dünyayı, keyfime diyecek yoktu, çok besleniyordum, aynen bugün olduğu gibi. Yediğim önümde, yemediğim ardımda duruyor.” Büyük bataklığını göstererek;
“Gördüğün bataklıkta yok, yoktur. Her şeyi yerim, ama insanların yiyeceklerini yiyemem, zehirlidirler, tohumları değiştirilmiş. Ne yedikleri organiktir, ne de giydikleri. Kullandıkları her eşya sahtedir, bu insanlara güvenim yoktur, çünkü birbirlerine asla dürüst davranmazlar. “
“Bataklıktan besleniyorum. Siyah akan bir şey var, adı petroldür, iştah açıcıdır. Akşamları mehtaba karşı oturduğum zaman, dağ gibi yığılmış plastikleri çerez olarak kemiririm. Fabrikaların kanallarını bataklığa doğru açmışlar, insanların tehlikeli dedikleri o artıklarla sabah banyosunu yaparım. Bazen kol, ayak ya da bir ceset dişlerimin arasında kalır, onlardan tiksinirim, çünkü insan eti iğrençtir.”
“Virüse, sevdiğim… Ömrümde iki defa uzun süre aç kaldım, yiyecek bulamadığından değil tabi. İki dönemde de beslenecek çok şey vardı, ama midem bir türlü almadı. Anadolu dedikleri uygarlıklar ülkesi vardır, ömrümün çoğu topraklarında geçti. İstersen seni oraya götürebilirim, Virüse. Yıllarca Anadolu topraklarının doğu taraflardan hiç çıkmadım, orada iyi besleniyordum. İlkinde, uzun süren savaşlar bitmeden aç ve yorgun askerler karlı dağlara sürülmüştü. Ben yanlarından hiç ayrılmadan güle oynaya gidiyorduk. Sarıkamış dedikleri soğuk ve karlı bölgeye geldiklerinde takatten kesilmişlerdi. Adım atacak güçleri kalmamıştı. Düşmanlarıyla karşılaşmadan, biçilen buğday başakları gibi tek tek soğuk karlara düştüler. Düşen asker yerinden bir daha kalkmadan derin uykuya dalıyordu. Sonra binlerce, onbinlerce asker karlara gömüldüler. Karlara gömülenleri saymadım, Virüse. Sayamadım, ben doksan bin deyim, sen yüz bin de. Virüse’m. Yüz bin asker… Yüreğim daralmıştı, günlerce başıboş dolandım, durdum yeryüzünde.” Korona durgunlaşmıştı. Virüse ağacın tepesinden kendisine seslendi.
“Ya, ikincisinde neden aç kaldın?”
“Sorma ne olur, Virüse sorma… O gün, o olayı hatırladıkça midem bulanıyor, inanır mısın? Ben bu insanoğlunu şimdiye kadar hiç anlamadım, neden kendi soylarına bu kadar acımasız oluyorlar? İkincisinde de yine uygarlıklar ülkesi Anadolu topraklarında geziyordum. Bu defa isyan var demişlerdi, güle oynaya peşlerine takılmıştım. İsyan yerine erken vardım, gördüğüm manzara karşısında dondum kaldım. İnsanları kurşuna dizmişlerdi, kaçıp mağaralara sığınanları zehirle öldürmüşlerdi. O yörede odun çoktu, büyük bir ateş yaktılar, bir kayanın üzerinden seyrediyordum. Ölen insanların cesetlerini ateşe attılar. Kurşuna dizilenlerin arasında yaralılar vardı, onları da attılar alevlerin arasına, çığlıkları arşı alayı sardı. Küçük bir çocuk gördüm, ölmüş annesinin memesini emiyordu. Kadının cesedini ateşin içine attılar, çocuk ağlayarak annesine doğru emekledi, ateşin yakıcı sıcaklığıyla karşılaşınca geri çekildi, bağırarak ağlıyordu. İçlerinden biri tüfeğinin namlusuyla yavruyu ateşin içine iteledi. Ateş bebeği yaktı, kendini dışarı atınca asker tekrar onu ateşin alevlerine fırlattı. Nemrut, İbrahim’i mancınıkla ateşe atınca oradaydım. Böyle zulümle atılmamıştı.”
Korona bu kez ağlamaklı olmuştu, Virüse merakla dinliyordu.
“O dönemde bana “MİKROP” diyorlardı, anlayacağın adım MİKROP olmuştu. Mikrop adımı çok sevmiştim, tam bana yakışan bir isimdi. Yanan insanların cesetlerini, hele o küçük yavrunun ateşe atılmasını gördükten sonra inanmazsın belki, o gün Mikrop olmaktan utanmıştım. Ve hiçbir şey yemeden ayrıldım, günlerce aç dolaştım.”
Virüse zümrüt gözlerini kırpmadan Korona’ yı hayretle dinlemişti.
“Mikropların da duyguları vardır, Virüse… Bugün ise ayrı bir duyguya kapıldım, yüreğim titriyor, bedenim yanıyor Virüse… Sana aşık oldum…” Virüse oralı olmadı.
“Ben ne zamandan bu bataklıkta yaşıyorum bilmiyorum, saymadım. İnsanlar dünyaya dağılmadan önce var olmuşum demiştim, sanırım. Ama binlerce seneler boyunca keyfim yerindeydi, kimseden rahatsız olmazdım. Şimdi öyle mi, insanoğlu bana kendi yediklerinin artıklarını vererek beni zehirlemeye çalışıyorlar. Binlerce yıl önce insanların yedikleri lezzetliydi, onların artıklarıyla besleniyordum, ya şimdi?” İğrenir gibi yaparak öğürdü.
“Bu insanları bir türlü anlayamadım, durmadan adımı değiştirdiler. Bir zamanlar bana “CÜZAM” dediler, sonra “FRENGİ” dediler. “VEREM” çok sevdiğim isimdi, uzun seneler kullandılar, ben de seviyordum, çünkü direk akciğerlerine iniyordum, yerim rahattı. Bir de “KANSER” var isimlerin arasında, oysa benim onunla alakam yoktur, çünkü yiyeceklerini, yaşama tarzlarını değiştirerek Kanseri yarattılar. Daha çok ismim var, şimdi de tutturmuşlar “KORONA – 19” adını takmışlar. Evet, Korona benim, hem de ondokuz yaşında bir delikanlıyım. Cengiz Han’ın orduları bile karşımda duramaz.”
Kibirli gözlele Virüse’ye baktı, acaba kendini beğendirmiş miydi? Virüse, oturduğu dalın üzerinden merakla gözleri şaşı Korona’yı dinliyordu.
“Haydi, Virüse… Haydi, aşağı in de seni dünya gözüyle yakından göreyim, sevgilim. Uzat ellerini seni bağrıma basayım bir kerecik.”
Virüse geldiği gezegeni düşünüyordu. Orada da insanlardan konuşmuşlardı, büyükleri. Şimdi de şu acayip yaratıktan insanoğlu hakkında çok şey öğrenmişti. Dünya gezegenine sürgün edilmesinin sebebi insanoğlu değil miydi? Büyükleri ne demişti.
“Dünya gezegenine gideceksin, insanoğlundan intikam almadan sakın geri geleyim deme.” Ancak Korona salağıyla işbirliği yaparsa amacına ulaşabilirdi.
“Sana bildiklerimi anlattım, sanırım beni yeterince tanımış oldun, ama ben seni tanımıyorum. Anlatma sırası sende.”
Virüse düşüncelerini kendine saklayarak, “Aslında kötü fikir sayılmaz, kim olduğunu, nereden geldiğini anlatırsa Korona ona yardım edebilirdi. Anlatmaya karar verdi.
“Tamam, Korona… Bana ait her şeyi anlatacağım, ama aşağı inmem.”
Virüse olabildiğince yavaş hareketlerle elini yüzüne götürdü, alnına dökülen saçlarını topladı, zümrüt yeşili gözlerinde bir hüzün okunuyordu. Kendinden emin, hafif bir tavırla başını Korona’ ya çevirdi, çenesini yukarı kaldırıp sesine anlam vermeye çalıştı.
“Ben Virüse… Gerçek adım, Sırma… Gezegenler aleminde genç kızlar arasında yapılan güzellik yarışmasında birinci seçildiğim günden sonra beni “SIRMA SAÇLI KIZ” diye çağırdılar. Saçlarım rengini güneşten, uzunluğunu rüzgardan almıştır. Gördüğün gibi saçlarım rüzgar gibi uzun ve güneş gibi parlaktır. Koşarken ya da gökyüzünde uçarken rüzgarla yarıştığım zaman sonsuz maviliğe savrulurdu…”
Korona, kafasını yana eğerek dalgalanan saçlarına hayranlıkla baktı, okşamak için elini uzatmaya çalıştı, ama Virüse sırma saçlarını yukarıya çekmişti, kavak uzunluğundaki kolları yetişemedi.
“Virüse, beni görmezlikten gelme lütfen, senin kölen olmaya hazırım. Seni dinliyorum.”
“Gözlerim…” dedi, mavi gökyüzüne baktı. “Gözlerim rengini gökyüzünün maviliğinden hem de gezegenlerin yeşil ırmaklarının renginden almıştır. Gözlerime yakından bir bakan, bir daha o zümrüdi derinlikten kedini kurtaramazdı.” Dudaklarını bükerek Korona’ ya:
“Korona… Bak arkadaşım; gençsin, güçlüsün ve ondokuz yaşındasın, kanın kaynıyor, tahmin ediyorum. Sana hak veriyorum, beni gören her erkek genç yaşlı fark etmez bana aşık olur, yeter ki sen olma.”
İki kocaman taşı avucunda sıkarak un ufak eden Korona, kendinde değildi. Batık bir geminin ziftli tahtasını diliyle yalıyor, masum gözlerle Virüse’ye bakıyordu.
“Yüzümün parlaklığı, dünya gezegeninin yakın komşusu olan ayın mehtabından almışım. Güneş akşamları ışıklarını gezegenimizden çekerken yüzümün parlaklığı geceyi aydınlatırdı.” Korona erimişti çömeldiği yerde, o devasa yaratık gitmiş, yerine küçülmüş masum bir yaratık olmuştu.
“Yay gibi kaşlarım, yarım ay şeklinden gelmiş, zümrüt yeşili gözlerim üzerinde hilal gibi duruyorlar.” Aklına ne geldiyse gözlerini yumdu, bir süre dinlendi.
“Dudaklarım… Kor gibi yanan dudaklarım ise rengini yine akşamları batarken güneşin kızıllığından ve sıcaklığından almıştır. Dünya gezegeninde yaşayan bazı yaratıklar varmış, adlarını duymuştum. Boynum kuğuya, boyum reyhan dallarına benzerdi. Bir kelebek kadar hafif, bir ceylan kadar çevik ve ürkek ve bir keklik gibi öterim.” Korona sadece dinlemekle yetinmişti.
“Sizin dünyanız nasıl bir yerdir?”
“Sabırlı ol Korona, anlatacağım.”
“Ben Sırma Saçlı Kız, yeni adımla Virüse… Kızıl gezegen Kralının biricik kızıyım. Tüm erkeklerin rüyalarını süsleyen Rüzgar Kız. Sürekli rüzgarlarla yarıştığım için beni bu isimle de çağırırlardı. Gezegenimiz, uçsuz bucaksız sonu olmayan mavilikler içinde yüzüyor. Bütün gezegenler komşu sayılırlar, milyarlarca yıldız yerleşmiş çevrelerine. Uzay boşluğunda var olduklarından beri asılı kalmışlar, kimse kimseyi rahatsız etmeden kendi yörüngelerinde dönmektedirler. Biri hariç…” Korona merakla sondu:
“O biri dediğin hangi gezegendir?”
“Dünya gezegeni, yani senin yaşadığın gezegen.” Hırsından iç çekti.
“Bizim için gece gündüz aynıdır, gezegenler arasında ışık hızıyla geçer giderdik. Kovalamaca oynarken; diğer gezegenlerin kızları, erkekleri de oyunumuza katılırlardı. Uzay boşluğu çığlıklarımızla inlerdi, o talihsiz güne kadar…”
Virüse derinden iç çekerken yüreği parçalanmış gibi oldu. Bataklık tarafından hafif bir yel esmişti, onlara doğru. Adını bilmediği gaz kokuları, çürümüş çöpler, leş kokuları birbirine karışarak burnuna vurmuştu. Korona bataklıktan esen kokuyu ciğerlerine doldururken, Virüse az daha bayılacaktı. Korona:
“Talihsiz gün dediğin ne ki?”
“Sorma Korona, sorma… Aklıma geldikçe hala yaşadıklarıma inanamıyorum.” Tekrar iç çekti, kin ve nefretini dışa vurmuştu.
“Kral babam, uzayın boşluğunda istediğimiz yere gitmemizi serbest ederken, Dünya gezegenine yaklaşmamızı yasaklamıştı. Günler, aylar, yıllar boyunca gezegenler arasında bildiğimiz her türlü oyunları oynardık. Bütün gezegenlerin erkekleri peşime takılır, özellikle benimle oynamak isterlerdi. Her isteğim yerine getirilmiş, belki de çok şımarık olmuştum. Kendime güveniyordum, özgürce yaşamayı severdim. Oyunlara, eğlencelere doymazdım, cilveler yapar, kimseye pas vermezdim, beyaz atlı prensimi beklerken karşıma çıka çıka sen çıktın, Korona… Beyaz bulutların arasından geçerken, mavi göklerde süzülürken sırma saçlarımı yakalamak için ardıma takılırlardı. Dünya gezegeni kafama takılmıştı, Kral babam neden gitmemi istemiyordu. Merak bu ya?”
“Bir gün yine oyunlar oynamaya durmuştuk. Güzel bir gündü, tükenmeyen enerjimizle süzülüyorduk göklerin derinliklerinde. Kendimi oyuna öyle kaptırmıştım ki, bütün hızımla uçarken gözlerden kaybolmuştum. Yolu şaşırmıştım, endişeyle çevreme bakarken Dünya dedikleri yasaklı gezegen karşımda duruyordu. Güneş ışıklarını erken çekmiş, gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Ne yapacağımı düşünemeden, kara bulutlarla ilk defa karşılaşmıştım, korktum. gökten su damlacıkları düştü. Bulut kümelerinin altından, aralarından geçerken anlam veremediğim siyah sular üzerime döküldü. Saçlarıma su damlacıkları düştü, her tarafım ıslandı.” O günün korkusu nemlenmiş gözlerinden okunuyordu.
“Son suretle Dünya gezegeninden ayrıldım ayrılmasına da, saçlarım, üstüm başım her tarafım senin şimdiki durumun gibi siyaha kesilmişti. Pis kokuyordu, aynı senin bataklığın gibi…” Korona’ nın pis bedeni iğrenç kokuyordu, yüzünü buruşturdu. Korona ise yüzünü iri ellerinin arasına almış, hayranlıkla dinliyordu.
“Ne güzel anlatıyorsun, Virüse. Sözlerin Fırat Nehri gibi akıyor.”
“Simsiyah halimle, pis kokular içinde gezegenimize doğru yola çıktım. Üzerimdeki kokunun etkisi benden önce uzayın mavi derinliklerine yayılmıştı. Ben halime acırken, bir de ne göreyim, uzayda yaşayan herkes;
“VİRÜS… VİRÜS…. VİRÜS… “
“Gelme… Virüs… Gelme…. Git… VİRÜSE…”
“VİRÜSE… SEN… VİRÜSE… PİS… VİRÜSE…” En son Kral babamın kararlı sesini duydum.
“Dünya gezegeninden VİRÜS getirdin. Çok tehlikelisin… Sen, artık VİRÜSE… Dünyaya geri dön, sakın temizlenmeden geri geleyim deme. Git, VİRÜSE… Dünyaya git, VİRÜSE… İntikamını almadan geri gelme…”
“Ben, VİRÜSE… Korona, seni yaratan insanoğluyla tanışmak istiyorum.”
“Seni onlara götüremem, Virüse. Çok tehlikelidirler.”
“Eğer beni seviyorsan!.. seviyor musun Korona.?”
“Evet, sana deliler gibi aşığım, seviyorum.”
“Korona, sevgilini yakalamak istemez misin?” Virüse, göz kamaştıran güzelliğiyle havalandı, Korana yerden onu takip etti.
Virüse’nin sırma saçları tüm dünyaya yetecek kadar virüs yüklüydü. Korona ise yıllardır midesini ve ciğerlerini bataklık mikroplarını doldurmuştu, hazır patlayacak bomba gibi bekliyordu. Korona, Virüse’nin amacının farkında değildi, sadece sevdiği kızın peşinden sürükleniyordu.
“Haydi, Korona yakala beni …” demesiyle çığlıklar atarak havalanması bir oldu. Güneş rengi saçları rüzgarda savrulmuştu. Korona’ nın birden fazla kolları vardı, duruma göre yeryüzünde yürür, acil durumlarda kollarını kullanarak havalanırdı. Virüse’nin tahrik edici çığlıkları karşısında Korona fazla dayanamadı, kollarını kullanarak arkasından havalandı. Bataklığın üzerinden birkaç tur attılar, kovalamaca başlamıştı. Virüse cilveler yapıyor, Korona’ yı arkasından koşturuyordu.
Bedenlerinin rahatlanması için fazla virüs yüklerini boşaltmaları gerekirdi. Ne de olsa doğalarında vardı. Korona şimdiye kadar kimi zaman mikropları pis topraklara sermiş, kimi zaman suya serpmişti. Ama bugün Virüse’nin peşinden koştuğu için havaya yayacaklardı. İnsanoğlu için büyük tehlike sayılır, çünkü nefes almadıkları zaman yaşayamazlar.
İlkin Çin u Maçini ülkelerini dolandılar. Büyük şehirler üzerinden geçerlerken kalabalık insan kümeleri gördüler. Virüse düşündüklerini uygulamak istiyordu.
“Bu küçük insanlara ne ad vermişler, Korona?”
“Yecüc ve Mecüc derler, bunlara.”
“Yani, dünyayı yok edecek yaratıklar bunlar mı? Hazır ol Korona, haydi saçlarımı yakala…” çığlığı atınca, saçlarını bilerek yana savurdu, ilk virüsler dökülmüştü.
“Kaçma, güzel kız…Yakalayacağım seni..” diye bağırınca Korona, sesinin heybetinden bulutlar dağılıyor, içindeki virüsler ağzından havaya karışıyordu. Virüse yükseklerden bir yandan yeryüzüne göz gezdirirken, gelişi güzel kurulmuş ülke ve şehirlere ibretle bakmıştı. Şu karınca sürüsü gibi sokaklarda yürüyenler insanoğlu olmalıydı. Şehirlerin üzerinden gökyüzüne doğru tozlar dumanlar yükseliyor bulutlara karışıyordu. Buralarda zaman kaybetmediler, gidecekleri daha çok ülke vardı. Arkalarında bir sürü ölü bırakarak hızla ayrıldılar.
“Burası neresi, Korona?” Aşağıyı göstererek.
“Acem ülkesidir, geniş arazileri vardır.”
“Peki, gökyüzünü kirleten şu dumanlar neyin nesi?”
“Haa.. Onlar mı? Petrol kuyularının dumanıdır. Şu bölgeye Orta Doğu derler. Yani insanoğlu yeryüzüne dağıldığından beri savaşların eksik olmadığı bölge, işte orasıdır. ”
“Korona beni yakalayabilir misin?” yine saçlarını yana savurdu, mikroplar döküldü.
“Sıkı dur, Virüse, bu defa yakalayacağım seni…” bağırmasıyla ağzından havaya milyarlarca virüs karıştı. Sokakları kendi halinde bırakarak oradan hemen ayrıldılar.
“Korona bu güzel ülke neresidir?”
“Sana anlatmıştım, en sevdiğim yerdir. Uygarlıklar ülkesi Anadolu topraklarıdır, beni aç bırakmazlar. Yıl dört mevsim oranın Doğu bölgesinden ayrılmam, oralarda iyi beslenirim.”
“Şimdilik burayı geçelim, dönüşte uğrarız.”
Anadolu topraklarını geride bırakarak beyaz insanların ülkelerine uğradılar. Virüse saçlarını savurdu, Korona bağırdıkça içinden virüsler kısa sürede her tarafa yayılıyordu. Arkalarında binlerce hasta bırakarak denizler aşırı kıtalara vardılar.
“Korona, güneş batmadan beni yakalarsan seninle evleneceğim ve bataklığında ömür boyu beraber yaşarız. Onun için elini çabuk tutman gerekir.” Demesiyle hızlandı. Korona gayrete gelmiş, yakalamaya çalışıyordu, ama sevdiği güzel kız çok hızlıydı. Denizler aşırı kıtalara uğradılar. Virüse yine saçlarını savurdu, Korona ardından bağırdı, ağzından virüsler saçıldı.
“Dönüyoruz, senin şu ülkene gidelim.”
“Anadolu’ya mı?”
“Evet, orası… beni yakala haydi...” Korona aşka geldi, ama yorgunluk alametleri kendini göstermişti. Çok geçmeden Uygarlıklar ülkesine vardılar. Virüse’nin yükü hafiflemişti, saçlarının arasında kalan son virüsleri de Anadolu üzerine serptikten sonra;
“Korona, saçlarımı tutamadın, beni yakalayamadığın için kendine eş yapamadın. Kusura bakma benim görevim sona erdi, dünyadan aldığım virüslerin tümünü tekrar dünyaya serptim. Ben gezegenime geri dönüyorum. Hoşça kal Korona, bana çok yardımcı oldun.”
Virüse görevini tamamlama rahatlığıyla yükseldi. Beyaz bulut kümeleri arasından gözden kayboluncaya kadar; Korona arkasından bağırdı.
“VİRÜSE… VİRÜSE… VİRÜSE… “ diye başına vurup ağladıkça ciğerlerindeki bütün virüsler Anadolu semalarında kabarcıklar halinde yayıldı.
VİRÜSE, uzay derinliklerinde eski günlerin sefasına dalarken, KORONA yeni güç kazanmak için bataklığına döndü. Nasıl olsa İNSANOĞLU yakında başka bir adla onu çağıracaklardı…
09.06.2020
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Çok enteresan bir hikaye olmuş Mehmet hocam.Valla Harry Potter i yazan da böyle bir düş gücüyle yazmıştır herhalde.
Evet burda daha fazla betimleme var.
Oldukça da uzun bir hikaye olmuş.Anlaşılan o ki yazmayı seviyorsunuz.
Ben şuna inanırım.Her zaman daha iyiler değil, daha çok inanarak gayret gösterenler başarır.elinize yüreğinize sağlık.saygılar ve selamlar
Mehmet Burhan AKIN
Teşekkürler Öğretmenim,
Cevabı geciktirdim, umarım beni bağışlarsınız...
Evet, saçmalıklar olsa da yazmaya çalışırım az çok. Tüm öğretmen camiasının amacı eski ve yeniyi harmanlayarak topluma karınca kadarınca mesajlar verebilmektir.
Cemile Öğretmenim inşallah yazılarınızı zevkle okuyacağım...
hocam sizin yazınızın şiir versiyonunu ben daha evvel yazmışam;))
nice sevgi ve saygımla
CORONA!
Ah benim tatlı coronam
Meğer sen nelere kadirsin
Hoş esintin uçurur âlemi
Sarar sarmaşıklar misali
Güzel avrat otundan zehirler
Buhurdandır Hint yağın tütsüler
Açar zakkum çiçeklerin
Fethedensin!
Tüm aşık gönülleri
Hükümsüzdür artık muzaffer edalı pozlar
Seninle görsel şölenler susar
Süsler benzi sönük tablolar
Boydan boya soğuk karanlık duvarlar
Caziben rakkasenin vahşi güzelliğinden
Çarpılır şişeler, zangır-zangır titrer
Dünya korku dağlarından oynar
Eteklerinden tutuşur ovalar
Sessizliğinde sahillere vurur
Oynaşır dalgalar
Ah benim tatlı iffetli coronam
Dinlerin öğretisi göksel ecem
Cellat dahi küsmüş kullarına
Sen al ister canı cananı
İster affet bağışla
İster falakaya yatır
Ateşten kavruk kumlarında
Gezinir çatlak ayak izleri
Aya meftun yıldızsız geceye
Güneş utançla saklanır
İnan ki seni çok ama çok kıskanır.
Benim ah tatlı coronam
Mehmet Burhan AKIN
Müslüm Bey,
Estağfurullah; asıl benim kurgu hikayem sizin güzel şiirinizin versiyonu olmuş... Bu edebi şiirin farkına hiç varmamıştım, iyi ki hatırlattınız. Tereciye tere satmak gibi olmasın, iyi yazmak kadar iyi okuyucu olmak da çok önemlidir. İsim vermeyeyim, bir arkadaşımızın yazısına dostane bir yorum yaptım, cevaben bana;
" Keşke sizin gibi bir kaç iyi okuyucu daha yazılarıma yorum yapsaydı, çünkü bana yol gösterici oldunuz." diye yazması, doğrusu bana da yol gösterici oldu.
Demek istediğim Müslüm Bey, siz çok iyi bir okuyucusunuz, bir de Serap hanım vardır, sizler de bana yol açıyorsunuz..
Saygılarımla...