- 439 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BİZİM ORALARDA YAZ YAĞMURU
BİZİM ORALARDA YAZ YAĞMURU
“Bir Şizofren Kızın Güncesi” adlı bir kitapta okumuştum, adı üstünde şizofren olmuş hastayı tedavi için, hayatı zihninde geriye doğru sarılıp, gözlem altına alınmış, huzur ve güveni sadece anne karnında bulduğunu fark etmişlerdi. Kendisini güven içinde hissettiği o döneme taşımak için benzer bir ortam oluşturulmuş ve tedavisi bu şekilde gerçekleşe bilmişti.
İçinden geçtiğimiz sıra dışı olduğu kadar da enteresan bu dönemde zihnen sık sık çocukluğuma gidiyor olmam, içim de kendime yönelik bir acaba sorusuna neden oldu. Galiba dedim ben de kendimi orada huzur ve güven içinde hissediyordum. Anlatacağım olay zihnime yukarıdaki cümlelerle giriş yaptıktan sonra ise şöyle demiştim kendi kendime; Bu mu güvenli ortam? Buraya mim koyup devam edelim.
Zannederim ortaokul yıllarıydı. 2020 yılından bakınca masal gibi gelen çok şey o zaman en azından pek çok yorgunluk, can sıkıntısı, eziyet sebebiydi.
İki avucunuzu leblebi, şeker gibi herhangi bir şey doldurmuş gibi tutun işte bizim köy kuş bakışı böyle bir vadinin içinde. Arkamızda kalan iki mahalle de avuçtan fırlayan şekerler olsun. Parmaklarınızın ucunda bizim ev. Köyün girişinde. İki elinizin birleştiği çizgiyi de köyün ortasından geçen dere olarak hayal edin. Yukarı doğru bakarken bizim mahallenin sağ tarafına kalıyor köyün ortasından geçen bu dere. Sol tarafımızdaki dere ise arkamızdaki diğer mahalleleri ayırıyor ve hemen evimizin yakınından geçiyor. Her iki dere bizim mahallenin altında birleşerek, daha başkalarının da katılımıyla Çoruh’a doğru yol alıyor.
Aşağıdan gelen yaya veya araba ya bizim önümüzden geçecek veya arkamızdaki mahallere gidiyorsa sol tarafımızdaki yamaçtan geçecek. İşgal yıllarında Ruslar bizim orayı karargah olarak kullanmış, ambarların tahtalarıyla derenin karşısına köprü yapmışlar. Sonraki yıllarda büyük dedem geceleri çeşmenin başında yatar köye gelen gideni kontrol altına alırmış. Eşkıya, jandarma ondan habersiz geçemezmiş. Velhasıl köye giren çıkan, geçen giden bize selam verecek. Arkamızda kalan iki mahalle de, köye girip çıkarken değil ama pek çok yere gitmek için yine bizden geçerler.
Bizde evler genellikle giriş katları taş, üst katlar tercihe göre toprağın değişik kullanımlarıyla yapılırdı. Üçüncü katta ise oda olmaz tahta ambarlar ve meyve sebze kurutmak için yine tahta kaplı açık alanlardan oluşur, çatı eski usul oluklu kiremitlerle örtülürdü. Evlerin güneyine düşen tarafında harman alanı olur, onun da bir kenarında gölge adını verdiğimiz, üstü ve arkası kapalı bir bölüm bulunur. Harmanda kurusun diye sarılan ot vb. malzeme yağmur ihtimaline göre gölgeye alınır, ıslanmaktan kurtarılırdı. İkindiden sonra akşamüzeri havada görülen gri bulutlar gece yağmasa bile sabah yağmurun yağacağının işareti kabul edilirdi.
Gri bulutlar yine arz-ı endam etmiş, harmanda ne varsa topluyorduk ki arkamızda ki mahalleden sevdiğimiz, asil duruşunu takdir ettiğimiz bir teyzenin yanında üç dört yaşlarında kızı ile yoldan geçmekte olduğunu gördük.
Teyze ile hoş beş edildi, hal hatır faslı geçildi. Acelesi olmayanlar bunu yapar, diğerleri “Ne yapıyorsunuuuzz?” diye uzun hava kıvamında köyün lehçesiyle bir laf atar, cevabı ya duyar ya duymaz, yürür giderler. Teyzenin acelesi yok. Daha daha nasılsın faslı da geçti. Derinlere doğru yelken açıldı… Eve çıkalım bölümü, ıııh. Vakit bir hayli ilerledi, hava kararmaya yüz tuttu… Annemin ısrarlarının yardımıyla olsa gerek… Teyze birkaç zaman önce bizim karşı tepede kesip bir ağacın önüne yığdığı çalıları getirmeye gideceğini söyleyiverdi. Hani bir önceki hikâyede günün ağarmasını izlediğimiz tepe. Çalılar kesilip ağaçların çatallarına veya diplerine, hem rüzgârda dağılmasın, hem de hacmi azalıp, taşıması kolay olsun diye üzerine taşlar konularak yapılırdı bu işlem.
Yanlış hatırlamıyorsam, o yıllarda bekçiyi köylü seçimle göreve getiriyor ve prensipte ağaç kesmemeyi herkes kabul ediyordu. Ama realite ağır basıyor, insanlar kendi yerleri bile olsa böyle önceden hazırlayarak bırakıyor, cezadan kurtulmak için kurumasını bekliyorlardı. Yaş odun ve çalı ile yakalanırsan ceza var. Kuru odun toplamak serbest olduğu için sorun yok.
Teyze de akşamı bekliyor ki dönüşte karanlık iyice çöksün, sadece bekçi değil diğer insanlar da onu çalı getirirken görmesin. Tek başına, yanında küçük çocukla gitmeyi göze alıyor, kimselere görülmek istemiyordu. Vaktiyle babasından kalan mallarına tamah ederek kendisiyle evlenen eşi başka ufuklara yelken açmış, kendisiyle pek ilgilenmediği gibi maddi olarak da sahip çıkmıyordu. Toprak sıvalı tek göz odası gözümün önüne geliyor da, üstünde ambarın yanında da ilave odası var mıydı çok emin değilim. Gazlı ocağı var mıydı, yoksa ekmek pişirmek için miydi çalıya ihtiyacı onu da hatırlamıyorum.
Babadan kalma mal dediğime bakmayın. Öyle ahım şahım bir şey değildir de yokluk olunca… Biz de toprak azdır. Yaşamayan hayal bile edemez. Mesela toprağımı çaldı demeyeyim de… Toprağımı taşıdı diye açılmış bir dava başka yerlerde duyulmuş olamaz. Bizim kasabada olmuştur bu. Mülki amirin şehadeti ile sabittir. Dağlar büyük kaya kitlelerinden oluşur. Yamaçlarına bir set çekip içine insan veya hayvan sırtında toprak taşıyıp, doldurularak bostan yapılır çoğu insan tarafından. Sonraları ot, ağaç kökleri filan biraz destek sağlar ama ilk yıllarda sularken çok dikkatli olmanız gerekir. Suyu fazla kaçırırsanız duvar göçer ve toprak alttaki setin üzerine dökülür. Böyle bir olay mahkemede sonlanmış, kaymakam da bir tv. programında anlatmıştı.
Her neyse… Mesele anlaşılınca annem beni yol arkadaşı tayin edip, küçük kızı yanında ala koydu. Nereye gideceğimizi söylemişti tabii. Karşımızda ki mahalleden geçeceğiz, düze yakın bir yol ile devam edip sonra tepeye tırmanacağız. Karşı mahalleden çıktıktan sonra ağaç, taş, kaya ve dereler haricinde genel olarak annemin görüş mesafesinde olacağız. Zirveye çıkmamız gerekmiyor. Üç yüz metre kadar tırmanmamız gerekecek. Oralarda bir yerde daha önce hazırlanmış çalıları bulup alıp geleceğiz.
Yola koyulduk. Mahalleyi geçtik, çalıların olduğu yerin hizasına varıncaya kadar yol boyunca ilerleyip, bayırı yukarı doğru tırmandık. Hava zaten bulutlu olduğu için erkenden kararmaya yüz tutmuştu.
Gecikmeden bir an evvel bulalım telaşesi ile bakıyoruz yığının olabileceği yerlere… “Buraya yığmıştım! Acaba şurası mıydı? Şu ağacın arkasında olabilir…” Sağa sola bir iki seğirttik, bir iki deneme daha yaptık ki… Yağmur damlaları düşmeye başladı. Dönüşte gözümüz bir iki yere daha ilişti ama nafile. Anlaşılan başka biri alıp götürmüştü. Bu arada yağmur kendini iyice hissettirmeye başladığı için daha fazla oyalanmadan geri döndük.
Dönüş yokuş aşağı olduğu için daha kolay. Yuvarlansak ineriz de… Yolun aşağısında ki vadi yukarıya nispetle daha derin. Yuvarlanacak ve bir şeye takılmayacak olsak, aşağı doğru köyün içinden geçen ana dereye, oradan Çoruh’a ve Batum’a mı varırız Allah bilir. Yağmur olmasa böyle bir şey mümkün olmaz, ya bir çalı ya bir kaya sizi tutarda, yağmurda ne olacağı belli olmaz.
Bizim oralarda tabiat henüz oluşumunu tamamlamamış, taşlar ufalanıp toprağa dönüşmemiştir. Suyu tutan bir şey yok. Yağmur bizden daha hızlı iniyor. Yola ulaştığımızda gelirken geçtiğimiz ve normalde susuz olan derelerin her birinden toprağın sarı rengine boyanmış seller oluşmaya başlamıştı bile. Zaten bu dereler uzun yıllar içinde oluşan sellerin marifeti.
Düz yol demiştim ya… Lafın gelişi. Dağı ortasından bölüyor gibi görünüyor karşıdan, o anlamda düz. Aslında dar bir patika ve kendi düzlemide eğik. En az 30 derece açı yapıyor üst ve alt kısımları arasında. Açının daha fazla olduğu yerlerin var olması bir yana, bazı bölümleri de yağmurla aşınıp gidiyor. Başlangıçta tehlike görünmüyordu. Yolun zemini düz olmadığı için ayağımı sağlam basmam konusunda uyarıldım sık sık. Toprak kayar, aman dikkat et! Ayağını sağlam bas! Uyarı ne kelime zaten elim teyzenin elinde, sıkı sıkı yapışmış. Kendisi üst taraftan yürüyor, bir eliyle yamaçta tutunacak bir şeyler arıyordu.
Şimdi yukarıda bıraktığımız ‘mim’den devam edelim. Hani güven demiştik. Teyze beline bağladığı, aslında sofra bezi olan kuşağını açıp yağmurdan korusun diye ikimizin üzerine örtmüştü. Gri, beyaz, siyah ince çizgileri olan diril denilen bir kumaştan yapılan pamuk bir örtü. Hem örtüyü hem beni tutacak, hem de dengesi her bozulduğunda yerde tutunacağı sabit bir şey bulup ikimizi koruyacak… Üstelik öyle boylu boslu birisi de değil. Sofra bezinin alt kısmı ile ikimizi belimizden bizi birbirimize bağladı. Ben o zaman örtü açılmasın, ıslanmayalım veya rüzgâr ve soğuktan az da olsa korunalım diye bağladığını düşünmüştüm. Halbuki daha ilk anlarda zaten ıslanmıştık. Pamuklu kumaş ne kadar koruyabilir ki? Şimdi anlıyorum ki elimi tutamazsa kaymayayım diye beni kendisine bağladı. Bana bir şey olursa o da benimle birlikte gidecek. Çünkü normal zamanda bir çalı, bir kaya bir tümsek çok aşağılara kaymama engel olabilir de bu sel suları ve kaygan zeminde ne olacağı belli olmazdı. Ayağımızdaki lastik ayakkabının içi su dolduğu için sürekli ters dönüyor, bazen bastığınız taşlar da ters dönüyor veya yerinden kopup ayağımızın altından yuvarlanıyordu. Ağaç kökleri kendilerini sağlama alacak zeminler bulmada daha mahir oldukları için daha güvenilirdir bu gibi durumlarda fakat yolda giderken her an tutunacağınız bir dal bulmanız da mümkün olmuyor.
Düşe kalka tepenin yamacı boyunca ilerledikten sonra hâlâ yol üzerindeki mahalle ve sonra köyün ortasından geçen büyük dere var önümüzde geçmemiz gereken. Tüm bu güzergahta bize gelinceye kadar önünden geçeceğimiz sadece bir ev var. Teyze kimse görsün istemiyor ya… Tam evin önüne geldik ki, ev sahipleri pencereye çıkmış yağmuru ve dereyi seyrediyorlar. Bir an durduk. Teyze ne yapacağını bilemedi. Geçsek bizi görecekler, beklesek dere birazdan hiç aşılamaz bir hal alabilir. Bir müddet bu düşünceler arasında gidip geldi. Sonunda denemeye karar verdik.
Sofra bezi yine ikimizin üzerinde örtülü ve alt tarafı hala bellerimizde bağlı, hızla fırladık. Derenin kenarına kadar geldik ki ne görelim? Vadinin yukarısından itibaren tüm sular toplanmış, gürlüyor. İnsan boyundan yüksek koca koca kayaları sökmüş getirmiş bir yerlerden. Çok büyük bir sel kopmuş, önünde hiçbir şeyin durması mümkün değil. Hatta kayalara çarpan sular fıskiye gibi yukarı doğru fışkırıp daha azametli bir görüntü alıyordu. Öylece kala kaldık kıyıda. Bu arada biz bir umut, hızla kaçmış olsak da, ev sahipleri görmüş arkamızdan gelmişlerdi. Bize kızıyorlar “Orada ev var, bu yağmurda nereye gidiyorsunuz?”
Bu arada annem birilerine haber vermiş, aramaya çıkmışlar, derenin karşı tarafına gelmişlerdi. Bizi görünce rahatlayıp, geri gitmemizi söylediler. Biz de döndük mecburen. Ev sahipleri kara ocağın önüne oturtup ısınmamızı sağlamaya çalıştılar. Geçmiş gün hatırlamıyorum ama muhakkak çay, kahvaltı, sofra falan da kurulmuştur. Artık görülme endişesi de son bulmuştu doğal olarak.
Yağmurun hızını kesmesi ne kadar sürdü, vakit nasıl geçti, biz eve ne zaman döndük, hiç bilmiyorum.. Başlangıçta işin nereye varacağını hayal bile etmemişimdir. Korkmuş muydum? Cahil cesur olurmuş. Hayal bile edemediğim bir durumda nasıl korkmuş olabilirim? Ara ara teyzeyi sakinleştirmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Köyde büyümediğim için alışkın olmadığımı düşünüyor, her adımımız da kayacağımdan korkup, telaş ediyordu. Ben ise; “Merak etme teyze ben dikkat ediyorum” filan diyerek onu rahatlamaya çalışıyordum.
Annem normalde sesli düşünür, birilerine veya kendine karşı hissettiği kızgınlık, üzüntü, sevinç ve pişmanlığı duyar, dinlerdiniz. Teyzenin hayat şartlarını bildiği ve karakterini tanıdığı için olsa gerek, bu konunun bahsi hiç olmadı. Beni o havada gönderdiği için ne kendisine ne de teyzeye karşı olumsuz bir düşünce geçmedi içinden. İnsanın güvendiği insanlar olmalı hayatında, gözü kapalı güvenebileceği, sırtını dayayabileceği, canını emanet edebileceği diye düşünmeden edemiyor insan. Çevre kirliliği, ekolojik bozulma, izmler, ideolojiler… bir sürü gürültü ve kirlilik içinde sessizce hayatımızdan kayıp giden kimi alim, kimi arif ne güzellikler vardı. Kıyıda köşede kalan birileri hala var mıdır bilinmez ama birilerine aynı düşünceleri hissettire bilmemiz için bize engel olan ne var ki?