- 415 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dilber
Mayıs ve Haziran aylarından itibaren Kıbrıs’ta düğün zincirleri başlar. Her hafta sonu mutlaka birkaç düğün olur. Çevreniz biraz genişse dört-beş düğünden kurtulamazsınız. Bir düğün bitmeden bir sonrakine yetişmek zorunda kalırsınız. Zamanla adeta büyük bir yarışa girersiniz.
Göreviniz ise gelinle damadı tebrik etmek, yardım amacıyla da bütçenize göre yakalarına para takmaktır. Bütün yaz boyunca bu çark döner durur. Düğünlere gitmek bir borçtur. Mutlaka her düğüne gidilir. Gidilemezse bile, bir zarfın içine para konulup gönderilir. Düğün sahibinden özür dilenerek, daha sonra ziyarete gidilebilir. Bu ziyaret, yeni evlilerin evine yapılan ziyarettir. Tabii bu ziyaret, hediyeli yapılır.
Bir haziran ayında, Karpaz’dan, bir düğünden geliyoruz. Yanımda da nişanlım.
Görevimizi yapmış, köye dönmek için arabaya binip hareket etmiştik. İkimiz de hiç konuşmuyorduk. Düğünden değil de bir cenazeden gelir gibiydik. Ağzımızı bıçak açmıyordu. Arabamız yavaşça ilerliyordu. Gözlerim yolda, ellerim direksiyondaydı. Üzüntülüydüm. Nişanlım bana bakıyordu. Bir şeyler söylemek ister gibiydi. Ben sustukça O da susuyordu.
Sadece:
“üzülme” diyebiliyordu.
Cevap veremiyordum. Üzülmemek elde miydi ki? Artık, O, hayatımızda yoktu. Olmayacaktı. O’nu bir daha hiç göremeyecektik. O’nu kaybetmiştik.
O, artık yanımıza gelemeyecekti. Beni her gördüğünde koşup üzerime atılamayacaktı. Geceleri yatarken gelip ayaklarımın dibine uzanamayacaktı. Sabahları yatağıma sıçrayarak beni kaldıramayacaktı. Bir daha benim yanımda şımarıklıklar yapamayacaktı.
O’nu hepimiz çok seviyorduk. Bütün aile benimsemiş, kabullenmişti. Evimizin bir parçası olmuştu. Aileden biri gibiydi. Hele de annem için vazgeçilemezdi. En çok da o severdi. Kucağına alır, öper, okşar, koklardı.
Annem, içindeki bütün sevgiyi O’na vermişti. Yalnızlığını Onunla paylaşmıştı. Onunla yatar, kalkar; Onunla oynar, Onunla vakit geçirirdi. Ona hiç bir zarar gelmesini istemezdi.
Doğduğunda getirmişlerdi onu eve. Daha küçücüktü. Saçları, altın sarısı gibi renkliydi. Yüzü güneş gibi parlıyordu. Yürürken paytak paytak yürüyor, tombulluğundan hareket edemiyordu. Sessiz, ürkek, çekingen bir hali vardı.
Tanımadığı, bilmediği bir aileye getirilmişti. Artık, bu aileyle birlikte yaşayacak, bu ailenin bir üyesi olacaktı.
Bir de isim verilmesi gerekiyordu O’na. Herkes bir isim bulmaya çalışmıştı. Ben, tereddüt etmeden:
“Dilber” olsun demiştim.
“Evet. Dilber olsun”
Bu isim O’na çok yakıştı. Herkes de beğenmişti bu ismi. Çünkü O, çok güzel, çok narindi. İleride çok hanım, çok tatlı, çok şirin bir süs köpeği olacaktı. Nitekim olmuştu da…
Küçücük, parlak gözleri vardı Dilber’in. Tüyleri yumuşacıktı. Büyüdükçe gözleri, tüylerden kapanmıştı. Koşunca bu tüyler dalgalanıyor, dalgalandıkça da kaybolan gözler ortaya çıkıyordu. Bu da O’na mükemmel bir güzellik veriyordu. Ağzı da küçücüktü Dilber’in. Bir fındık tanesi kadar ya vardı; ya yoktu. Çenesi üçgen biçimindeydi. Neredeyse bir avucumun içine sığacaktı. En çok sevdiği şey, ağzını, çenesini ve yanaklarını okşamamdı.
Önüme gelir, kuyruğunu sallar, kendisini okşamamı isterdi. Ben, okşadıkça o, kendinden geçerdi. Yere yatar, sağa sola abanıp dururdu. Sonra kalkar, çenesini yere koyar, öylece bana doğru hareket ederdi.
Ben, okşadıkça, o şımarırdı. Kafasını hızlı hızlı sallar, koşarak geri gider, yüz metre kadar sonra daha hızlı koşarak bana doğru gelir ve kucağıma sıçrardı. Doğrusu bir köpek, ancak bu kadar sevimli olabilirdi. Siz, sevmeseniz bile, o, kendini zorla size sevdirirdi.
Hoşuna giden şeylerden biri de tavuk kemikleriydi. Her piknik dönüşümüz, onun için bir bayramdı. Arta kalan etleri ve kemikleri toplar, bir torbaya koyar, eve getirir, önüne bırakırdım:
“Dilber, Dilber!…”
Sesimi duyar duymaz koşar, ayaklarımın ucunda iştahla kuyruk sallardı. Önüne dökülen kemikleri büyük bir iştahla kıtır kıtır yerdi. Önündekileri bir aspiratör gibi sömürür, önünde hiçbir şey bırakmazdı.
Şimdi bunlar, asla olmayacaktı bir daha. Dilber, bana doğru koşmayacaktı. Kuyruk sallamayacaktı. Her zamanki gibi şımarık hareketler yapamayacaktı.
Araba yavaş yavaş köye doğru hareket ediyor. Ben, hep bunları düşünüyorum. Dilber’in hareketleri gözümün önüne geliyor. Nişanlım, bu halimi gördükçe üzülüyor; beni teselli etmeye çalışıyordu:
“Üzülme! Böyle olması gerekiyordu. Başka ne yapabilirdik?” diyordu.
Ben, hiç konuşmuyordum. İçimden:
“Gerçekten böyle mi olması gerekiyordu? O da bir candı. Böyle olmayabilirdi. Ona sahip çıkabilirdim.” diye düşünüyordum.
Köpeğe söylenmeye başladım:
“Ahh haylaz köpek! Neden sanki huysuzlaştın? Rahat rahat evinde oturamaz mıydın?”
Bir gün doğuruvermişti Dilber. Anne olmuştu. Kendisi gibi dört tane de altın yavrusu dünyaya getirmişti. Emzirip büyütmüştü onları. Yanlarından hiç ayrılmamıştı. Kendisi nereye giderse yavruları da arkasındaydı.
Bir akşam yemeğinden sonra Dilber, huysuzlanmıştı. Durmadan havlayıp duruyordu. Önce önemsemedik. Havlaması arttıkça arttı Dilber’in. Ne olduğunu anlamak için arka kapıyı açmıştık. Dilber aniden kendini içeri atmıştı. Ayaklarımıza yapışıyor, bizleri dışarıya çıkarmak istiyordu. Kendisi de bir içeri bir dışarı mekik dokuyordu. Sağa sola koşuyor, havlaması hiç kesilmiyordu. Bu, oynamak için veya okşanmak için yapılan bir şımarıklık değildi. Bir şey vardı başında. Yardım istiyordu bizden. Zavallının dili de yoktu ki hemencecik derdini anlatıversin. Ama hareketleri, her şeyi açıklıyordu işte. Yanımıza geliyor, yavrularının yanına gidiyordu. Oradan da tuvalet kuyusunun başına geliyor, ayaklarıyla kuyuyu eşelemeye başlıyordu.
Biraz sonra her şey açığa çıkmıştı. Dilber’in yavrularından biri yoktu. Kuyuya düşmüştü. Bu yüzden Dilber ortalığı ayağa kaldırmıştı.
Kuyuya baktığımızda yavrunun iniltisi duyulmuştu. Demek ki yavru uzaklarda değildi. El feneri yardımıyla kazma ve kürekle kuyunun ağzını açtık. Küçük bir müdahale ile yavruyu bulunduğu yerden aldık. Kurtulmuştu yavrucak.
Dilber, yavrusunu hemen ağzıyla kapıp yuvasına götürdü. Onun bu hareketi hepimizi duygulandırmıştı. Ne de olsa o bir anaydı. Yavrusunu kurtarmak için büyük bir çaba sarf etmişti.
Aradan geçen bir kaç ay içinde bütün yavrular büyümüştü. Artık bakmakta zorlanıyorduk.
Onlara başka kapı bulmak zorundaydık. Çaresiz, isteyenlere verdik. Kısa bir süre sonra Dilber yine yalnız kalmıştı. Uzun süre hiç ortalıkta görünmedi. Belli ki bizlere küsmüştü. Ortaya çıktığında ise eski halinden eser kalmamıştı. Zayıflamış, durgunlaşmıştı. Sevimliliği, şımarıklığı kalmamıştı. Önüne gelene saldırıyordu.
Önce komşunun tavuklarından başladı işe. Kovalamadığı, parçalamadığı tavuk kalmadı. Komşuların bahçelerine giriyor, ekili, dikili ne varsa bir güzel zarar veriyordu. Hele de yoldan geçen çocukları korkutmak için elinden ne gelirse yapıyordu. Onları korkutmak, kovalamak, ağlatmak en zevkli işi olmuştu.
Kapının önünden bir araba veya bisikletli biri geçse hemen dışarı fırlıyor, tekerlerine saldırıp gözden kaybolana kadar kovalıyordu.
Kendisiyle daha önce oynayan komşu çocuklarına da zarar vermeye başlamıştı. Kendisini çok seven Volkan ile Esra bile korkmaya başlamıştı ondan. Oysa daha düne kadar bu çocuklar, annelerinden izin alıp Dilber ile saatlerce oynarlar, onu sevip okşarlardı. Bir dost, bir arkadaş gibiydiler onunla. Dilber, bu çocuklara hiçbir şey yapmazdı. Şimdi ise bir canavar kesilmişti. Kendini okşatmıyor, sevdirmiyor, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Bütün çocuklara düşman kesilmişti.
Şikâyetler arttıkça artmıştı. Her gün bir şeyler yapıyor, birilerine veya bir şeylere zarar veriyordu. Ne olduysa o akşam oldu. Yapacağını yapmıştı Dilber.
O akşam, komşuda kahve içiyorduk. Çiğiloğlu koşarak yanıma geldi. Bağırıyordu:
“Beni hemen Hastahaneye götür.” dedi.
Meğer evin önünden geçerken köpeğin saldırısına uğramış. Dilber, dişlerini Çiğiloğlu’nun ayak bileklerine geçirivermiş. Arkadaşın ayağından bir iki damla kan akmıştı. Ne olur, ne olmaz diye atlayıp hastahaneye gittik. Öyle ya işin içinde kuduz olma tehlikesi vardı.
Hastahanede korkulacak bir durum olmadığını söylediler. Çünkü Kıbrıs’ta uzun zamandır kuduz vakası görülmemişti. Rahatlamıştık. Her ihtimale karşı yine de arkadaşa bir iğne yaptılar.
Eve döndüğümüzde tüm aile oturmuş bir karar almıştık:
“Dilber’den kurtulmak gerekiyordu”.
Annem:
“Yavrularını dağıttıktan sonra böyle oldu. Herkese zarar vermeye başladı. Yarın çocukları da ısırır. İyisi mi götürün, geri gelemeyeceği bir yere atın” dedi.
Başka yapacak bir şey yoktu. Öldüremezdik. Buna hiç birimiz cesaret edemezdik.
Ben:
“Başka birine verseydik” diye düşündüm. Ama kim böyle bir köpeği kabul ederdi ki? Artık onu atmak için uygun bir zamanı bekledik.
Bu akşam da nişanlımla birlikte bir düğüne gidiyoruz.
Kız kardeşim:
“Götür at!” dedi.
Anneme baktım. Hiç seslenmedi. Bu:
“Götür” demekti.
Ama belli ki atılmasını O da istemiyordu. Karar verilmişti. Bu yüzden Dilber gidecekti.
Onu, arabanın bagajına attım. Bizimle birlikte dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı. Düğün dönüşü ıssız bir bölgede durdum. Bagajı açtım. Dilber’i aşağıya indirdim. Karşımda bir suçlu gibi duruyordu. Boynunu bükmüştü. Hiç kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu. Orada bırakılacağını anlamış gibiydi. Ne kuyruk sallıyor, ne de bir hareket ediyordu.
Az ilerde oteller, lokantalar vardı. Oraların kalıntı ve artıklarıyla yaşayacaktı bundan böyle. Kim bilir belki de bir hayvansever bulur, onu evine götürürdü. Bütün temennim bu idi.
Arabaya bindim. O, hâlâ ilk indirildiği yerdeydi. Ben hareket ettim. O kaldı. Camı açıp son kez arkaya bir baktım:
“Buraya kadarmış” dedim.
Nişanlım:
“Nasıl kıyacağız? Yazık. İstersen geri alalım” dedi.
Seslenmedim. Biraz sonra gecenin karanlığında hiçbir şey görünmez oldu.
Gözlerim dolu dolu oldu. Araba, sessizliğe gömülmüştü. İkimiz de bir şey konuşamıyorduk. Biraz sonra da gözlerim iflas etmişti. Yaşlar, yanaklarıma doğru küçük küçük süzülmeye başladı. Nişanlım sadece:
“Üzülme!” diyebiliyordu.
Üzülmemek elde miydi? Düşündükçe daha çok üzülüyordum.
Çok geçmeden de hıçkırıklar yükselmeye başladı. Arabamız ise Gazimağusa yollarından köye doğru ilerliyordu.
14.6 2000
Gazimağusa
"MESELE BAŞKA"
Kitaptan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.